Ender Çelikel yazdı | Devlet yoktu halk vardı
Deprem Türkiye'nin siyasi geleceğini şekillendirecek kadar toplumu sarstı. Yıkımın boyutu ezilenleri, ezberlerini sorgulamaya ve yeni arayışlara sevk ediyor. Ne ki CHP öncülüğündeki Altılı Masa'nın seçimleri kazanıp AKP hükümetinin yerini alması, Türk devletinin burjuva karakterini değiştirmez. Siyasal İslam menşeli devlet ile kemalist devlet arasında kategorik olarak bir fark yoktur. Fark, işçi sınıfını ve ezilenleri burjuvazinin hangi fraksiyonunun yönettiğiyle sınırlıdır. İşçi sınıfı ve yoksul halk kitlelerinin yegane kurtuluşu üretim araçlarının kamulaştırıldığı ve sömürünün ortadan kaldırıldığı sosyalizmdedir.
Yoksul emekçi halkımızın depremde yalnızca sevdikleri ölmedi; evleri, düşleri ve gelecekleri yıkılmadı. Kutsallaştırdıkları, her şeye muktedir sandıkları, sözüm ona fakir fukarayı "baba" şefkatiyle koruyup kollayan devlete dair inançları da sarsıldı. Dindar birinin tanrının var olmadığı gerçeğiyle yüzleştiği en yaşadığı şokun benzerini yaşadılar. En zor anlarda yalnız kalmışlardı. Bir depremzedenin bilincinden sesine yansıyan hakikat dalga dalga yayıldı: "Devlet yoktu halk vardı!"
SAHİ, DEVLET KİMDİR/NEDİR?
İnsanın kökeni ister evrim teorisiyle isterse Adem ile Havva'da olmayla açıklansın, devlet, ezelden beri yoktu. Adem ve Havva cennetten kovulduklarında dünyada bir devlet kurmadılar. 5 milyar yaşındaki dünyada devletin tarihi beş bin yılcıktır. Öncesi 'devletsiz bir yaşam'dı. Öncesinde devlete ihtiyaç yoktu, çünkü özel mülkiyet yoktu. Özel mülkiyetin ortaya çıkışı ve toplumun sömüren-sömürülen sınıflara bölünmesi devlet denilen aygıtı koşulladı. Mülk sahipleri mallarını ve topraklarını mülksüzlerden korumak ve onları sömürmek için askerlere, kurallara (yasalara), yöneticilere vb. ihtiyaç duydular. Tarihteki ilk devlet (köleci) ve daha iki yüz elli sene öncesine kadar hakimiyetini sürdüren, kralların ve padişahların yönettiği feodal devletler mülk sahiplerinin mülksüzler üzerindeki açık diktatörlükleriydi.
Kapitalizmde ise, "burjuva devlet burjuvazinin diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük kendisinin demokratik olduğunu iddia eder ve tüm tabaka ve sınıfları iktidara ortak kattığını söyler. Bu yalandır." (Marx, K. Manifesto) En "demokratik" kapitalist devletlerde bile, biçimi fark etmez, patronlar ve işçiler, zenginlerle yoksullar eşit vatandaşlar değildir. Ekonomik bakımdan güçlü olan sınıf siyasi olarak da egemen sınıftır. Devlet hükumetiyle, meclisiyle, ordusu, polisi ve bürokrasisiyle sömürü üzerine kurulu üretimi ve büyük patronların ekonomik ve siyasi çıkarlarını koruyan bir kurumdur. Devlet işini ve emekçilerin de can ve mal güvenliğini korur. Ama çalışan sınıfların malı-mülkü zaten teferruattan ibarettir. Canları ise emek-gücünün ve askeri vb. hizmetlerin kaynağıdır. Sistemin tıkır tıkır işlemesi ve toplumsal rıza üretilmesi bakımından "kamu" düzenine, hizmetine, sosyal yardımlara, seçimlere ihtiyaç duyulur. Burjuva diktatörlüğünün üstü "herkesin devleti" ve "demokrasi" maskesiyle örtülür.
Paradoksal görünse de, sermaye devletinin bütçesi işçi sınıfı ve ezilenlerden toplanan vergilerden oluşur. Devletlülerin maaşları halkın cebinden çıkar. Yetmezmiş gibi, batmak üzere olan veya zarar eden kapitalistler halkın vergileriyle iflastan kurtarılır. Karda-kazançta tek, zararda işçilerle ortaktır kapitalistler!
TÜRKİYE CUMHURİYETİ KİMİN DEVLETİDİR?
Varsayalım ki herkes Türktür; o halde Türklerin devletidir. Peki Türkler sınıflı kaynaşmış bir uluş mudur? Hayır! Kapitalistler ve işçi sınıfı, sömüren ve sömürülen, varsıllar ve yoksullar, ezenler ve ezilenler vardır. Soruyu şöyle soralım: Türk devleti hangi sınıfın devletidir? Burjuvazi ve çeşitli fraksiyonlarının mı, işçi sınıfının mı? Türkiye kapitalist bir ülkedir, haliyle devletin işlevi aynıdır. Türk devleti işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisinin Türk işçi ve emekçilerinin üzerindeki diktatörlüğüdür. Türk burjuva devleti, an itibariyle, kapitalistlerin ortak işlerini yöneten saray iktidarıdır.
Türkiye'de de asker ve polis asla patronlar sınıfını coplamaz. Daima emeğinin karşılığını isteyen işçileri, köylüleri ve hakkını arayan mazlumları coplar ve gazlar. Depremin üçüncü gününde dahi ortaklıkta görünmeyen devlet, halkın hak talepli eylemlerine anında müdahale eder. Devlet grevleri yasaklar, sendikalaşmaları önler. Asgari ücretin belirlenmesinde işverenleri kayırır. Yargı adaleti sağlamaz. Hukukun üstünlüğü aslında üstünlerin hukukudur. Mahkemeler zenginleri daha adil yargılar. Hükümet ve düzen partilerinin siyasetçileri, burjuvaziyle kaynaşır. Mülk sahipleri siyasete atılırlar ve siyasete atılanlar zenginleşirler. Yandaş ve ortak şirketlere ihaleler verilir. Halkın parası, "yatırım için teşvik" adı altında bütçeden kapitalistlere aktarılır. Şirket sahipleri vergiden muaf tutulur ya da vergi affına uğrarlar. Devlet iktidardan tasarruf etmez. İtibarı şaşaadan ibaret gören yöneticiler kendilerine bin bir odalı saraylar inşa ederler, son model lüks araçlara ve uçaklara binerler. Yoksullar sağlam binalarda oturabilecek paraları olmadığı için depremlerde ölürler. Türk burjuva devleti kapitalist fıtratı gereği yoksul halk kitlelerine ucuz ve sağlam konutlar tahsis etmez. Halkın parasından oluşan 'Hazine'den halkın kendisine bir çadır dahi kalmaz. Devlet, evini barkını yitiren emekçileri ellerini ovuşturan emlak baronlarının önüne atar... Türk burjuvazisi ve devleti bütün bu gerçekleri ters yüz eder.
Sebebi ayrı bir konu; milliyetçilik, Türk halk kitlelerine patolojik boyutta etki edebilen, onları adeta dumura uğratan ideolojik bir araçtır. Milliyetçilik sömürenlerin, zalimlerin, hırsızların, soyguncuların, düzenbazların halk düşmanı namussuzlar toplululuğunun son sığınağıdır. İşçi ve emekçileri iliklerine dek sömüren, onları ucuz emekgücü diye, yabancı sermayeye pazarlayan, ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini emperyalistlere peşkeş çeken Türk egemen sınıfları ve devleti din, ırkçılık ve milliyetçilik gibi ideolojik araçlarla işçi sınıfının ve ezilenlerin birliğini parçalar. Bilinçlerini ve zihinlerini bulandırır ve de biçimlendirir. İşçi ve emekçiler kendilerini, kapitalistlere hizmet eden devletle, yani ezeniyle özdeşleştirirler.
Devlet gizemli bir hal alır. Sanırsınız ki devlet saray iktidarı değil de doğaüstü kutsal, "yüce" ve gaipten bir güçtür. Sanırsınız ki devletin parası, kamusal harcamalar, sosyal yardımlar, Merkez Bankası'nın depremzedelere bağısı vs. halkın ödediği vergilerden değil de mistik bir gücün cebinden çıkıyor. Devleti kendilerinden bağımsız gizemli ve kutsal bir "şey"miş gibi yansıtan egemen sınıflar, işçilerin ve ez cümle ezilenlerin her türden hak mücadelesini çarpıtır ve kriminalize eder. Terör, bölücülük vb. diye yaftalar. Devletin deprem karşısındaki aczinin eleştirilmesini dahi "vatan hainliği" diye bastırır.
SOSYALİST DEVLET
İtibarından tasarruf yapılmayan saray devletinin altın kaplaması depremde döküldü. "Türkiye yüzyılı", "asrın lideri" algısı tuzla buz oldu. Harcı rüşvet, rant, yolsuzluk, soygun ve talan ile karılan; depremzedelere Kızılay üzerinden çadır satabilecek kadar çürüyen rejimin kolonları ve duvarları halkın üzerine çöktü.
Deprem Türkiye'nin siyasi geleceğini şekillendirecek kadar toplumu sarstı. Yıkımın boyutu ezilenleri, ezberlerini sorgulamaya ve yeni arayışlara sevk ediyor. Ne ki CHP öncülüğündeki Altılı Masa'nın seçimleri kazanıp AKP hükümetinin yerini alması, Türk devletinin burjuva karakterini değiştirmez. Siyasal İslam menşeli devlet ile kemalist devlet arasında kategorik olarak bir fark yoktur. Fark, işçi sınıfını ve ezilenleri burjuvazinin hangi fraksiyonunun yönettiğiyle sınırlıdır.
İşçi sınıfı ve yoksul halk kitlelerinin yegane kurtuluşu üretim araçlarının kamulaştırıldığı ve sömürünün ortadan kaldırıldığı sosyalizmdedir. Sosyalizmde de devlet vardır ve bu devlet de bir diktatörlüktür; fakat diğer diktatörlüklerden kategorik olarak farklıdır. Proletarya diktatörlüğü toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçiler, emekçiler ve ezilenler için doğrudan en geniş demokrasi iken, sömürücü sınıflar ve karşıdevrimciler içinse diktatörlüktür.
Türk devleti 100. yılına ekonomik, siyasi ve doğal bir enkazla giriyor. Devrimler enkazlardan, büyük yıkımlardan filizlenir. Sosyalist hareketi yapısal kriz içerisinde olması büyük bir talihsizlik olmakla beraber, komünist devrimciler sınırlarını zorlamalı, deprem sonrasında toplumun farklı kesimlerinde oluşan dayanışma ruhunu ve tepkiyi politikleştirmelidir. Marksist leninist komünist öncü işçi sınıfı ve ezilenlerde açığa çıkan enerjiyi politik iktidarın fethi mücadelesine kanalize edip, toplumsal fay hatlarının kırılmasını tetikleme göreviyle yüz yüzedir.