13 Eylül 2025 Cumartesi

'Gazze olmadan cennet olmaz'

41 yıl Fransa'da hapis yattıktan sonra kısa süre önce serbest bırakılan efsanevi siyasi tutuklu Lübnanlı devrimci Georges Abdallah, Filistin, direniş, kurtuluş ve Arap dünyasının geleceği hakkındaki sarsılmaz görüşlerini dile getirdiği devrimci bir manifesto sunuyor.

Efsanevi Georges Abdallah ile görüşmemiz Çarşamba günü saat 16.00'da planlanmıştı. Beyrut'tan, ülkenin kuzeyindeki Kobayat'taki evine zamanında varabilmek için sabah 11.30 civarında yola çıktık. Trablus'ta, Beddawi ve Naher El Bared Filistin mülteci kamplarından iki kadın aktivist, Dalal Shahrour ve Nazira El Hajj de bizimle aynı heyecanı paylaşıyor ve kalan kahramanlardan biriyle tanışmak için bize katıldılar.

Saat 15.30'da vardığımızda Abdallah'ın yeğeni, kardeşi Robert ve kız kardeşi bizi karşıladı. Sıcak evlerinin balkonunda onlara katıldık ve Arap kültüründe misafirlere sunulan geleneksel soğuk içecekler ve tatlılarla ağırlandık. Abdallah'ın serbest bırakılmasını aileye tebrik ettik ve röportaj için ayrılan süreyi sorduk. Robert, bize yarım saatimiz olduğunu söyledi; biz de daha fazla zaman talep etmek için pazarlık etmeye çalıştık.

Bir süre sonra Georges'un oturduğu eve girmemize izin verildi. Georges ayağa kalktı ve sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi bizi sıcak bir şekilde karşıladı. Henüz tek kelime etmeden bile varlığı son derece etkileyiciydi. Kendimizi ve The Palestine Chronicle'ı kısaca tanıttık ve sorularımıza geçmeden önce ona başka bir devrimcinin kitabının bir kopyasını hediye ettik.

Bir saat süren sohbetimizde Georges, hapishanede geçirdiği yıllar ve serbest bırakıldıktan sonraki yaşamına dair izlenimlerini paylaştı. Filistin, Lübnan, İsrail'in varlığında somutlaşan siyonizm, Filistin ulusal projesinin krizi, sosyalizm ile islami direniş arasındaki ilişki ve daha birçok konuda derinlemesine konuştuk. Georges'un çelik iradesi ve sağlam ilkeleri, her nefesinde ve söylediği her kelimede hala belirgin ve güçlü bir şekilde hissedilir. Filistin ve Lübnan'daki direnişin, devam eden İsrail işgaline karşı bir yanıt olduğuna ve Batı emperyalizminin sembolü olan İsrail'in varlığının son bulacağına inanıyor.

George Abdallah'ı, hayatını haklı davalara, özellikle Filistin davasına ve her türlü sömürgeciliğe karşı mücadeleye adamış uluslararası bir aktivist olarak tanıyoruz. Kendinizi nasıl tanıtmak istersiniz?
Ben Arap savaşçılarımızdan biriyim; Filistin devriminin bir savaşçısıyım ve emperyalist ve siyonist baskıya karşı Lübnan direnişinin bir savaşçısıyım. Aktivizmimiz, siyonist varlığın Batı emperyalizminin organik bir uzantısı olduğu değerlendirmesinden kaynaklanıyor. Bu varlığın şu anda ömrünün son bölümüne ulaştığını ve bu nedenle tüm barbarca ve ölümcül rezervlerini halkımız üzerinde serbest bırakacaktır. Halk kitlelerimiz, bu varlığın üstesinden geleceklerini akılda tutarak bu aşamaya hazırlanmalıdır.

Söyledikleriniz, birçok insanın sizi nasıl gördüğüyle tamamen örtüşüyor: Büyük mücadelemizin doğru pusulasını temsil eden bir direniş ikonu olarak. Dolayısıyla Georges Abdallah'ın kendisini gördüğü ile insanların onu nasıl gördüğü arasında hiçbir fark yok.

Halkımız Filistin direnişine büyük güven duyuyor, bu nedenle direnişin her türlü ifadesi son derece değerli. Halkımız mücadeleye büyük destek vermeye ve mücadeleyi kolaylaştırmaya hazır. Bugün Gazze ve Batı Şeria'da olanlar bunu doğruluyor. Direniş saflarında sıradan bir savaşçı olarak, tarihsel olarak halkımızın kararlı olduğunu görüyorum. Devrimlerde her zaman olduğu gibi bazı boşluklar var, ama bu bizi durdurmuyor. Gazze'deki kitleler zayıflamış çocuklarını kucaklıyor, direnmeye devam ediyor ve beyaz bayrağı çekmeyi reddediyor. Dolayısıyla, tüm öznel ve nesnel sorunlara rağmen direnişin çok iyi durumda olduğunu söyleyebiliriz.

Hapishane sizi değiştirdi mi?
Hapishane savaşçıları değiştirmez. Gerçekte, direniş güçlerinden gerekli dayanışma sağlanırsa, hapishane sağlam tutumların oluşmasına yardımcı olur ve benim başıma gelen de budur.

Daha yaşlı, daha deneyimli ve daha fazla vermeye istekli bir savaşçı.

Hapishanedeyken zaman ile nasıl bir ilişki kurdunuz?
Aslında savaşçılar ve aktivistler için hapishanede geçirilen zaman, hayatın önceliklerini düzenleyen bir çerçevedir. Eğer bir aktivist dayanışma bulmuşsa, yani ulusumuzun kitlelerinin günlük mücadelesinde dayanışmayı somut bir ifadeye dönüştüren bir grup insan varsa, o zaman hapsedilmiş aktivist, olağanüstü koşullar altında yapması gerekeni yapan bir savaşçıdır.

Zaman daralır, çünkü mücadeleyi desteklemek için uygun gördüğü her şeyi yapmak için yeterli zamanı yoktur; ister okumak, ister müdahale etmek, ister başka şeylerle uğraşmak olsun. Bu durum benim için de geçerliydi.

Yani, hapishanede zamanınız kısıtlı mıydı?
Savaşçılar ve aktivistlerden beklenenleri yapmak için zaman yetersizdi. Mütevazı imkanlarım dahilinde elimden geleni yaptım.

Al Mayadeen ile yaptığınız röportajda, hapishanedeki günlerinizin çok düzenli olduğunu ve aldığınız mektupları okumakla geçen bir günlük programınız olduğunu söylemiştiniz. Hapishanedeyken kimlerle yazışıyordunuz?
Hapishanede bulunan ya da hapiste kalan savaşçılar ve aktivistler, ailem ve arkadaşlarımla iletişim kurabiliyordum. Bu, o ülkede ya da bu ülkede kitlelerin mücadelesi sayesinde sağlanan imkanlar göz önüne alındığında normal bir durumdu. Fransız hapishanelerinde ise, ilgili makamlara numarasını verdiğiniz sürece istediğiniz kişiyi aramanız için bir telefon sağlanıyordu. Böylece, aramak istediğiniz herkesle iletişime geçebiliyordunuz.

Kitaplar yoldaşlar tarafından temin ediliyordu ve bu sayede okumak ve başka şeylerle ilgilenmek için bolca fırsat bulunuyordu. Ancak okunması gereken her şeyi okumak ve bu konulardaki tartışmalara katılmak çok zaman alıyordu.

Hapishanedeyken herhangi bir psikolojik veya fiziksel şiddete maruz kaldınız mı?
Savaşçılar ve aktivistlerin maruz kaldığı her şeye maruz kaldım. Tüm prosedürlerin benim için bir sorun oluşturmadığını söyleyebilirim. Başka bir deyişle, kişisel açıdan, herhangi bir özel baskıya maruz kalmadım ve objektif açıdan, sayısız yoldaşlarım tarafından sağlanan birçok kaynağa sahiptim.

Çok sayıda yoldaş vardı ve sırayla beni hapishanede ziyaret etmeye geliyorlardı. Bu nedenle, hiçbir zaman yabancılaşma veya tecrit hissi yaşamadım. Dayanışma hareketi günlük mücadelenin bir parçasıdır; bu nedenle, bu anlamda kişisel bir ıstırap yaşamadım. Zamanla bir mücadele var. Tüm bu zamanı, okumalarımı ve müdahalelerimi mümkün olduğunca geliştirmek için kullanmak istedim. Ancak, hayatın öncelikleri nedeniyle bu zamanın sınırları var.

Filistin ve Lübnan hakkında konuşalım. Birden fazla röportajda Georges Abdallah ile dayanışmanın Filistin ile dayanışma ile eşdeğer veya bunun bir parçası olduğunu söylediniz.
Georges Abdallah ile dayanışma, ancak Gazze'deki soykırım savaşına karşı mücadelenin çerçevesi içinde anlam kazanır. Bu, dayanışma meselelerinin kapsamına giren mücadelenin bir parçasıdır, bu çerçevenin dışında veya ona paralel değildir.

Sizce, El Aksa Tufanı operasyonu olmasaydı, bugün aramızda olur muydunuz?
El Aksa Tufanı çok önemli bir operasyondur. Ancak El Aksa Tufanı operasyonunun ayrıntılarına girmeden söylemeliyim ki, benim durumum bu çerçeveye girmiyor. Aksa Tufanı, zamanlaması ve etkinliği açısından çok başarılıdır. Elbette burada ya da orada bazı boşluklar bulunabilir, fakat kendimizi suçlayacak değiliz; yapmamız gereken, operasyonu değerlendirmektir.

Bu operasyon doğru zamanda gerçekleşti, çok uygun oldu ve mücadeleyi ileriye taşıdı. Aynı zamanda, onu gerçekleştirenlerin ve yaşayanların omuzlarına yeni sorumluluklar yükledi. Filistin devrimi çerçevesindeki yoldaşların, Filistin devriminin ulusal programını incelemekte başarılı olmalarını umuyorum. Hepimiz biliyoruz ki, Filistin ulusal programı tarihi bir çıkmaza girmiştir.

Şüphesiz El Aksa Tufanı operasyonu, bazı noktaları netleştirmek ve kimi sapmaları düzeltmek konusunda önemli bir rol oynamaktadır. Ancak Filistin ulusal projesinin krizini çözmeden bu çıkmaz devam edecek ve bunun ağır bedelini ödemek zorunda kalacağız. Bu krizin üstesinden gelmek, Filistin sahnesindeki tüm güçlerin sorumluluğudur. Çünkü bu mesele yalnızca bir birlik ya da birlik olmama meselesi değildir; kriz bundan çok daha derindir. Filistin ulusal kurtuluş hareketinin bir parçası olmayı hak etmek için gerekenleri yapmak, tüm aktif güçlerin omuzlarındaki sorumluluktur.

Nedir bu kriz?
Kriz, Filistin ulusal projesinin tüm yönlerini etkiliyor. İsrail, Batı emperyalizminin organik bir uzantısıdır. İsrail bir sömürge veya sadece bir yerleşim yeri değildir. Bu emperyalist Batı'nın organik bir uzantısıdır. Bu nedenle, emperyalist Batı ile yüzleşmek, kapitalist emperyalist sistemin kriziyle yüzleşmeyi gerektirir. Bu organik uzantıyla yüzleşenler, kapitalizme düşman bir zeminde durmalıdır.

Bu nedenle, Filistin burjuvazisinin çeşitli ifadelerle (islami, milliyetçi, yarı milliyetçi, devlet odaklı vb.) liderliği bu konuda bir sorunla karşı karşıyadır. Filistin solu ise, bu organik uzantıyla yüzleşmek için ulusal bir birlik inşa edemediği için çok utanç verici bir durumdadır. Elbette bunlar herkesin omuzlarına düşen büyük sorumluluklardır.

Bununla birlikte direniş çok iyi bir durumdadır. Halk kitlelerimiz, Gazze'nin çocukları zayıf düşmüş ve bir bardak süte muhtaç olsalar bile, siyonist düşmanla büyük ve güçlü bir kararlılıkla yüzleşmeye devam ediyor. Ancak Gazze asla beyaz bayrak çekmeyecek, bu da son derece önemli bir noktadır. Bundan sonra nasıl ilerleyeceğimiz ise Filistin önderliğinin belirleyeceği bir konudur.

Ama bu konuda ne söyleyeceğinizi merakla bekliyoruz.
Herkes endişeli, fakat Filistin devriminin gerçek önderleri bu durumu en iyi bilenlerdir ve bir dizi soruya yanıt vermek zorundadırlar. Bu sorular; ulusal projenin krizi, Oslo anlaşmasının yarattığı kriz, Filistin Yönetimi'nin krizi, El Fetih ile Hamas arasındaki bölünme krizi, Filistin güçlerinin dağınıklılığı krizi, isimleri sadece unvana dönüşmüş olan örgütlerin tasfiyesi krizi ve Filistin devriminin anası olan El Fetih'in kriziyle ilgilidir.

Fetih nerede, şu anda ne durumda? Fetih nerede, Hamas nerede, ikisi ne yapıyor? Kriz son derece karmaşık ve çok boyutludur. Filistin halkı, bu krizi çözmek için entelektüel, örgütsel ve direniş gücüne sahip, ancak bunun için her düzeyde çok daha fazlasına ihtiyaç var. Filistin Yönetimi'nde görevi yalnızca İsrail ile güvenlik koordinasyonunu yürütmek olan yaklaşık 60 bin tam zamanlı savaşçının bulunması kabul edilemez. Ulusal birlikten bahsettiğimizde, hangi birlikten söz ediyoruz? 60 bin savaşçının fedaileri kovalayıp İsrail'e teslim ettiği bir birlikten mi, yoksa çocuklarının açlıktan öldüğünü görmesine rağmen hala bayrağı elinde tutanların olduğu bir birlikten mi? Elbette hepimiz iç savaşın tehlikelerini biliyoruz, ancak ulusal projenin ikilemi hala sürüyor.

Tüm Filistin örgütlerinin önderleri Pekin konferansında bir konuda anlaşmaya vardılar, fakat sonuç ne oldu? Sonuç, İsmail Haniye'nin suikasta uğraması oldu. Peki Haniye neden öldürüldü? Çünkü Hamas'ın birlik çağrısı yapan kanadının bir parçasıydı. Bu durum, Filistin Yönetimi'nin bu çağrıyı memnuniyetle karşıladığı anlamına gelmiyordu. İşte ulusal projenin krizi budur.

Bu sorumluluk, hem Filistin içinde hem de dışında bulunanların omuzlarındadır: Gazze ve Batı Şeria'daki direniş savaşçıları, Filistin Yönetimi'nin bir parçası olanlar ve hatta İsrail hapishanelerinde bulunanlar. Bu kuşkusuz büyük bir krizdir, fakat Filistin toplumunun aktif üyelerinin bunu aşabileceğine inanıyorum.

El Aksa Tufanı operasyonundan kısaca bahsettiniz. Bunu ilk duyduğunuzda şaşırdınız mı?
Aksa Tufanı herkesi şaşırttı ve bu, başlı başına bir sorun olmakla birlikte ulusal projenin krizinin bir parçasıdır. Bu durum, operasyonun değerini hiçbir şekilde azaltmaz. Aksa Tufanı, İsrail ile olan çatışmanın tarihinde bir dönüm noktası oldu, ancak aynı zamanda herkese büyük sorumluluklar yükledi. Düşman, artık varlığının son bölümünde olduğunu çok iyi biliyor; bu, yalnızca askeri bir gerileme meselesi değildir. El Aksa, bu son bölümün önceliklerini belirlemenin ilk adımıdır.

Herkes bu sorumluluğun üstesinden gelmelidir; özellikle Filistin içinde ve dışında mücadelenin önceliklerini belirleyenler. Arap halkı da bu sorumluluğu taşımaktadır ve ulusal projenin sorumluları şu soruyu sormalıdır: Arap halkı neden bu kadar ilgisizdir?

Filistin önderliği, bu terk edilmeye yabancı değildir. Mısır ve BAE arabulucu rolünü üstlenirken, Mısırlı kitlelerin mücadelenin ön saflarında yer almadıkları için özür dilemelerini nasıl bekleyebiliriz? Bu, muazzam bir krizdir. Filistin devriminin değeri, Arap devriminin kaldıracı olarak oynadığı rolde yatmaktadır. Tarihsel olarak Arap devriminin kaldıracı olmuştur, ancak çeşitli nedenlerle artık bu rolünü oynamamaktadır. Filistin önderliği, bu rolü neden terk ettiğini açıklamak zorundadır.

Amerikan emperyalizminin ana üssüne ev sahipliği yapan Katar'ı bir arabulucu olarak görüyorum. Peki, kim ile kim arasında arabulucu? 120 milyon Arap nüfusuna sahip Mısır'ı da bir arabulucu olarak görüyorum ve aynı soru burada da geçerlidir. Mısır, El Ezher'dir (Arap dünyasının en büyük İslam kurumu olarak kabul edilir) ve El Ezher bir turizm acentesi değildir; farklı renkten insanları kapsayan, ulusun tüm değerlerini temsil eden medeni bir kurumdur. 80 milyon insan El Ezher'i (manevi) otorite olarak görmektedir. Peki, bu 80 milyon insan nerede? Onların hareketsizliğinden kim sorumludur? El Ezher sorumludur. Bu bağlamda Filistin devriminin rolü nedir?

80 milyon insanın yalnızca bir milyonunun Refah'a gidip orada namaz kılması yeterlidir. Silah taşımaları veya bunu Hamas'a, Halk Cephesi'ne ya da başka bir gruba sunmaları gerekmez; tek yapmaları gereken Gazze'deki çocuklara bir bardak su veya süt taşımaktır. El Ezher, bu eylemsizlikten sorumludur. Gazze sınır kapısında kılınmayan namazların kabul edilmeyeceğini bilmelidir. Mısır'daki tüm inananlar, cennete giden bir yol olmadığını da bilmelidir; çünkü Filistinli çocuklar cennete yükselirken tüm yolları işgal etmişlerdir. Cennete girmek isteyenler Gazze'ye gelmelidir; aksi takdirde onlar için cennet yoktur.

El Ezher, Filistin şeyhleri ve İslami hareketlerin liderleri bunu çok iyi bilmektedir. Mısır'ın bu soykırımda arabulucu mu yoksa ortak mı olduğunu belirleyenler onlardır. Suudi Arabistan ve Muhammed Bin Abdallah'ın rolünü oynayıp oynamadıklarını da onlar bilmektedir. Muhammed Bin Abdallah'ın kabesi, antika bir kap değildir; bu ulusun sahip olduğu her şeyi temsil eder. Peki, bütün bunların içinde nerede duruyoruz?

Arap halkının diktatörler ve İsrail varlığının ajanları tarafından yönetilen güçsüz bir halk olduğunu söyleyenlere katılıyor musunuz?
Bu kesinlikle kabul edilemez. Arap rejimleri ajan değildir; aslında devam eden soykırıma doğrudan veya dolaylı olarak katılıyorlar ve bu kesinlikle tartışmaya açık bir konu değildir. Ancak gördüğüm kadarıyla, Mısır'da yapılan gösteriler sırasında sokakta tek bir kişi bile öldürülmedi; çünkü insanlar gösterilere katılmadı. Greta İsveç'ten gelip Gazze ile dayanışma için bir bardak su kaldırırken, neredeydiler? Rima Hassan Fransa'dan gelip Gazze ile dayanışma için bir bardak süt kaldırırken, neredeydiler?

Mısırlı denizciler nerede? Bu aktivistler, balık taşımaya bile uygun olmayan bir tekneyle geldiler ve Mısırlı denizciler buna sessizce, adeta "maymun" gibi izledi. Bütün bunların içinde Filistin devrimi nerede duruyor? Tüm Arap dünyasında ihanet var; Yemen'de veya diğer Arap şehirlerinde yapılan birkaç gösteri yeterli değil. Ürdün nerede? Ürdün halkı nerede? Amman halkının yüzde 60'ını oluşturan Filistinliler nerede?

Elbette, tüm bunlar ulusal projenin kriz kapsamına giriyor, çünkü bu güçler ulusal eylemden sorumludur. Filistin ulusal eylemi ya Filistin'i tüm Arap ulusu için devrimci bir kaldıraç olarak yükseltmeye çalışır ya da bu rejimleri korumaya hizmet eder.

Gazze'deki zulümlerin ardından, direniş projesine inanan birçok kişi artık inanmıyor. Buna ne dersiniz?
Ben böyle insanlar görmüyorum. Gazze'de, çocuklarının iskelet gibi titremesine tanık olan ve buna rağmen beyaz bayrak değil kırmızı bayrağı diken ebeveynleri görüyorum. Gazze hala beyaz bayrağı çekmedi ve Gazze halkı şehri terk etmeyecek. Kendini suçlamak ya da moralinin çöktüğünü iddia etmenin zamanı değil.

Gazze'de kahramanlar var. Bu gezegende, Gazze'dekiler gibi insanlar yok. Gazze, Hiroşima'ya atılan bombadan üç kat daha fazla bombalandı. Gazze'ye 17 bin ton patlayıcı atılırken, Almanya'nın Dresden kentine 5 bin ton atılmıştı. Dresden düştü, ama Gazze teslim olmadı. Bugün, Avrupa'da özgürlük sembolü olan Filistin keffiyehini dalgalandırmayan tek bir şehir bile yok.

Filistin devrimi tarihsel olarak küresel sahnede şu anda olduğu kadar öne çıkmamıştı. Sorun, ulusal projemizde ve ulusal önderliğimizde yatmaktadır. Dünyanın dört bir yanındaki kitleler Gazze'nin yanındadır. Peki önderlerimiz gerçekten Gazze'nin yanında mı? Amerika'daki Yahudi gençlerin yüzde 30-35'i Filistin keffiyehini ve Filistin bayrağını kaldırıp bu siyonist varlığın hem Yahudi halkının hem de Filistin'in düşmanı olduğunu ilan ettiğinde, bu ne anlama geliyor? Bu, İsrail'in varlığının geri sayımının başladığını gösteriyor. Bütün bunlar olurken önderlerimiz nerede? Önderlerimizin şehit düşmesi veya sürüklemesi yeterli değildir; kitlelerin enerjisini tespit etmeleri ve buna yatırım yapmaları gerekir. Bu da gerçekleşmiyor, çünkü bu bahsettiğimiz krizin bir parçasıdır.

Filistin devriminin İsrail hapishanelerindeki mahkumlarının yüzde 50'den fazlasının El Fetih'ten olduğunu unutmayalım. Ancak Oslo Anlaşmaları'na da El Fetih aracılık etti ve ulusal projenin krizine neden olan da El Fetih'tir. Yine de El Fetih, şehitlerin anasıdır, devrimin anasıdır ve mahkumların anası olmaya devam ediyor. İşte ulusal projenin ikilemi budur. Fetih üyelerinin yüzde 50'den fazlası İsrail'in elindeyken, 60 bin Fetih savaşçısının (Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas ve diğerlerinin komutası altında) paralı asker olarak çalışması nasıl açıklanabilir? Bu, ulusal projenin krizini somutlaştırmaktadır.

Bu konular Fetih hareketinin liderliği tarafından ele alınmalıdır. Bu, yüzleşmemiz gereken bir gerçektir. Peki onlar bu gerçekle nasıl yüzleşecekler? Filistin mücadelesine her yerde öncülük eden güçler bu sorulara yanıt vermelidir. Ayrıca Filistin dışındaki kamplarımızın durumu ve kaderi hakkında da cevap vermelidirler. Filistin devrimi, kampların devrimidir. Filistin halkı, kampların halkıdır. Kampları olmayan Filistin halkı yoktur. Kamplar, Filistin kimliğinin temelidir. Bugün kamplarımız nerede? Bugün Sabra ve Şatilla ne durumdadır? Kamp içindeki Filistinlilerin oranı nedir? Gelecekleri nedir? İlgili liderler bu sorulara yanıt vermelidir.

Bu yerler prensipte yarı özgürleştirilmiştir ve bize söylendiği gibi güvenlik kaosunun hüküm sürdüğü yerler değildir. Yarı özgürleştirilmişlerdir, çünkü Filistin'in özgürleşmesinin tüm özelliklerini taşımaktadırlar; fuhuş, uyuşturucu kaçakçılığı gibi sorunların merkezi değillerdir. Peki kampların sorumluluğunu kim üstleniyor? İşte bu da ulusal projenin krizinin bir parçasıdır.

Gazze'deki soykırımdan sonra Filistin'deki durum ne olacak?
Gazze'deki soykırım devam etmeyecek. Soykırım başarıya ulaşmayacak ve İsrail varlığı son bölümünü yaşarken Gazze ve Batı Şeria zafer kazanacak, bu şiirsel bir konuşma değil.

Bunu birden fazla röportajda tekrarladınız.
Bunu tekrarlayan tek kişi ben değilim. İsrail'in şu anda yaşadıklarını daha önce hiç yaşamadığını anlamalıyız; bu yüzden tüm barbarca güçlerini üzerimize kullanacaktır. Bu, ölüm makinesini en üst düzeye çıkarmak anlamına gelecektir. İsrail, önümüzdeki günlerde, haftalarda ve aylarda tüm kullanılmamış barbarlığını halkımıza yöneltecektir. Ulusal projenin liderleri bu durum karşısında ne yapacak? El Aksa Tufanı operasyonunu planlayanlar bununla nasıl yüzleşecek? Bunlar, tüm fraksyonların cevap vermesi gereken sorulardır.

Yahya Sinwar gibi bir öncü, Katar'da veya başka bir yerde sığınakta kaçak olarak değil, sahada şehit düştüğünde, direniş mutlaka zafer kazanacaktır. Halkımızın direnişi zafer kazanacaktır. Sinwar ve Haniyeh gibi ne kaçan ne de "barış" arayan insanlar sayesinde zafer gelecektir. Bu öncüler ve direnişleri yenilgiye uğratılamaz. Halkımız bunun farkındadır ve ne Gazze'de ne de başka bir yerde beyaz bayrağı dalgalandırmayacaktır.

Bu nedenle, mevcut liderlerin ulusal krize çözüm bulma sorumluluğu çok büyüktür. Bu çözümler kaçınılmaz olarak gelecektir, ancak insan hayatına mal olan bedeli çok büyük olduğu için gecikmelerden dolayı üzüntü duyuyoruz.

Arap dünyasındaki İslam devrimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yaklaşımınız birçok solcudan farklı görünüyor. Bu konuyu ideolojik bir bakış açısıyla değil, operasyonel bir bakış açısıyla değerlendirdiğiniz izlenimini ediniyoruz. Bu doğru mu?
Biz ideolojik bir rekabet içinde değiliz; elimizde çoğunluğu Müslüman olan Arap kitleleri var. Bu, ulusumuzun organik yapısıdır ve ideolojik bir tercih değildir. Bu insanlar, ellerinde ne varsa onunla direnirler; ister Kur'an olsun, ister bilimsel analiz, isterse füze. Arap kitlelerinin ellerinde ne olduğunu belirlemek, mücadelenin sorumlularının görevidir.

Mısır arabulucu rolünü üstlenirken, Katar en büyük Amerikan üssüne ev sahipliği yaparken, Arap kitlelerine ne mesaj veriyorum? Mısır istihbaratıyla görüşüp, Katar ve Amerikan istihbaratıyla koordinasyon sağlamalarını bekleyerek devrim krizinden veya ulusal proje krizinden bir çıkış yolu bulabileceğimi mi umuyorum? Bundan şüpheliyim. Arap kitlelerinin hareketsizliği de dahil olmak üzere, tüm bu eylemler mevcut çıkmaza katkıda bulunmaktadır.

Sol ile mevcut İslam devrimleri arasında bir buluşma noktası olabileceğini düşünüyor musunuz?
Tüm kurtuluş hareketleri, tüm toplumsal aktörlerin içinde çalıştığı bir ulusal proje oluşturmuştur. Devrim nerede kazanırsa kazansın, bunu ulusal birlik sayesinde başarır. Ancak bu birlik, bir kişinin diğer bir kişiyle buluşması anlamına gelmez; aslında, bir projeyi savunmak için tüm halk bloğunun bir araya gelmesini gerektirir.

Yine El Ezher'i ele alalım. Filistin'le bağlantılı herhangi bir Arap veya aktivist gibi, ben de bunu marksist ideoloji ile İslam ideolojisi arasındaki ilişki açısından değil, halkımızın hareketinin çerçevesi içindeki nesnel konumu açısından değerlendiriyorum. Aynı şey Mekke için de geçerlidir. Ben bunu ideolojik bir perspektiften değil, dünyadaki Müslümanlar için öneminden hareketle değerlendiriyorum. Ulusal projenin sorumluları, dünya halklarını Filistin'e doğru harekete geçirmek için "kıblelerini" ne yaptılar? Bunu komünist olduğum için ya da inanan biri olduğum için söylemiyorum; bunu, konuyu inceleyen ve kabul edilemez olduğunu belirten, çatışmayla en ufak bir bağlantısı olan herhangi bir kişi olarak söylüyorum.

Sloganlardan uzaklaşıp Lübnan'a geçersek, oradaki durumu nasıl görüyorsunuz?
Durum hassas, ama aynı zamanda iyi. Direniş, en iyi önderlerini şehit olarak feda etti.

Ama ülkede derin bir bölünme hakim.
Lübnan'da olanlar, dünyadaki diğer ülkelerden farklı değil. Dünyadaki tüm direniş hareketlerinde, ülkelerini savunmak için kendilerini feda eden insanlar ve sadece izleyen korkaklar bulursunuz. Dünyanın hiçbir yerinde direnişin tüm halkın desteğini aldığı bir ülke yoktur. Mezhepsel bağlılık başka bir konudur, ama ben soruyorum: Lübnan'ın kimliğini ve haysiyetini savunan projenin arkasında kim var? Direniş. Bir işgal var; dolayısıyla direniş ilk tepkidir. Direniş dışında ulusal nitelikte bir çözüm yoktur.

Bu direniş hakkında istediğiniz her şeyi söyleyebilirsiniz; tüm Lübnan halkını temsil etmesi gerektiğini, şöyle ya da böyle olması gerektiğini söyleyebilirsiniz. Ancak, konuşma hakkına sahip olmak için, işgalin değil, direnişin tarafında olmalısınız. İşgalin tarafındaysanız, konuşma hakkınız, hatta var olma hakkınız bile yoktur. Ülkeniz işgal altındayken, düşmanın yanında duranların, statüleri veya gerekçeleri ne olursa olsun, var olma hakları bile yoktur.

Peki, bu insanlara ne yapacağız?
Düşmanla işbirliği yapan güçleri nasıl izole edeceğimizi ve bu güçlerin kitlelerine nasıl yaklaşacağımızı belirlemek, direnişin ve direniş kitlelerinin sorumluluğundadır. Ben hayatımı esaret altında geçirmedim; ülkesi için canını feda eden bir şehit de öyle. Bu, yalnızca sonunda bu ülkenin egemenliğini temsil etmediğimiz damgası vurulmak için değildir. Vatanı savunanlar bu ülkenin egemenliğini temsil eder; İsrail'i kucaklamaya hazır olanlar değil.

Ordu ile direniş arasında bir çelişki olduğunu söylemek yanlıştır. Bence, her direniş savaşçısı gibi, bizim görevimiz de herhangi bir direnişin varlığını haklı kılan nedenleri ortadan kaldırmak için güçlü bir ulusal ordu kurmaktır. Bu bizim hedefimizdir. Hedefimiz, bir askerin ailesini geçindirebilmesi ve ülkeyi savunabilmesi için sadece sembolik bir maaş değil, makul ve yaşanabilir bir maaş almasıdır.

Direnişin önderliği, egemenlik ve vatanı hepimiz için savunma sorumluluğunu yerine getirmeyenleri tecrit edecek, ulusal devleti kurmak için tüm imkanlarıyla herkese açık olma cesaretine ve netliğine sahip olmalıdır. Hepimizin güvende olduğu bir vatan; aksi takdirde hepimiz kaybedeceğiz ve hiçbir taraf diğerine üstün gelemez.

Öyleyse, böyle bir ordu kurana kadar direnişin devam etmesi gerektiğini mi düşünüyorsunuz?
Elbette, aksi halde ne yapacağız? Dünyada herhangi bir saldırıya karşı her zaman ilk tepki direniş olmuştur. Umarım biz de, tüm direnişin yerini alabilecek güçlü bir ordu kurmayı başarırız. Ancak bu gerçekleşene kadar, İsrail karşısında çıplak mı kalacağım? İsrail'e burada bir açıklama, orada bir açıklama ile mi karşı çıkacağım? Ben İsrail'i düşman olarak gören bir ordu istiyorum.

Askerlerimiz onurludur; mafya üyeleri değildir. Lübnan'ın her yerinden gelmiş olabilirler, ancak ülkeyi ve halkımızı savunabilmek için iyi eğitilmiş ve donanımlı olmaları gerekir. Bize ABD, Fransa ve İngiltere'nin dostumuz olduğu söyleniyor. Harika, bırakın ordumuza silah sağlasınlar. Ama gelip bana ABD'nin dostumuz olduğunu söylerken bir yandan da silahlarımızı teslim etmemizi ve İsrail'i tanımamızı istiyorlarsa, aksi takdirde "İsrail size tokat atacak" diyorsa, bu kabul edilemez. Elimdeki tüm imkanlarla direnmeye devam edeceğim. Direniş, Amerikan elçisini veya başka birini karşılamaya izin vermemeliydi. Biz, bu ülkenin halkı, düşmana nasıl boyun eğeceğimizi değil, ona nasıl direneceğimizi belirlemek için bir araya gelmeliyiz. Normalleşmeyi değil, direnişi ve karşı koyma yollarını belirlemek için bir araya geliyoruz.

Herkes bugün Lübnan'dan ne beklendiğinin farkında. Lübnan'dan Arap kimliğini, özellikle Filistin meselesini terk etmesi ve siyonist düşmanla barış içinde yaşaması isteniyor. Bu düşmanla hiçbir şekilde bir arada yaşama olmayacak; ne bugün, ne yarın, ne de ondan sonraki gün. Eğer biri bu normalleşmeyi destekliyorsa, direniş ona karşı savaşacaktır. Eğer bir parti bu normalleşmeyi destekliyorsa, ona da karşı savaşacaktır. Eğer bir mezhep normalleşmeyi destekliyorsa, direniş ona da karşı savaşacaktır. Kim kumar oynamak istiyorsa oynayabilir, ama normalleşme olmayacaktır; çünkü halkımız bunu kabul etmeyecek ve halkımız direnen bir halktır.

Mevcut direnişin bazı kusurları olabilir ve biz de ona karşı bazı çekinceler taşıyabiliriz. Devam edin ve bana daha iyi bir direniş bulun. Ama gelip bana bu direnişin yetersiz olduğunu ve bunun yerine bana bir İsrail askeri getireceğinizi söylerseniz, o zaman sizinle ve İsrail askerleriyle savaşırım. Lübnan'daki durumun karmaşıklığına rağmen, mesele bu kadar nettir.

Şam'da, direniş projesinin vurulduğu, devletin ve toplumun da hedef alındığı bir model uygulanıyor. Lübnan'ın mezheplere ve kabilelere dönüşmesi isteniyor! Devleti ve orduyu etkisiz hale getirip bizi savaşan milisler haline getirmek istiyorlar; sonra Amerika ve İsrail gelip her mezhebe, "Sizi diğerlerinden koruyacağım" diyecekler.

Lübnan'da önerilen şey, Suriye'de olanlarla aynıdır. Buna direnişçi kitlelerimiz karşı çıkacaktır. Daha iyi bir direniş mi istiyorsunuz? Daha iyisini inşa etmek için çalışın. Ama gelip bana Lübnan'ın egemenliği için İsrail'e boyun eğmeniz gerektiğini söylemek saçmadır. Egemenlik bir takım elbise değildir; egemenlik, ülkeyi korumak için alınan operasyonel önlemlerdir. İsrail Lübnan topraklarının bir kısmını işgal ediyor; ne yapmalıyım? Bazıları, "ona boyun eğerseniz barış içinde yaşayabilirsiniz" diyor. Ben onlara hayır diyorum; halkımız tarih boyunca milyonlarca şehit verdi ve bu varlıkla bir ittifakı kabul etmedi, etmeyecek.

Son olarak, hayatınız için endişe duyuyor musunuz?
Hayır, hiçbir şeyden korkmuyorum. Georges Abdallah, diğerleri gibi sıradan bir vatandaş ve bu sıralar cesur biri de değil.

Şu sıralar zamanınızı nasıl geçiriyorsunuz?
Gördüğünüz gibi, röportajlar ve dostlarımı ağırlamakla geçiriyorum. Daha sonra kampları ziyaret etmek, arkadaşlarımı görmek ve halkımın nerede olduğunu öğrenmek istiyorum.

*Samaa Abu Sharar'ın, Lübnanlı devrimci Georges Abdallah ile yaptığı ve Palestine Chronicle'de yayımlanan röportaj Ivana Benario tarafından ETHA için Türkçeye çevrilmiştir. Kısaltarak yayımladığımız röportajın aslına buradan ulaşabilirsiniz.