3 Aralık 2024 Salı

Harf inkılabı devrim miydi?

Kemalizme dönük "faşizmdi-değildi" tartışmasının yüzeyselliğinden kurtulmak her bakımdan kazandırıcıdır. Zira gayet "laik" faşizmler olabileceği gibi "din" ile iç içe faşizmler de bulunur. Meselemiz, oradan daha derin bir yere ulaşarak tepedenciliğin topluma nasıl dayatıldığını görüp çok daha geniş bileşenli bir müşterek özgür yaşam vaadini on milyonlarla sarıp sarmalamaktır.

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konuşmalarına bakınca, konuşma metnini hazırlayan ekibin zihin dünyasını okumak iyice kolaylaşıyor. Büyük oranda geleneksel 'Türk sağı' ile ona 'mukaddesatçı' aşıyla içerilmiş bir yazar çevresinin okuduklarını, kişisel eğitimlerinde edindikleri bilgilerin tamamını bu prizmadan geçirdiklerini bu vesileyle görüyoruz. Pek çok zaman akla ziyan sayılan komplo teorileriyle, ikide bir uç veren ABD-İsrail-İngiliz-Mason komplosu eksenli çözümleme çabası da kişilerin şahsi tarihleriyle değil bu geleneğin serencamıyla açıklayabiliriz.

Konuşma metni hazırlayıcıları yeni bir şey söylemedikleri gibi, zihin dünyaları epey eski argümanlarla çatılı. Daha ağızlarını açtıkları an ufuktaki son cümle aşağı yukarı belirir. Sürprizi olmayan, kötü bir tematiğe hapsolmuş bu söylemin analizi, güncel siyaset üreticilerine bolca malzeme sağlama kapasitesine sahip.

Peki o argümanlar arasında isabetli olanlar yok mu? Elbette var ve bunlardan biri geçenlerde, yine pek çok aşırı subjektif yorumun arasında ortaya çıktı: "Harf inkılabı." Bu kadim tartışmayı dile getiren Erdoğan'dı ve 1928'deki harf inkılabıyla toplumun bir gecede "cahil" sayıldığını söylerken aslında haklıydı.

Bilindiği gibi Kemalist modernizm tepeden gerçekleştirilen ve pek çok başlıkta topluma dayatılan bir Batılılaşma hareketiydi. Despot yanlarını bu başlıklarda daha kolay sıralayabiliriz. Bunlardan biri "kılık kıyafet kanunu"dur. Şapka ise sembollerden biridir ve bu nedenle pek çok idam gerçekleştirildiği bilinir. Kürt isyancıları bir de kıyafetleri üzerinden aşağılamak, sarık takanları hakir görmek, yoksul köylüyü kendi elbiseleriyle bir şehrin meydanından geçirmemek hatta şapka cekete mecbur bırakmak bunlardan bazılarıdır. Mustafa Kemal'den bahsederken onun kıyafetlerindeki Avrupailiğin hala övünülmesiyse o kafa yapısının bazı mahfillerde işlediğini gösterir.

Emperyalist işgale karşı süren yerel direnişleri merkezileştirip ve elverişli konjonktürü kullanarak kurulan Kemalist Cumhuriyet, kendinden önceki siyasete de geleneksel toplumsal kültüre de mesafeli, hatta yer yer düşman olduğu için "yeni bir toplum yapmaya" karar verir ve çeşitli kanunlar çıkarır. İçeriksiz Batı özentisi müziğe dek yansıtır.

Bahse konu harf inkılabından hareketle pek çok Kemalist, toplumu hakir görür; öncesi olmayan, acz içinde bir cahil pelte analizi yapar ve Cumhuriyet'in kurtarıcılığını bilhassa vurgular. Bu yaklaşımın Anadolu sathında kuşaklar boyunca tepki doğurduğunu tahmin etmek zor değil.

Harf inkılabına atfedilen "ilerici"liği veri sayan bir sol düşünce damarı da vardır. Anadolu'nun çok yerinde sol ile Kemalizm arasında kendiliğinden kurulan olumsuz yakınlığın bu gibi durumlarla ödeşilmemesiyle bağı bulunur. Kılık kıyafet kanununu ilerici addetmek bir dönem solda da belirgindi. Birinin kıyafetinden size ne, bize ne diyen bir sol akıl uzun zaman baskılandı. Hatta başörtüsü bahsinde, pek çok kişiyi hararetli bir "başörtüsüne hayır" ilkelliğini taşıyan da Kemalist modernleşmeyle kesilemeyen bu gibi bağlardı.

Toplumu hakir gören ve onu "eğitmeye" çalışan yaklaşımın tipik kolonyalist zihin dünyasına "yerlilere medeniyet götüren uygar batı" klişesinde de rastlarız. Neredeyse oradan kopyalanmıştır. Valsler, balolar, Batı müziği ve diğerleri menzildeki hedef sayılırken, var olan topluma, var olduğu haliyle düşmanlığa varan bir despotluk hüküm sürmüştür.

Toplamı, Kemalizmin kendisinin toplumdan kültürel tecridine varmıştır. Buradaki yalıtma/tecrit maddi zenginleşme değildir. Bilakis, pek çok Kemalist kadro ve yüksek idareci kötü ekonomik şartlarda yaşamıştır, erken dönem cumhuriyet idaresinde bugünkü iktidarın rövanşist bir üslupla "monşerler" dediği bir ekip yoktur. Ancak konu için bu detay tayin edici değildir. Saflaşma yoksul zenginden daha önce Batılı olan ve kendi halinde bir tür kültürel melezliği yaşatan toplumun geniş kesimi arasındaki saflaşmadır. Bu taraf açısından halk "kara kamu"dur. Halk ise devlet ricalini "Allah korkusu bilmemek" diye etiketler.

Türkiye sol geleneğinde bu saflaşmanın erken teşhis edilememesi, Kemalizmin "ilerici"liğine kanıt olarak harf inkılabının yahut kılık kıyafet düzenlemesinin gösterilebilmesi iktidar aygıtındaki kültürel despotluğun dikkat merkezinde bulunmamasıyla da açıklanabilir. Değilse hangi alfabenin kullanıldığı, kimin hangi kıyafeti giydiği bir sosyalisti neden ilgilendirsin ve o kendisini neden idare memuru sayarak Kemalist retoriği tekrarlasın?

Harf inkılabından önceki Anadolu toplumunu kültürsüz bir kuyu sayan yaklaşımların tamamı esaslı bir problem kaynağıdır. Cumhuriyet'ten önce hiç de durağan bir hayat yoktur. Okur yazarlık oranı da iddia edilenle mukayese edilemeyecek kadar yüksektir; ama okur yazarlık oranına kendi başına bir değer atfetmek de yanlıştır. Roma'dan Bizans'a kadim bir medeniyetin verimleri Kafkaslardan, Balkanlardan, Mezopotamya'dan gelen/aktarılan kültürel verimle melezleşerek toplumsal yaşamı belirleyerek akıp gitmektedir.

Cumhuriyet, aksine, kültürel planda bir kesintiye yol açmıştır. Halihazırdaki tekçiliğin kaynağında da o kesinti vardır. Etnisiteyi dahi reddeden, farklı olmaya imkan tanımayan, köksüz bir yapay uluslaşma projesi kendisini her başlıkta üretmiş ve ideoloji yayıcı memurlarıyla yaymaya çalışmıştır. Ancak adı konulmuş veya konulmamış dirençlerle karşılaşmıştır. Mesela Kürtlerin direnci daha çok siyasal-ulusal plandayken o itirazda kültürel karşı çıkış da bulunuyordu. Anadolu sathındaki örgütsüzlük ve kimsesizlik, fakru zaruret içinde yaşayan halkta, içe dönük örtük itirazlara yol açmıştır. Bakın işte türküleri korumak, halk geleneğini oradan üretmek yani politik alan dışındaki günlük hayat detaylarında "bildiğini okumak" çoğunluğun sessiz direncidir.

Halkın pek çok kesiminde eskiden beri var olan ve son on yıllarda politik İslamcılığın tepe tepe kullandığı "dinimizi elimizden alacaklar" korkusu basite alınamaz; ki bu da düpedüz kültürel bir varoluş korkusuydu. Türkiye emekçi solu bu gibi kaygıları ve durumları vaktinde görebilse özgürlükçü -devrimci bir devrim- sosyalizm perspektifini on yıllar önce geliştirebilirdi.

Kemalizm topluma baktığında amorf bir yığın görüyor ve onu "vatandaş" haline getirmek istiyordu. Emekçi solumuz da uzun yıllar boyunca topluma baktığında "köylü", "proletarya", "küçük burjuva" görmekten ibaret bir darlıkla sakatlandı. Şimdilerde aşılmakta olsa da bu bakış hem zaman kaybettirdi hem politik İslamcılardan Ergenekonculara dek pek çok kesimin topluma dadanmasına, onu kendisi olmaktan çıkararak akıp giden otantik kültürel melezliğni bozmasına yol açtı. Irkçı milliyetçiliğin ve iktidar odaklı dinselliğin topluma musallat olması biraz da bununla ilgilidir.

Kemalizme dönük "faşizmdi-değildi" tartışmasının yüzeyselliğinden kurtulmak her bakımdan kazandırıcıdır. Zira gayet "laik" faşizmler olabileceği gibi "din" ile iç içe faşizmler de bulunur. Meselemiz, oradan daha derin bir yere ulaşarak tepedenciliğin topluma nasıl dayatıldığını görüp çok daha geniş bileşenli bir müşterek özgür yaşam vaadini on milyonlarla sarıp sarmalamaktır.

Konunun edebiyat, sanat gibi başlıkları da var ve Türkiye'de sol sosyalist saydığımız edebi düşüncelerin pek çoğunun bozuma uğratılmış Kemalizmden ibaret olduğunu, Cumhuriyet dönemi "sol" edebiyatçılardan pek çoğunun düşünsel şekillenişinin "sol Kemalizm"den ileri gitmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Kemalist modernleşme projesiyle esastan ve bütün başlıklar üzerinden tartışmak önümüzde duran işlerdendir ve otoriter despotluğun herhangi bir bileşeni veya düzen içi muarızı bütün bu meseleleri çözümleyecek kapasiteye sahip değildir. Biz mi? Biz yaparız; çünkü sosyalizm ezilen insanlığın yegane çıkış yoludur ve durmaksızın yenilenir.