21 Kasım 2024 Perşembe

Sosyalist aydın Kutsiye Bozoklar'ın kaleminden: Gönlümün yarısı

Aylardan Mart, karlar yine türkü söylüyor, bizse inadına kavgayı büyütüyoruz. Şafaklar devralıp şafaklar devrederek. Rıhtımdan uzak, sade bir fırtına gibi duranlarımızla, yürüyenlerimizle.

Fransız direnişine gönül vermiş ozanlardan Edith Thomas: "Bütün dostlarım öldü/ ya da doldurdu hapishaneleri/ ve ben öylesine uzağım ki rıhtımdan/ sade bir fırtına gibi ufukta/ dünyayı kaplıyor fırtına/ tutuşmuş deniz/ sıklaşan kasırga/ ve ben parça parça" diye anlatır kendini. Mart ayı geldiğinde Thomas'ın şiirini anımsamadan edemem. Hele bir de kar yolları tutmuşsa ve de ardından güneş kaplamışsa gökyüzünü ve inadına maviyse sokaklar.

Marttır, hüznün kapıları yarı aralık. Martta depreşir umuttan öte düşlerimiz ve sınıfsız topluma dair direnişçiliğimiz. Martta düşen yoldaşlarla büyütürüz ihtilal çağrısı sevdalı gülüşlerimizi. Gazetede okudum: "Direniş, militanın davaya bağlılığının eylemidir" diyormuş Ali Ekber Bahadır. Yazıyı merak ettim birden. Söyledikleri değil, söylemedikleri aldı götürdü beni, öylece, inadına bir yaşama türküsü gibi, sevgiden ağır, ölümden ince.

Marttı, yıl 1973. Yaşamaya benziyordu gün, ölmeğe değil. Otuz yıl daha yaşamak istiyordu yanımda yürüyen yoldaş. Ben ise gözlerim gökyüzünün maviliğinde, karların sesini dinliyordum usulca. Gladkov'un Daşa'sını sevmiyordum henüz, Şolohovvari rüzgârlar esiyordu başımda. Anna'yı düşünüyordum, inancına tutkulu Anna'yı. Gökyüzü Gönüllü Bunçuk'un kurşuna dizildiği an kadar güzeldi. Yanımdaki otuz yıl daha yaşayamayacağını bilmiyordu, ben bir daha karlara bata çıka yürüyemeyeceğimi. Adı; Ahmet Muharrem Çiçek'ti. Devrim işçisiydi. İri sözler söylemeyen, çıkarcılıktan, böbürlenmeden ve kariyerizmden nefret eden. Yüzünde izinsiz sokağa çıkmış saf bir çocuk gülümsemesi, şaşmış ve hayran bakardı dünyaya.

Mart'ın 19'uydu. Romalı kâhin Sezar'a "Mart'ın 17'sinden sakın" demişti, anımsıyorum. Ama 19'uydu. Hüznün kapıları yarı aralık... Devrimi görmeden ölmek istemezdi hiç. Ve otuz yıldan söz ederdi hep. 24 yıl oldu öleli, neredeyse çeyrek asır. Bahar fırtınaları yakın demek ki... Elinde silahıyla düştüğünde devrim şiarları vardı dilinde, direnmiş bir sabah akşama eriyorken yavaşça. Bense düştüğüm yerden daldaki küçük kuşu ve gökyüzünü görüyordum. Aklımda gökyüzünün ve yaşamanın güzelliği, yüreğimde yoldaş sıcaklığı ve erkenci gitmelerin hüznü. İnançlı vedalaşmalardan yeni çıkmış. Geride kalmak ne demekmiş bilmiyordum hiç. Yepyeni bir dünya kurmak andına, şafaklar devralmanın ne olduğunu öğrenmek için yılları bulması gerekiyordu maceramın. Daha yarına çok vardı.

Aylardan Mart, karlar yine türkü söylüyor, bizse inadına kavgayı büyütüyoruz. Şafaklar devralıp şafaklar devrederek. Rıhtımdan uzak, sade bir fırtına gibi duranlarımızla, yürüyenlerimizle. Dün cezası kesinleşmiş eski bir dosttan mektup aldım. "Ben bu işi yaparım. Ceza beni tüketmez. Dışarıda daha yararlı olurdum… Bunu şimdi daha iyi anlıyorum… Bu yanı önemli… Üzülmek de faydasız" diyor. "Hayallerimi, duygularımı, sevdalarımı gerektiğinde en derine gömerim. Ya da çılgın ve pervasızca kullanmasını bilirim." Ölen ya da hapishaneleri dolduran dostları düşündüğümde hep bu sözler olacak artık aklımda.

(…) Gorki, Lenin'i anlatırken şu gözlemini yazmış: "Ruhundaki çalkantılar karşısında çok sessiz kalabiliyordu." İnancını inat yapmış devrimcilerde buna benzer bir irade ve elbette derinlik olduğuna inanıyorum. Sakin fırtınalara benziyor bu "tür" devrimciler. Derinlerde fırtına ve yüzeyde sessizlik! Ancak böyle özellikleri olanlar devrim için çalışabilecek niteliklere sahiptirler. Sığlık, sığ devrimcilik, Türkiyeli devrimcilerin eski bir hastalığıdır. Bundan kurtulundukça gerçekten daha kavgacı ve daha inatçı olacak Türkiye devrimci hareketleri.

(…) Marttır, bahar sabahlarında aklıma geliyorlar. Gün, akşama ererken onları düşünüyorum. İlle de "Akşam erken iner mahpushaneye" diye şiirlere başlarken aklımda onlar var. Dışarıda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa ürpereceklerini biliyorum. Yanık bir türkü duyduklarında enginlere dalıverdiklerini, bazen içlerinde yemyeşil bir dalın kırılmış gibi oluverdiğini, bazen sevgilerini el emeklerine göz nurlarına kattıklarını, katıp da sevdiklerine yolladıklarını… İlle de kavgaya kavuşacakları günü gözlediklerini… Hasreti ve kederi en iyi bildiklerini sevdayı ve barışı en çok hak ettiklerini.

Marttır bahar içindeyiz. Ölenler ve yaşayanlarla sürüyor kavga. Ne zaman yeni bir şiire başlasam, bir uçurumun kenarından yalıyarları döven denize baksam, bir gün günbatımında güneşi kavgaya benzetsem, bir türkü söylesem, erkenci erik ağaçlarının çiçeğine değse elim, onları anımsarım. Gönlümün yarısı onlardır hep. Ve Nazım'ın o unutulmaz dizelerini düşünüyorum sonra: "Ben içeri girdiğimden beri/ güneşin etrafında on kere döndü dünya/ Ona sorsanız/ Lafı bile edilmez/ mikroskobik bir zaman/ Bana sorsanız/ On senesi ömrümün/ Bir kurşun kalemim vardı/ ben içeri düştüğüm sene/ Bir haftada yaza yaza tükeniverdi/ Ona sorarsanız/ Bütün bir hayat/ Bana sorarsanız/ Adam sende bir hafta"

Ben "Kelepçem bırakmıyor ki/ zeybek oynayayım" demeye başlayalı ve devrimi görmeden ölmek istemeyen yoldaş öleli tam 24 yıl olmuş. Bana sorarsanız ömrümün 24 yılı bir mısra boyu geçmiş. Yitirdiklerimiz adına koca bir yirmi dört yıl, insanlık tarihi adına mikroskobik bir zaman, içeride yatan için bir insan ömrü. Ama önemli olan tüm bunlar değil elbet. "Ben içeri girdiğimden beri/güneşin etrafında on kere döndü dünya/ ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine/ ‘Onlar ki toprakta karınca/ suda balık/ havada kuş kadar/ çoktular/ ve kahreden/yaratan ki onlardır/ şarkılarımızda yalnız onların maceraları vardır' Ve bundan gayrisi/mesela benim on sene yatmam/ laf-ı güzaf…" diyor ya Nazım. Önemli olan aynı ihtiras ve aynı inançla o inatçı türküyü söylemek. Türküyü tüketmeme. Gayrısı geçer gider. Derinliklerde fırtınalar gizleyerek "laf-ı güzaf" deriz, her şeye.

*Bu yazı, Atılım gazetesinin 29 Mart 1997 tarihli sayısından alınmıştır.