3 Mayıs 2024 Cuma

Ender Çelikel yazdı | Erdoğan seçimleri kazandı ama rejim krizi sürmektedir

AKP'nin üstlendiği, lakin başarısız olmasının da ötesinde daha da derinleştirdiği sorunlar, Türkiye'de devleti yine restorasyon ihtiyacıyla karşı karşıya getiriyor. Erdoğan rejiminin aldığı oylar, rejimin milliyetçilik ve erkek egemen devlet şiddet tekeliyle ayakta durduğunu ve de toplumun büyük kesimini kapsayamadığı realitesini değiştirmiyor. Erdoğan rejimi ekonomik ve siyasi enkazı, toplumsal yarılmayı milliyetçilik ve şiddet aygıtıyla daha fazla yönetemeyecektir.

AKP'yi 2002 yılında iktidara taşıyan asıl faktör, "asrın lideri" R. Tayyip Erdoğan'ın siyasi dehasından ziyade, içerde ve dışarda oluşan konjonktürdü. 2002'deki konjonktür, Erdoğan için "Allan'ın bir lütfu" idi.

Neydi bu konjonktür? Marksist telaffuzla, Türkiye'de bir tür devrimci durum söz konusuydu. 1990'larda şiddeti artan Kürt savaşının, Türkiye'ye özgü diğer yapısal sorunların, ekonomik ve siyasi türbülansın ürettiği rejim krizi, Türk egemen sınıflarının geleneksel partilerince yönetilemez hale gelmişti. Türk siyasetinin adeta bir klasiği olan "darbe dinamiği"ni harekete geçiren ekonomik, sosyal ve siyasal faktörler bir kez daha tüm yönleriyle olgunlaşmıştı. Toplumdaki güven duygusu kaybolmuştu. Mafya-siyaset-devlet ilişkileri, yolsuzluklar, hortumculuk meclisteki bütün partileri itibarsızlaştırmıştı. Devleti ayakta tutan rejim ideolojisi (Kemalizm) toplumu yeniden birleştirecek ve devleti restore edebilecek işlevi göremiyordu. Devlet Kürt, Alevi ve İslam eksenli parçalanmışlığı sonlandırabilecek ve toplumsal rıza üretebilecek kapsayıcı bir ideolojiyle yeniden yapılandırılmalıydı.
Böylesi dönemlerde, Türkiye'de bu 'tarihsel rolü' her daim TSK olarak anılan ordu üstlenmişti. Ne var ki 2000'lerin başına sarkan çok boyutlu rejim krizi orduya da sirayet etmişti. Uzun erimli Kürt savaşı başta olmak üzere bir dizi sosyal ve siyasal olay ordunun ideolojik-politik hegemonyasını büyük ölçüde sarsmıştı. İbni Haldun'un deyimiyle, TC devletinin kurucu unsuru olan ordunun "asabiyeti" bozulmuştu.

Türk egemen sınıfları cephesinde durum böyleyken ezilenler cephesindeki durum nasıldı? Türkiye'de devrimci durum söz konusuydu ancak ezilenler alabildiğine örgütsüz ve dağınık durumdaydı. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin diktatörlük aygıtı olan TC devleti eliyle işçi sınıfı ve ezilenler devrimci öncülerinden mahrum kılınmıştı. Kürt özgürlük hareketinin lideri esir alınmış ve askeri güçleri sınır dışına çekilmişti. Türkiye devrimci hareketiyse politik bir kuvvet olmaktan çıkarılmıştı.

AKP'nin ampulü, geleneksel düzen partilerinin tamamının teşhir olduğu ama devrimci bir alternatifin de doğamadığı bir karanlıkta parladı. AKP, kitlelerin güven arayışının ve büyük kentlerde ekonomik ve sosyolojik ağırlığı artan orta sınıfın "değişim" arzusunun üzerine oturdu.

Hem işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisi hem de uluslararası sermayenin kaptanı ABD, burjuva uygarlığının Türkiye'deki özgülleşmesi olan egemen ideoloji Kemalizmi liberal temelde eleştiren AKP'ye vize verdi. Neoliberal politikalar izleyeceğini ve kullanışlı bir aparat olacağını taahhüt eden AKP, aynı zamanda Müslüman bir ülkede "Batı tipi demokrasi"siyle Ortadoğu ülkelerinin rol modeli olacaktı.

2000'lerin başındaki rejim krizi ve kitlelerdeki güven bunalımı yapısal sorunların çözümü için AKP'ye gerekli şartları sağlıyordu. Erdoğan, kitlelerin demokrasi, hukuk, adalet, ekonomik istikrar gibi arzularını araçsallaştırıp gücünü tahkim etti. Kürt dinamiğinin geri çekilmesi sonucu oluşan barışçıl ortam dışa açılma, AB hedefi, iktisadi büyüme, ekonomik ve siyasi istikrar Erdoğan'a güveni ve desteği yükseltti. Devlet içinde hegemonya kurma mücadelesinde sırtını istikrar olgusuna yaslayan AKP, hem statüko-halk, hem de rakip klikler arasındaki çelişkileri kullanarak her yeni konjonktüre göre konumlanma becerisi gösterdi. Yeni bağlaşıklar kurup bütün rakiplerini ekarte etti. Sonuncusunu 15 Temmuz 2016'daki "iç savaş"ta tasfiye etti. Aslına bakılırsa FETÖ ile birlikte ayrıcalıklı Türk ordusunu da memur statüsüne indirdi.

Erdoğan, aradan geçen süre zarfında içerideki bütün rakiplerini ekarte edip Türkiye'nin "en kudretli" figürü olmasına rağmen, üstlenmiş olduğu siyasi rolü, yani Türk devletini yeniden yapılandırma misyonunu oynayamadığı gibi bizzat kendisi yapısal sorunun merkezi haline geldi. Deyim yerindeyse, TC devleti Erdoğan'ı ele geçirmiştir. Erdoğan, devletin karşı karşıya olduğu bütün temel meselelerde geleneksel ve klasik "devlet refleksi" ile hareket etmiştir ve etmektedir. Erdoğan, cumhuriyet tarihi boyunca fiilen yürürlükte olan siyasi rejimin dışında farklı bir siyasi rejim kurmamış, devletle özdeşleşmiştir. Bunu "başkanlık sistemi" ile taçlandırmıştır.

Bölgede ve dünyada yeniden şekillenen konjonktürün etkisiyle Erdoğan rejimi içerde ve dışarda tümüyle kapandı. Yabancı sermayeye bağımlı Türk ekonomisi 2002 öncesi kırılganlığına yeniden kavuştu. Ekonomi ve siyaset mafyatik karaktere büründü. Pandeminin, enflasyonun, zamların, yoksulluğun ve yolsuzlukların üzerine bir de 1999 depremini dahi gölgede bırakan Maraş merkezli depremler yaşandı. Türkiye adeta 2002 yılı öncesini gösteren dejavu halinde 14 ve 28 Mayıs tarihlerinde seçimlere gitti.

SEÇİMLER VE EZİLENLERİN DAVRANIŞ BİÇİMLERİ
Ekonomik, siyasi ve doğal (!) felaketi yaşayan Türk devletinin kuruluşunun 100. yılına denk gelen 14-28 Mayıs seçimleri, pek çok kesim tarafından "tarihi bir seçim" olarak nitelendirildi. Mevcut verilerden hareketle de Erdoğan rejiminin bu seçimlerle birlikte sona ereceği öngörüldü. Ancak seçim sonuçları bu yönlü öngörüleri geçersiz kılmakla kalmadı, muhalif çevrelerde adeta bir "şok" etkisi yarattı. "Bunca çürümüşlüğüne rağmen, 21 yıllık Erdoğan rejimi nasıl oluyor da hala toplumun yarısı tarafından desteklenebiliyor?" sorusu, 14 Mayıs 2023 akşamından bu yana herkesin kafasını kurcalıyor.

Öznel arzuların yönlendirdiği rasyonel beklenti, Erdoğan'ın toplumsal hegemonyasının eriyeceği yönündeydi. Seçim sonuçları, ezilenlerin politik tercihlerini yoksullaşmalarıyla paralel halde hemen değiştirmediklerini ve mutlaka rasyonel davranmadıklarını gösterdi. Ne ki beklentinin gerçekleşmemesi artık gelenekselleşen mağduriyetini, polyannacı yahut halkı hor gören elitist analizler yazılmasını beraberinde getirdi. Her seçim arifesinde ve sonrasında seçimlere eşitsiz koşullarda gidildiğini hatırlayanlar, seçim sonuçlarını yine hile, çalma, usulsüzlük, devletin olanakları, medyanın kontrolü gibi gerçek ama siyaseten hiçbir anlam ifade etmeyen mağduriyet edebiyatıyla açıklamayı tercih ettiler. Polyannacılık rolünü üstlenenler ise 21 yıldır birinci çıkan AKP'nin ve Erdoğan'ın oylarını geçmişe nazaran kaç tane azaldığını hesaplayarak kendilerini teselli ettiler. Diğerleriyse ezilenlerin oy tercihini ahlaki çürüme ve onursuzluk üzerinden izah ettiler.

Marksist Leninist komünistler gerek siyasi analizlerinde gerekse ezilenlerin düşünüş ve eyleyişlerine dair çözümlemelerinde yukarıdaki konforlu yüzeysel yaklaşımlara asla itibar etmezler. Erdoğan'ın seçimleri kazanmasını sağlayan asıl faktör, Türk sosyolojisini, ideolojik ayrıntılarını ve gücün ezilenler üzerindeki etkisini rakiplerine kıyasla daha iyi kavramasıdır.

Türkiye'nin sosyolojik gerçekliği; yüzde 60 sağ Sünni muhafazakâr ve yüzde 40 "sol" modern sekülerdir. Erdoğan'ın yüzde 50'ye tekabül eden toplumsal desteğinin, cumhuriyet tarihi boyunca yaşanmış toplumsal felaketlere rağmen azalmamasını bu barometreler üzerinden düşünmek ve anlamlandırmak gerekir. Erdoğan, İslam ideolojisine Türkçülüğü aşılayıp din ve milliyetçilik gibi ideolojik aygıtları pervasızca kullanarak Türk toplumunu sosyolojik yapısına göre kutuplaştırdı. Siyasetin sınıf ve ekonomi eksenli kurulmasının önüne geçti. Böylelikle toplumsal dayanağının dağılmasını ve eriyen oylarının ittifakın dışına çıkmasını engelledi. AKP, HÜDAPAR ve Yeniden Refah Partisi hamleleriyle -İYİP hariç- kendi siyasal geleneğinin sınırlarının dışındaki milliyetçi ve muhafazakâr siyaseti etrafında birleştirip hegemonyasını güvenceledi. DEVA, Demokrat ve Saadet gibi Türk sağının mensubu partiler varlık gösteremediler.

Devrimci hareketin maalesef ki politik bir kuvvet olmadığı hasebiyle ezilenler, içinde özneleştikleri sağ veya burjuva sol ideoloji gereği egemen sınıflar arasındaki mücadeleyi kendi mücadeleleri olarak yaşadılar ve pratik politik tutumlarını da buna göre belirlediler.

Cumhuriyet tarihinin "en önemli" seçimleri denilen olayında da esasen bu gerçekleşti.
İşçileri, emekçileri ve hatta büyük kadın kitlelerini bir bütün olarak Erdoğan rejimine bağlayan şey, elbette ki sadece ideoloji değildir. Erdoğan'ın kazanmasının belki de temel nedeni, CHP liderliğindeki Millet İttifakı'nın -düzen içi dahi olan- rejimi restore edecek bir plan sunamamasıydı. Halk yığınları, AKP'nin 2002'deki söylemlerinin dahi gerisinde olan Millet İttifakı'nın hegemonyayı tesis edebileceğine inanmadı.

Ezilenler, ezilmişliklerini konu eden her ideolojik-politik hareketle ilişkilenmeye yatkındırlar. Fakat ezilenler bunda daima "en güçlü" olanı gözeterek davranma eğilimindedirler. Erdoğan, "Güçlü devlet, güçlü lider" söylemini öne çıkardı. Bunu Türkiye'nin jeostratejik konumu üzerinden hem içeriye hem de dışarıya iyi pazarladı. Küresel ekonomik krizin, bölgesel savaşların ve kitlesel göçlerin yarattığı 'kırılgan' dünyanın stratejik bir coğrafyasındaki "vazgeçilmezliğini" paradoksal olarak hem Türk egemen sınıflarına hem de ezilen sınıflarına hem ABD ve AB'ye hem de Rusya ve Çin kanadına kabullendirdi.

Yunanistan'da yaşayan bir Yunan vatandaşının, 21 Mayıs 2023'te Yunanistan'da gerçekleşen genel seçimlerden hemen evvel R. Tayyip Erdoğan hakkında sarf ettiği sözler çarpıcıydı. (Bkz. BirGün Gazetesi, 20.05.2023) Türkiye sınırına yakın bir yerde yaşayan Yunan vatandaşına seçimler vesilesiyle Erdoğan'ı da sorarlar. Yunan vatandaşı Erdoğan'ı sevmediğini ve beğenmediğini söyler, fakat onun bir alternatifinin olmadığını da ekler: "Erdoğan güçlü bir lider, o olmazsa sınırda ve bölgede dengesizlik olur."

Egemen sınıfların ideolojik-politik hegemonyası kırılmadığı müddetçe, devletin kurumsal varlığının zafiyete düşme olasılığı ezilenleri telaşlandırır. Çünkü ezilenler, devleti kendi canlarını ve hukuklarını koruyan bir aygıt olarak bilirler. Ve kurumsal varlığını koruduğu müddetçe kendilerini devletle özdeşleştirirler. Ezilenler, ezenlerin baskı aygıtı olan devlet karşısındaki bu düşünüş ve eylemleri, tarihsel-sosyolojik bir olgudur. Kemal Kılıçdaroğlu'nun devletin, özellikle de son on yılda kudretsizleştiği olgusunu işlemek yerine, kalp emojili genel geçer burjuva demokratik söylemler öne çıkarması Erdoğan'a yaradı. Erdoğan bütün propaganda ve manipülasyon araçlarını devreye sokarak, "güçlü" algısını oluşturdu. Yalnızca Türk ulus devleti sayesinde bu dünyada var olabileceklerine inanan Türkler ve Türklük ideolojisini özümsemiş farklı niteliklerden ezilenler bu yüzden Erdoğan rejiminin arkasında hizalandılar.

Yoksul halk kitlelerini Erdoğan rejimini desteklemeye iten bir diğer unsur, ekonomik istikrarsızlığın daha da derinleşmesi endişesi ve ellerindekini koruma güdüsüdür. Erdoğan rejiminin toplumsal dayanağı krize rağmen, kırıntı düzeyinde bile olsa "devlet nimetleri"nden faydalanmaktadır. Erdoğan'a oy veren yoksul halk kitleleri, Millet İttifakı kliğinin ekonomik bakımdan kendilerine daha iyisini verebileceğine inanmadığı için, itibarsızlaşsa da Erdoğan rejimini desteklemeyi rasyonel bulmuştur.

Depremin yıkıntılarını iliklerine dek hisseden, başlarını sokabilecekleri evleri kalmayan, gündelik hayatlarını idame etmeye ve ayakta kalma mücadelesine mahkûm edilen, gündelik düşünmek ve davranmak zorunda kalan anneler ve babalar, toplumsal çürümüşlüklerinden ziyade el mahkum, iktidarın yardım ve vaatlerine oy verdiler.

LİBERAL SOLUN İFLASI
AKP'nin 2000'lerin başında hükümete gelmesinde ve devamında devletin kurumsal varlığını temsil eden ve "Ergenekoncular" diye adlandırılan egemen sınıf klikleriyle yürüttüğü hegemonya mücadelesinde "toplumsal destek" işlerinden öteye bir rol oynamayan liberal özgürlükçü sol, 14-28 Mayıs seçimlerinde canhıraş bir şekilde Kılıçdaroğlu'nın domine ettiği Millet İttifakı'na yatırım yaptı. Beklenilen başarının sağlanamaması liberal solu hüsrana uğrattı.

HDP'nin Haziran 2015'te gerçekleştirilen genel seçimlerde yüzde 13 gibi yüksek oyla barajı geçmesi, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin ve dahası demokratik halkçı bir rejimin seçim-meclis merkezli barışçıl-müzakerece anlayışla kazanılabileceğine dair liberal sol inancı derinleştirmişti. HDP'nin başarısını Kürt özgürlük hareketinin (KÖH) devrimci mücadele biçiminden ve egemen sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinden soyutlayarak okuyan liberal solcular kendilerini seçim başarısına o kadar kaptırmışlardı ki, KÖH'ün devrimci taktiklerini gelecek başarılarının önündeki biricik engel diye kınayıp eleştirmişlerdi. Nitekim Kasım 2015'te tekrarlanan genel seçimlerdeki oy kaybından ve Erdoğan rejiminin topyekûn imha konseptine dönmesinden -dolaylı veya dolaysız biçimde- KÖH'ü sorumlu tutmuşlardı. Erdoğan rejiminin "demokratik açılım"ların ve Çözüm Süreci'nin kendisine kazanç sağlamak bir kenara, tehdit arz ettiği için topyekûn savaşa yöneldiği zamanla anlaşılsa da liberal solun sosyalist emekçi sol içerisindeki ideolojik-politik hegemonyası sürdü. Erdoğan'a yarar diye diye onun oyununa gelmemek namına düzen içi sinik kitle çizgisi ideolojileştirildi. Rahatlıkla söylenebilir ki, fiili meşru sokak mücadelesinin, hatta yasal gösteri ve yürüyüşlerin bile gayrı meşru sayılmasında ve "öcü"leştirilmesinde, mücadelenin alanının, yapısının, araç ve biçimlerinin seçimler ve parlamento sınırlarına daraltılmasında her seçim arifesinde "en mühim" ve "en stratejik" diyerekten seçimlerin adeta kader kılınmasında Erdoğan rejiminin yasakları, baskı ve manipülasyon aygıtları kadar liberal solun da rolü vardır.

Liberal solun temel "zaafı", ezen ile ezilen sınıflar arasındaki çelişkinin (çıkarların) uzlaşmaz karşıtlığını ıskalaması ve politikaya evrensel, aşkın değerler atfetmesidir. Halbuki politika evrensel hukuku ve ahlakı değerler çerçevesinde icra edilen fikirler mücadelesi değildir. Politika, farklı ideolojiler içerisinde özneleşen toplumsal sınıfların, maddi güçleri arasındaki iktidar mücadelesidir.

Engels, devrim için "Dünyanın en otoriter şeyi" demişti: "Devrim, halkın bir bölümünün kendi iradelerini halkın öteki bölümlerine top, tüfek, süngüyle otoriter araç kullanarak ne varsa hepsiyle, zorla kabul ettirdiği eylemdir…" Politikayı da buradan çıkarsayabiliriz. Politika, işçi sınıfı ve ezilenlerin otoriter ve otoriter olmayan mücadele araç ve biçimleriyle egemen sınıfları kıskaca alma icraatıdır.

Ezilenlerin hakları, yalnızca politik kuvvetleri kadardır. Tümüyle şiddet tekeline sarılan bir rejime karşı meclis kürsüsünden, görsel ve yazılı kitle iletişim araçları üzerinden yalnızca "eleştiri silahı"yla mücadele edilebileceğini sanmak budalalıktır.

Gerçekler acıdır ve acıtır. 14-28 Mayıs 2023 seçimleri Erdoğan rejiminin seçimler yoluyla karşı cephenin vicdanına ve yüce (!) insanlığa seslenen mağduriyet siyasetiyle, salt şikayetle yıkılamayacağını bir kez daha göstermiştir. Meclise seçilen vekillerin ve parlamentonun fonksiyonu tükenmiştir. Demokrat ve sosyalist vekillerin, keza belediye başkanlarının arkalarında ezilenlerin politik kuvveti bulunmadığı takdirde bir güvenceleri ve politik ağırlıkları olmayacaktır.

REJİMİ SOKAKTA YENMEK
Erdoğan, politik ömrünü sadece biraz daha uzattı. TC devleti 100. yılına onun liderliğinde nurtopu gibi bir rejim kriziyle giriyor. 2002'de iktidara geldiğinde ekonomik ve siyasi açıdan bir enkaz devralan Erdoğan, 21 yıllık iktidarında asrın enkazını yarattı. Rejim krizini çözmek ve devleti yeniden yapılandırmak amacıyla iktidara gelen AKP, rejim krizini çözmek bir yana, kendisi ideolojik-politik bakımdan dağılma aşamasına girmiş bulunuyor.

AKP'nin 21 yıllık politika pratiği Türk İslamcılığının ideolojik-politik kapasitesini de açığa çıkardı. Politik İslamcılar, Kemalist devleti reorganize edebilecek kapsayıcı ve kurucu bir ideolojilerinin olmadığını kanıtlamakla kalmadılar, Kemalizmi, DEVA, Gelecek, Saadet vb. partilerde temsil edilen İslamcılığı dahi benimsettiler.

AKP'nin üstlendiği, lakin başarısız olmasının da ötesinde daha da derinleştirdiği sorunlar, Türkiye'de devleti yine restorasyon ihtiyacıyla karşı karşıya getiriyor. Erdoğan rejiminin aldığı oylar, rejimin milliyetçilik ve erkek egemen devlet şiddet tekeliyle ayakta durduğunu ve de toplumun büyük kesimini kapsayamadığı realitesini değiştirmiyor. Erdoğan rejimi ekonomik ve siyasi enkazı, toplumsal yarılmayı milliyetçilik ve şiddet aygıtıyla daha fazla yönetemeyecektir.

Rejim krizini çözecek restorasyon projesinin kimin öncülüğündeki siyasi iradeyle çözüme kavuşturulacağını/yahut kavuşturulamayacağını, sürecin kanlı mı yoksa kansız mı cereyan edeceğini güç dengeleri belirleyecektir. Egemen sınıflar düzenin hegemonyasını tesis edebilecek kudreti yitirirse eğer, ordunun devreye girmesi veya ırkçı-milliyetçi neo-faşist hareketlerin büyümesi de ihtimal dahilindedir. Çünkü krizler, devrimle sonuçlanmak zorunda değildir.

Kürt dinamiği dışında ne yazık ki rejim krizine etki edebilecek düzeyde başka bir ezilen dinamiği, politik kuvvet an itibarıyla mevcut değildir. Rejim krizlerinin devrimle sonuçlanmak zorunda olmadığı gerçeği göz önünde tutulursa eğer, ezilen cephesinin karşısına acil bazı görevler çıkıyor: Kürt özgürlük hareketiyle birlikte -sözde olmayan! - en geniş devrimci-demokratik mücadele birliğini örmek; mücadelenin alanını, yapısını, araçlarını ve biçimlerini meclisin sınırları dışına taşımak. Son seçim sonuçlarıyla birlikte parlamentoya dair inançlarını, güvenlerini ve umutlarını kaybeden kadın ve gençleri devrimci mücadeleye kanalize etmek. Ama hepsinden önemlisi, sosyalist hareketin yapısal kriziyle de bağlantılı olarak, alışılmış mahalleden tıkma, yüzde 60'lık sağ muhafazakâr sosyolojiyle, AKP'nin üzerinde oturduğu toplumsal tabanla ideolojik-politik etkisini kurmak ve "karşı mahalle"de devrimci politikaya zemin ve mekân yaratmak. Bunlar başarıldığı taktirde Erdoğan rejimi yenilecektir.