19 Nisan 2024 Cuma

Birleşik mücadele sorunsalı: En geniş birlik mi en kararlı birlik mi?

Bütün mesele öncelikli olarak mücadelenin en kararlı bölüklerinin, öncü güçlerinin yan yana gelmesi ve ileriye doğru bir adım atmasıdır. Bu öncü güçlerin kararlı savaşım adımları ancak yürüyüşün kitleselleşmesine yol açabilir, kararsız kesimlere cesaret, umutsuzlara umut verebilir.  Aksi takdirde "en geniş birliktelik" hoş bir hayal olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir. Öncelikli olan en geniş değil, en kararlı güçlerin örgütlenmesidir. Başarılması gereken en acil görev budur. HDP başta gelmek üzere devrimci demokratik harekette faşizme karşı mücadele deneyimi, birikimi ve kitle gücü vardır. Bu deneyime ve güce yaslanarak faşizme karşı birleşik mücadeleyi savunan her politik güç şimdi bir adım daha öne çıkmalıdır.

İtalya'da faşist Mussolini'nin iktidara geldiği 1922 yılından bu yana 20. yüzyıl boyunca en temel tartışma konularından birisi faşizm ve ona karşı mücadele oldu. Mussolini'den Hitler'e, İspanya'daki Franco diktatörlüğünden Endonezya'daki Suharto'ya, Şili'deki Pinochet'den Latin Amerika'ya yayılan faşist rejimlere, Türkiye-Kürdistan'daki askeri faşist darbe rejimlerinden devamı niteliğindeki politik İslamcı diktatörlüğe, yeni tipteki Bolsanaro, Trump, Duterte, Orban, Modi tipi faşistlere kadar burjuvazinin bu yönetim biçimi ve ona karşı mücadele tartışılageldi. Yedi kıtadan dünya halkları ise geride kalan yüzyılda faşizme karşı büyük mücadeleler verdi, muazzam zaferler kazandı, deneyimler edindi. Bugün de coğrafyamızda faşizm ve ona karşı mücadele tartışılıyor.

Tarihsel arka plana sahip bu olgu geçtiğimiz günlerde bir kaç açıklamada yeniden gündemleşti ve daha görünür oldu. 12 Eylül'de KCK'nin "Tecride, işgale ve faşizme son! Özgürlüğü sağlama zamanı" sloganıyla duyurduğu kampanya, HDP Parti Sözcüsü Ebru Günay'ın "en geniş anti-faşist mücadele bloku oluşturma" açıklaması, emekçi sol mecmuadaki antifaşist birleşik mücadele üzerine yayınlanan makaleler bu cepheden faşist iktidara karşı mücadele arayışlarının güncel yansımaları oldu. Türkiye ve Kürdistan'daki faşist diktatörlüğün varlığı hali hazırda bu konuyu zaten gündemde tutuyor. ESP ve devrimci-demokratik güçlere dönük faşist polis terörü ve tutuklamalar, barolara, TTB'ye yönelik anti-Marksist, anti-komünist ve ırkçı-şoven linç, Van'da iki Kürt köylüsünün ağır işkencelerden geçirilerek helikopterden atılması ve işgal saldırıları, Yunanistan'la yürütülen savaş siyaseti ve yayılmacı politikalar, kadına dönük iktidar politikaları ve cins kırımı, söz, eylem ve örgütlenme hakkı ile basın üzerindeki süreğen polis-yargı cenderesi faşizme karşı birleşik mücadeleyi bir kez daha gündemleştiriyor. 

Komünist öncüden Kürt özgürlük hareketine kadar emekçi solun kimi devrimci bölüklerinin yetmezliklerine rağmen ortaya koyduğu somut mücadele pratiği dışta tutularak söylenecek olursa, bütün tartışmalara ve açıklamalara rağmen "faşizme karşı mücadele" söylemi bir politik program ve örgütsel form kazanma düzeyinde somutlaşmış değil. Dahası bu mücadele "en geniş birliktelik" soyut fikrine ve niyet beyanına bağlanmış durumda. Oysa faşizm her gün yeni bir saldırı dalgasıyla işçi sınıfı ve ezilen halklarımızın, farklı inançlardan toplulukların, kadınların, LGBTİ+'ların emeğini sömürüyor, kanını akıtıyor, onurunu kırıyor. Gelişmelerin yönü ve diktatörlüğün pervasız saldırıları anti faşist birleşik mücadeleyi dayatıyor, dahası zorunlu kılıyor. 

Ne ki, dile pelesenk olmuş halde mütemadiyen bu gerçeği söylemek duruma bir şey katmadığı gibi fikrin aşınmasına yol açıyor, değersizleşmesi riski taşıyor. Hayat, öncü güçleri, emekçi sol hareketi soyut iyi niyet beyanlarından kurtularak meseleyi daha somut ve pratik düzeyde ele almaya itiyor.

Türkiye ve Kürdistan'da AKP-MHP blokunda cisimleşmiş, ancak bu güçleri de aşan, doğrudan doğruya tekelci sermayenin ve onun devletinin bütün gücüyle arkasında durduğu politik İslamcı bir faşist iktidar var karşımızda. Buna rağmen ulusal, bölgesel ve dünyasal düzeyde derin iç çelişkiler yaşayan, yapısal krizlerle boğuşan, dahası beş yıllık azgın saldırılarına rağmen kitleleri teslim alamamış, devrimci-demokratik öncüleri tasfiye edememiş, tam da bundan dolayıdır ki güç kaybeden bir iktidar bu. İster mali-ekonomik olsun, ister siyasal-ideolojik ve yönetme olsun, derin bir krizin içinde debeleniyorlar.

Faşist iktidarlar bütün saldırganlıklarına rağmen doğası gereği burjuvazinin güçsüzlüğünü yansıtırlar. Kapitalizmin yaşadığı varoluşsal kriz, krizden çıkamama ve dolayısıyla burjuva düzenin nesnel çöküş hali, işçi sınıfı ve ezilenlere karşı faşist iktidarları ve politikaları devreye sokuyor. Burjuvazi, faşist iktidarlar yoluyla kapitalist düzenin baş aşağı gidişini durdurmaya odaklanmış durumda. Saldırganlığının olduğu kadar zayıflığının teorik temeli de buradadır. Tam olarak bu durum antifaşist birleşik mücadelenin de odaklanacağı ve bir güç olarak yükseleceği temeldir.

Burjuva sınıf kampı içindeki çelişki ve çatışmalar, kurdukları iktidar tekelini korumak adına her türlü burjuva muhalefeti dahi baskılama ya da tasfiye etme isteği, yayılmacı savaş ve işgal politikalarının emperyalistlerle tetiklediği gerilimler, mali-ekonomik kriz koşullarında savaş siyasetinin emekçilerde yaratacağı öfke ve tepkiler, yığınların alışageldiği olağan demokrasi beklentisinin yıkıma uğratılması (örneğin, seçimlerin iptali ya da gaspedilmesi) diktatörlüğün zayıflığının göstergeleridir. Devrimci-demokratik güçlerin hareket edeceği ilk nokta, faşizmin bu zayıf karakteridir. Açık ki, faşizme karşı mücadelenin ilk ve en temel motivasyon kaynağı onun yenilebileceğine dair fikre sahip olmaktır. Burjuva klikler arası çatışmalara, burjuva muhalefetin sahte 'sert' söylemlerine değil, işçi sınıfı ve halklarımızın rejimden kopuşma eğilimlerine, öfke, beklenti ve isteklerine, öz güçlerine odaklanmak ve buraya yönelmek öncelikli hareket noktası olmalıdır.

Bu fikir antifaşist mücadelenin en temel ve birincil sorununu öne çıkarır: Faşizme karşı mücadelede burjuva muhalefetten beklentiye girmek ve ona yedeklenmek mi yoksa devrimci demokratik bir cepheyi kurmak mı? Bu soruya verilecek yanıt, antifaşist birleşik mücadelenin niteliğini ve programını belirleyecektir. Halihazırda emekçi sol hareketin azımsanmayacak bir bileşimi ne yazık ki burjuva muhalefetten AKP-MHP faşist blokunu geriletme, seçimler yoluyla iktidardan indirme beklentisi içindedir. Faşizme karşı emekçi solunun en zayıf karnı burasıdır. Yalnızca burjuva faşist iktidarın değil, aynı zamanda burjuva muhalefetin niteliğini de doğru kavramak, bunu sarih şekilde ortaya koymak güncel bir sorun olarak tüm antifaşist güçlerin önünde durmaktadır.

Bu sorunun çözümlenmesi, denilebilir ki, antifaşist birleşik mücadelenin önündeki stratejik bir sorundur. 1933 yılında, Almanya'da sosyal demokratların Hitler iktidarında faşizmi dizginleyeceğini varsaydığı bir burjuva muhalefete bel bağlaması, Hitler'in de parlamento ve seçimleri kullanarak sandık siyaseti yoluyla sosyal demokratları seçim stratejisine angaje etmesi, Alman işçi sınıfıyla birlikte dünya halkları için de tarihsel bir kırılma anıdır. Sonuçları faşizme karşı mücadele eden herkes tarafından biliniyor. Keza, Bulgaristan'dan, İspanya'dan ve diğer antifaşist direnişlerden benzer sonuçlar çıkarmak mümkün. Bu sonuçlar bugün coğrafyamıza da ışık tutuyor.

Söz konusu antifaşist birleşik cephenin kurulması olunca, bu mücadelenin çok yönlü sorun ve ihtiyaçlarına yanıt olmak, faşizme karşı savaşımı coğrafyanın özgün temellerine oturtmak da birleşik mücadelenin niteliğini belirleyen diğer bir temel faktör oluyor. Hiç şüphesiz, bu topraklardaki antifaşist mücadele perspektifinin en özgün ve kritik noktası sömürgeci boyunduruğa karşı ulusal özgürlük mücadelesi veren Kürt halkının yürüttüğü savaşımla kurulan ilişkidir. Irkçılık ve şovenizmin bir coğrafyada birleşik mücadelenin kurulmasının önündeki en temel engel olduğu gerçeği, faşizme karşı birleşik mücadeleyi savunan her güç için bilinmesi zorunlu bir olgudur. Hiç eğip bükmeye gerek yok, antifaşist birleşik mücadele mi örgütlenmek isteniyor; o halde Kürt halkının ulusal özgürlüğü için ne söyleniyor? Adil, onurlu demokratik barış talebi bu mücadelenin neresinde duruyor? Sömürgeci savaş ve işgale karşı tutum ne olmalıdır? Bu sorulara verilecek yanıtlar faşizme karşı mücadelenin sonucunu doğrudan doğruya tayin edecek niteliktedir.

Son on yıllık mücadele tarihinde Kürt özgürlük mücadelesiyle emekçi sol hareketin ittifak zemini şüphesiz önceki döneme göre daha ileri bir düzey yakaladı. Gerek Rojava devrimiyle kurulan ilişki, gerekse de birleşik demokratik zeminde yaratılan ittifak modeli ve düzeyi sömürgeci faşist iktidara karşı mücadeleyi büyütmenin önceki yıllara oranla daha güçlü bir temeli oldu. Bu, antifaşist birleşik mücadelenin rejime karşı üstün olduğu noktadır. Emekçi sol güçler bu gerçeği görmeli, mevcut düzeyi yeni bir sıçrama yaratmanın, birleşik cephe siyasetini büyütmenin olanağı olarak değerlendirmelidir.

Ancak, ulaşılan bu düzeye rağmen gelinen aşamada hem tek tek emekçi sol güçler, hem de birleşik mücadelemizin mevcut zemini olarak HDP, faşizme karşı mücadelede somut bir politik perspektif oluşturma, adil, demokratik barış talebini ise faşizme karşı mücadeleye bağlamada yetersiz kalmakta, antifaşist birleşik mücadelenin ise hangi öznelerle yürütüleceğine dair soyut ve genel geçer "en geniş birliktelik" fikrine takılmaktadır. Faşizme karşı "en geniş birliktelik" soyut bir beklentidir, faşizmin sınıfsal temellerini görmeyen, dahası faşizme karşı mücadelede sınıfların güç dengelerinin rolünü hesaba katmayan bir yaklaşımdır. Söz gelimi, CHP ve türevi güçler/fikirler/yaklaşımlar hangi temelden hareket ederek faşizme karşı birleşik mücadelenin içinde yer alacaklar? Politik İslamcı restorasyana tabi tutulan diktatörlükten "güçlendirilmiş parlamenter sisteme" dönüşle mi çıkacaklar? Bu burjuva güçler faşizme karşı zorunlu olan kitle ve sokak mücadelesine ne diyor? Faşizme karşı hangi iktisadi, siyasi programı öne sürüyorlar? Mesela, Kürt halkının ulus olmaktan kaynaklı temel demokratik haklarına nasıl çözüm sunuyorlar? İşçi sınıfın en asgari ekonomik-politik taleplerine ne diyorlar?

Ne yazık ki birleşik mücadelenin bu temel perspektifinde olduğu kadar emekçi sol hareketin tek tek öznelerinde de önemli oranda politik perspektif baş aşağı durmakta ve bu da daha baştan faşizme karşı mücadeleyi sakatlamaktadır. Ortada bir perspektif sorunu vardır. Söz gelimi, faşizmden kurtulmak için barış mücadelenin geliştirilmesi, benzer şekilde demokrasinin gelişimi için barışın kazanılması uzun yıllardır Kürt özgürlük hareketinin kimi bölüklerinin ve emekçi sol hareketin önemli bir kısmının politik dünyasını esir almış durumdadır. Faşizm, barışı kazanarak değil, bilakis barış ancak sömürgeci faşizm yıkılarak kazanılabilir. Demokrasinin geliştirilmesiyle faşizm yıkılmaz ve barış sağlanmaz. Aksine, faşizm yıkılarak halk demokrasisinin önü açılabilir, şovenizm yenilgiye uğratılarak adil demokratik bir barış sağlanabilir. En yakın örnekten hareket edecek olursak; Kolombiya'da yaşanan barış süreci ve yapılan anlaşma durumu anlatmaya yeter. Barış anlaşmasıyla birlikte ne Kolombiya'da özgürlükler sağlandı, ne de demokrasi geldi. ABD işbirlikçisi, sömürücü ve katliamcı Kolombiya burjuvazisi hali hazırda hükmünü yürütmektedir.

Bütün bunlar Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında antifaşist birleşik mücadelenin güncel sorunlarıdır. On yıllardır faşist sömürgeciliğe karşı direniş örgütleyen devrimci demokratik, yurtsever güçler vardır ve antifaşist mücadeleye katılabilecek dinamik toplumsal kesimler mevcuttur. Bütün mesele öncelikli olarak mücadelenin en kararlı bölüklerinin, öncü güçlerinin yan yana gelmesi ve ileriye doğru bir adım atmasıdır. Bu öncü güçlerin kararlı savaşım adımları ancak yürüyüşün kitleselleşmesine yol açabilir, kararsız kesimlere cesaret, umutsuzlara umut verebilir. Aksi takdirde "en geniş birliktelik" hoş bir hayal olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir. Öncelikli olan en geniş değil, en kararlı güçlerin örgütlenmesidir. Başarılması gereken en acil görev budur. HDP başta gelmek üzere devrimci demokratik harekette faşizme karşı mücadele deneyimi, birikimi ve kitle gücü vardır. Bu deneyime ve güce yaslanarak faşizme karşı birleşik mücadeleyi savunan her politik güç şimdi bir adım daha öne çıkmalıdır.

* Atılım Gazetesi'nin 25 Eylül 2020 tarihli 443. sayı başyazısı