27 Nisan 2024 Cumartesi

Kutsiye Bozoklar / Yaşamak direnmektir

"İnancım ve benden başka kimse yok burada" diye düşünür, "benim sınavım bu, devrimci dalganın yükseldiği dönemde devrimcilik yapmak kolaydır, hadi bakalım burada, bu esaret koşullarında devrimci kal da göreyim".

"1973 Mart'ı/ Güneş, gökyüzü/ Ben, O, diğerleri…/ Ben 'yürümek ne güzel' dedim gün ışığında/ O haykırdı 'Yaşamak ne güzel' mavi gök altında/ 1973 Mart'ı/ Gökyüzü beyaz/ Sokaklar mavi/ Ben, O diğerleri…/ Diğerleri… / Diğerlerini bilmem/ ama ben unuttum / yürümekten söz etmeyi/ Ona gelince/ Bir daha asla 'Yaşamak ne güzel' diyemedi." Kutsiye Bozoklar

Yıllar sonra, geriye dönüp baktığında "o şartlarda sadece devrimci olunurdu zaten" diyecekti, "tersini yapsaydım koskocaman bir aptal olduğum çıkardı ortaya."

Ardından da büyük bir gururla eklerdi Köy Enstitüsü kökenli ilerici bir öğretmenin kızı olduğunu. Üstelik de öyle bir baba ki, okumaya tutkun, şiire de vurgun; ara sıra sihirli dizeler döküldüğü bile olurmuş kaleminden. Anne dersen; dimdik, kaya gibi dururmuş eşinin ve çocuklarının arkasında.

1953 yılında Mersin'de başlamış onun mücadele dolu şiir gibi hikayesi; sevinçleri de olmuş, hüzünleri de. Faşizme karşı bilinçli bir öfke topu, bir mücadele çığlığı sanki yaşamı.

Daha ortaokul sıralarında iken okumuş Felsefenin Temel İlkeleri'ni, Sosyalizm ve Sosyal Mücadeleler Tarihi'ni. Sadece okumak mı? Öğrendiği her diyalektik kuralını büyük bir coşkuyla paylaşırmış babasıyla, o da her seferinde küçücük sorularla yeniden düşünmeye sevk eder, yeni ufuklar açarmış önünde.

İlk babasından duymuş Che Guevara ve Ho Chi Minh adlarını. Politik bilincin yanısıra şiir sevgisini de almış ondan ama en önemlisi mücadele etmesini öğrenmiş babasından, güzel, yaşanılası bir dünya için. Hem de öyle bir öğreniş ki "Ben kavgama sevdalıyım gülüm" dizelerini yazdıracaktır yıllar sonra ona, "sevince ve ölüme eş" kıldığı inancı.

Öyle zengin bir kitaplığı varmış ki babasının, yok yokmuş raflarında sanki. Onca felsefe kitabı ve romanın yanı sıra Varlık Yayınlarından çıkan bütün şiir kitapları diziliymiş sıra sıra; Ahmet Haşim, Gülten Akın, Ali Püsküllüoğlu, Ümit Yaşar ilk akla gelenler. Nazım'la tanışır sonra. Orhan Veli'yi de ayrı severmiş babası, öyle güzel okurmuş ki "Ağlasam sesimi duyar mısınız" dizeleriyle başlayan Moro Romantico'yu, dostlarına.

Böyle bir evde doğulur da şiir yazılmaz olur mu? O hevesle o da alır kâğıdı kalemi o çocuk ellerine, tam bir defter dolusu "gülünç" şiirler yazar. İçlerinden birini seçer sonra, babasının karşısına geçip okur bir solukta. Karanlıkta Uyananlar'dır şiirinin başlığı ve "kızım" diye başlar söze kendisini büyük bir ciddiyetle dinlemiş olan babası, "asıl yazman gereken o karanlıktır işte." O gün bırakır şiir yazmayı.

Ne yazık ki çok erken kaybeder babasını. 15 yaşında, 68 rüzgarının dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda, kardeşi ve annesiyle birlikte yaşam savaşının ortasında buluverir kendisini.

Bütün dünya gençliği, Çin'den Amerika'ya tek bir slogan etrafında birleşmiştir sanki: Yeni Dünyayı İstiyoruz; ve hemen şimdi istiyoruz! Kızıl Dany, Kızıl Rudy, Büyük Proleter Kültür Devrimi, Latin Amerika, Uzak Doğu Asya…

Bizim ülkemizi de sarmıştı anti-emperyalist gençlik eylemleri. Sadece büyük şehirlerde değil, tüm Anadolu'ya yayılıyor ve büyük bir sempati topluyordu Dev Genç örgütlenmeleri.

TİP'i izler heyecanla, parlamentonun en etkili üyelerinden Çetin Altan'ın köşe yazılarına abonedir artık. Bir süre sonra Devrim dergisi girer hayatına. "İkinci Kurtuluş Savaşı", "Üçüncü Dünya", "Tupamorolar", derken bir tartışma yazısıyla öğreniverir "Şafak" hareketinin varlığını.

Lise son sınıfta kararlı bir devrimcidir o. Sıra kendisi gibi düşünenlerle buluşmaya gelmiştir.

Eczacılık eğitimi için gittiği İstanbul'da tanışır Çapa Tıp Fakültesi öğrencilerinden Ahmet Muharrem Çiçek ve Meral Yakar'ı. Öyle mutludur ki; kendisi gibi düşünen inançlı, coşku dolu, militan insanlarla buluştuğuna. En büyük zevkidir onlarla birlikte iken Nazım Usta'dan şiirler okumak. En sevdiği şiirlerin başında geliyordu "Yapıcılar Türkü Söylüyor", "Mavi Gözlü Dev" ve "Yirminci Asra Dair" şiirleri. Benerci Destanı'nı da eklemişti sonra repertuvarına, tamamı değil ama "Delikanlım! /İyi bak yıldızlara, / onları belki bir daha göremezsin. / Belki bir daha / yıldızların ışığında/ kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin…" dizeleriyle başlayan bölümü ekleyecektir sonra repertuvarına.

O dizeleri okurken hiç aklına geliyor muydu acaba bir gün kendisinin de yıldızların ışığında kollarını ufuklar gibi açıp geremeyeceği hissi?

12 Mart günleridir ve "balyoz harekâtı" sarmıştır ülkeyi baştan başa.

"Puşt zulası" dört bir yan. İhbar, baskı, yasak, zulüm, işkence, zindan, katliam, idam…

"Dövüşenler de var bu havalarda" yine de. Enselerindeki "Beyaz Terör"e karşı yürekleriyle direnişi örmeye çalışan bir avuç insan.

İlk düşen Meral Yakar olur içlerinde: 22 Ocak 1973'te, İstanbul'da, bir evde, kör bir kaza kurşunuyla, İbrahim'in el yazmalarını daktiloya çekerken hem de. Kaldırıldığı hastahanede üç gün yaşam savaşı verdikten sonra veda eder hayata.

Aynı günlerde yaşanır Dersim'de, karanlık bir gecede, karlı dağların doruklarında "Vartinik" baskını. Ali Haydar Yıldız'dır bu sefer düşenin adı, yaralı yakalanır örgütün önderi İbrahim Kaypakkaya. Günlerce süren sorgu, işkence.

Geride kalanlarda ne panik ne geri adım. Daha çok çalışıp, düşenlerin yerlerini doldurmak, çalışmaları yeniden düzenlemek gerek…

Bu nedenle güle oyaya gidiyorlardı o kara 19 Mart 1973 günü Kutsiye ve Ahmet Muharrem, diğer yoldaşları ile buluşmaya Şehremini'deki örgüt evine. O gün, gökyüzü beyaz sokaklar mavi gözükür Kutsiye'nin gözüne…

Diz boyu kara inat sıcacık bir güneş muzipçe gülümsemektedir sessizce; gökyüzünün tüm maviliği alıp, sizin yolunuzun üzerine, beyazın üstüne düşüren benim dercesine.

Gözleri ile gülen, şakacı, yiğit biridir Ahmet Muharrem Çiçek. Her zamanki gibi "pat" diye başlar söze "Biliyor musun be kız" der bata çıka yürürken karlarda, heyecanla, "daha otuz yıl yaşamak istiyorum ben". Onun bu çıkışlarına alışkın olan Kutsiye "niye" diye sorar kayıtsızca. "Devrimin tamamlanışını görmeden ölmek istemiyorum da ondan". Şen kahkahalar arasında otuz yıl daha yaşama sözüyle basarlar evin kapısındaki zile.

Eve kurulan karakol
Kahkahalar yarım kalır dudaklarında, kapı açılır açılmaz burunlarına dayanan otomatik polis silahlarını görünce. Değil otuz yıl, değil otuz saat, birkaç saat bile yoktur dünyalarının kararması için artık önlerinde.

Ali ve Feryal ile karşılaşırlar içeride, kendileri gibi toplantı için gelip polis karakoluna düşmüşler onlar da.

İlk şoku atlattıktan sonra üst aramasına direnmişler önce, kuzu kuzu teslim olacak halleri yok ya. Bu nedenle ilk aramada bulamamışlar Ahmet Muharrem'in üzerindeki ikinci silahı. Belindekini alıp, Ali ile birbirlerine kelepçeleyip oturtmuşlar divanın üzerine. Kutsiye biliyor ama silahın varlığını, örgütün ilkelerine göre ne yapması gerektiğini de.

Lafa tutmaya başlar polisleri, onların dikkatini Ahmet Muharrem'in üzerinden çekmektir amacı. Bir ara o kadar sertleşir ki konuşmaları bir kravatla bağlayıverirler kollarını.

Derken Ahmet Muharrem girer araya "of be sıkıldık" diyerek, "bırakın iskambil oynayalım bari." Masadaki oyun kağıtlarını göstererek.

Tam polislerden birinin "Çok oluyorsunuz artık" dediği anda ateşler silahını Muharrem.

Silah atışıyla birlikte polisler korkuyla kapının dışına kaçarlar.

İkinci atışı kelepçeye yapar Ahmet Muharrem, Ali'nin elini sıyıran kursun kelepçeyi paramparça eder.

Bodrum katında bir evdir bulundukları yer, önden yerin altında, arkadan yüksek tipik bir İstanbul evi.

Duvara bakan balkon benzeri aydınlıktan bir kat yukarı tırmanılırsa üst balkonun bitişindeki ağaçtan arka sokağa geçilebilen cinsten.

Hiç ikiletmez Feryal, Muharrem'in talimatını, Ali'yi de alıp, hemen çıkar evden.

"Vuruldum ve sakat kaldım"
Kutsiye ile Muharrem de çantada var olan evrakları yok ettikten sonra kaçmak için bir üst kata çıkıp, oradaki daireye yöneldikleri anda çıkar çatışma.

Onlar evrakları yok etmekle uğraşırken, dışarı kaçan polisler de takviye alarak arkadan eve girmeye çalışıyorlarmış.

Bu üst katta vurulur Kutsiye, Ahmet Muharrem yeniden eve inip barikat kurmaya başlar. Bir yandan da aklı yaralı bıraktığı Kutsiye'dedir. İki ateş arasında seslenir ona "Nasılsın?", "İyiyim."

Kurşunu yediğinde duvara çarpıp yavaşça düşmüştür Kutsiye. Başının altına bir tuğla koyup uzanmaya çalışırken geçer kendinden. Kendine geldiğinde arka sokaktan gelen gürültüler arasında "Teslim olun" çağrılarını duyar. Hiç düşünmeden "Cesaretiniz varsa gelin teslim alın" diye bağırır.

Meğer arka taraftan kaçmaya çalışan Ali ve Feryal'e yapılıyormuş o teslim ol çağrıları.

O arada yanına gelen Ahmet Muharrem Çiçek "İlhan yoldaş" diye seslenir ona sıcacık sesiyle "Galiba ben burada öleceğim. Göreyim seni, işkencecilerin karşısında sıkı dur." Bir an durup "Hakkını helal et" diye eklemiş sonra, bir veda gibi.

Son anda bile kendini değil, kolektifi düşünen birinin vedasıdır bu. İnandığı ilkeler için rahatlıkla ölümü göze alabilenlerin, kavganın ve inancın güzelliğini temsil eden ne varsa, hepsi adına yaptığı bir veda.

Bu arada yakaladıkları arkadaşlarını getirirler çatışma yerine.

Kalkan gibi kullanırlar Ali'yi kendilerine. "Ahmet ateş etme beni vuracaksın!" diye bağıran sesi duyulur Ali'nin.

İçi cız eder Ahmet'in, bu mudur o çok sevdiği, canı ciğeri, yıllardır birlikte mücadele ettikleri, çocukluk arkadaşı Ali? Hani nerede bıraktı ilkeleri?

"Aliiii!" diye cevaplar o da "Devrimci onuruna uygun davran Aliiiii!"

Peş peşe attığı sloganlarla çınlatır ortalığı.

İki el ateş sesi duyulur, ardından derin bir sessizlik.

İlk sorgusu, hemen oracıkta, vurulduğu yerde yapılır Kutsiye'nin. "Defolun" demekten başka bir şey çıkmaz ağzından, tepeden tırnağa öfke, tepeden tırnağa isyana kesmiştir o yattığı yerde.

Ayağa kalkması için bir süre itilip kakıldıktan sonra karga tulumba atılıverir polis arabasına, "halkımız"ın polis "gaza"sını kutladıkları alkışları arasında.

Yaşamak direnmektir
Sonrası upuzun bir hastahane macerasıdır aslında; görevlilerin ellerinde iplerle gelip, kendisini nasıl öldüreceğini tarif etmeleriyle başlayan… O gün, orada, o görevlileri ellerinde iplerle görünce anlamıştır o da, o şartlarda, düşmana karşı en büyük zaferin yaşamak olacağını. "Hadi bakalım" demiştir içten içe, madem "kavga düştü payıma" "Yaşamak direnmektir" bundan böyle, hazırlan yeni mücadele biçimlerine.

Tedavi için gelen doktorlara bile söylemez adını.

O hışımla atılır, kalorifer ve lağım borularının geçtiği karanlık ve rutubetli bir yere.

Cezalıdır o artık, yatak bile verilmez, öylece atılır tahta bir ranzaya korkunç acılar içinde. Bu nedenle bir türlü iyileşmez, aksine derinleşir tam kuyruk sokumunun üzerindeki yaraları. Topukları da çürüyüp düşer bakımsızlıktan.

"İnancım ve benden başka kimse yok burada" diye düşünür, "benim sınavım bu, devrimci dalganın yükseldiği dönemde devrimcilik yapmak kolaydır, hadi bakalım burada, bu esaret koşullarında devrimci kal da göreyim."

Rezillik ve yüce gönüllülüğün yan yana yaşandığı ortamda yapılır Haydarpaşa Numune'de ameliyatı.

Ameliyattan hemen sonra içmesi için ağzına zorla su dayayanlar da oldu, sessiz bir ortamda yatması önerildiği halde kulağına radyo dayayanlar da.

Akciğerleri yüzünden nefes alamadığı için bir oda dolusu görevlinin odasında sigara içmesini sağlayanlar da vardı, ameliyattan sonra bir kez bile odaya girmeyen ama her gün çarşaflarının değiştirilmesi talimatı veren klinik şefleri de…

Onlar baskıyı arttırdıkça o da dirence sarılmaktadır, yatağa bağımlı biri ne kadar direnebilirse artık, dış ile tırnak ile, eline ne geçerse.

Bir gün, ikide bir kulağına radyo dayayıp bayılmasına neden olan nöbetçinin elindeki radyo ile kendisine doğru geldiğini görünce dayanamaz artık, kaptığı gibi serum şişesini indiriverir başına. O günden sonra radyo sesi kesilir kesilmesine ama sağlam kalan tek elini de bağlarlar. Direnerek karşı koyma aracı olarak sadece sesi kalmıştır artık: Onu da kullanır büyük bir memnuniyetle.

Avazı çıktığı kadar bağırmaya, slogan atmaya, marş söylemeye başlar. O kadar basittir ki susması karşılığında istekleri: Saçının yıkanması, yaralarına pansuman yapılması ve elinin çözülmesi gibi.

Razı olurlar tabii bir süre sonra. Böylece serum şişesinden sonra sesini de eklemiş olur etkili mücadele araçları listesine.

İki yıla yakın tutuklu kalır Kutsiye. Onca ameliyata rağmen bir daha yürüyemeyeceğini öğrenir. Tam kuyruk sokumunun üstünde, beş santim derinliğinde, on beş santim genişliğinde bir yara taşır bedeninde. Kalan ömrünü tekerlekli sandalyede geçirecektir. Beyninin bir köşesinde bir ses durmadan "iyi ama sen ölmeyi düşünüyordun Kutsiye, sakat kalmayı değil, ne olacak halin?" dedikçe içten içe öyle bir öfke duyuyordu ki çözülenlere.

Tam o sırada okur Kornaros'un Yunan iç savaşını anlatan "Fırtına Çocukları"nı. En çok Stavri Baba tiplemesi etkiler onu, kendisiyle barışıp, hayata daha esnek bakmaya başlar.

O arada siyasal ortam yumuşamış, güdük de olsa bir af yasası çıkmış, tahliyeler başlamıştı. Kutsiye idamla yargılandığı için ilk elde tahliye edileceklerin arasında yoktur tabii ki. Dört gözle ziyaretine gelecek kavga arkadaşlarını beklemeye başlar. Günler geçer, kimse görünmez kapıda. İlk Aktan İnce gelir Fatih Oktulmuş ile birlikte, ellerinde kitaplarla. Hiç ah vah etmeden içeride olan bitenleri anlatmaya başlarlar, gruplaşmalar, tartışmalar falan. Öyle mutlu olmuştur ki Kutsiye, öyle kazımıştır ki belleğine, bir daha unutmaz ömür boyu bu "devrimci dayanışma" inceliğini.

20 Temmuz 1974 günü, hastanenin kapısının önünde buluverir kendini.

Ünlü Kıbrıs savaşı başlamıştır ve yatmakta olduğu Gülhane Hastahanesi sahra hastahanesi olarak kullanılacaktır.

Sudan çıkmış balık gibidir dışarıda.

1974 sonunda, cezaevinden çıkan birkaç kişi uğrasa da yanına, görünmez olurlar sonra.

Gelip de "ah vah" edip, fazla soru soranlarla da o görüşmek istemez zaten. İnsanların kendisine yarı ölü gibi davranmalarına sinir olur. Kim ne derse desin yaşama katılmaya kararlıdır.

1977 yılı olmalı. Gençlerden birinin önerisiyle katılır İstanbul'da düzenlenmiş olan bir geceye.

Öyküsünün "Vuruldum ve sakat kaldım" başlıklı birinci bölümünü tamamlamış yepyeni ikinci bir bölüm başlamıştır artık.

"Şiir, yürek dolusu ışık taşımaktır kavgaya, insanlara" diyerek başlar bu bölüme.

Işığı taşımak kadar şiir yazmaya çalışmak da inatçı bir mutluluktur ona göre.

O duygularla başlar yazmaya.

Işık Kutlu mahlasını kullanır uzun süre Atılım dergisinde yazdığı yazılarda, sonra kendi imzasını kullanır makale ve şiirlerinde.

İlk eseridir "Kavga düştü payıma" şiir kitabı.

Can Dost'tur ilk şiirinin başlığı: "Candır/ Can dost/ Bakışının karası/ Bende kurşun /sende yürek yarası" diye başlayan. Çok sevdiği bir mücadele arkadaşının sevdası için almıştır ilk defa kâğıdı kalemi eline onca yıldan sonra; kavga ile sevdanın diyalektik bütünlük oluşturduğuna inananlardandır ve kavgası gibi sevdaları olsun ister arkadaşlarının.

Arkası gelir sonra şiirlerinin, hepsi birbirinden güzel, birbirinden derin.

Bir bakmışsın "Kelepçem bırakmasın gülüm, ne çıkar? Bu yürek seninle bin zeybek oynar;" dizeleriyle dikilir "Kelepçem bırakmıyor ki Zeybek oynayayım" diyenlerin karşısına, bir bakmışsın "Yoksun" diye seslenir Ahmet Muharrem'e, "Yoksun, Mart'ın on dokuzu / Hüznün kapıları yarı aralık/ Seni yaşamı severcesine düşünüyorum/ umuttan öte düşlerimiz/ ve sınıfsız topluma dair diretmişliğimizle…"

En verimli çağında, 56 yaşında kaybettik onu, 16 Temmuz 2009'da.

"Yaşamak direnmektir" diyen sesi hala kulaklarımızda.

"Yaşamak direnmektir yangın yüreklim / Biz ki yaşamaktan hiç korkmamışız / Ve tek bize hastır 'yaşayan biziz' / Dercesine sessizce ölmek."