29 Mart 2024 Cuma

Efe Dağlı yazdı | İstiklal'in ardı arkası

İstiklal'deki katliam karmaşık ve kırılgan bir tablonun ortasında gerçekleşti. Şu da görüldü: Yatay toplumsal bölünme ve gerici iç savaşın parlayıcı-patlayıcı maddeleri günden güne daha fazla birikiyor. Zayıf, korumasız ve "yabancı" oldukları için göçmenler-mülteciler düşmanlaştırılıyor. Zafer Partisi türünden istihbarat örgütlenmelerinin çıkarabileceği provokasyon ortamı-imkanları hiç de az değil. Benzerinin Türkiye'de yerleşik etnik-dinsel gruplara yönelmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur.

Devrimci pratik politikanın ilkelerinden biri sivillere yönelen silahlı saldırılara karşı net tutumdur. Faili kim olursa olsun, gerekçesi ne olursa olsun sivillere dönük saldırılar cinayettir, cinayet girişimidir.

İstiklal'deki saldırı bu tür bir katliamdır. Örgütleniş, oluş ve ardından gelen açıklamalar bu saldırının kontrgerilla  işi olduğunu gösteriyor.

Tekil olaylardan önemli olan ve onu daha tam biçimde anlamlandırmayı sağlayan yöntem, meseleyi belli bir bütünlük içinde ele almak.

Saldırının iç politika kadar ve hatta ondan fazla dış ilişkiler boyutu öne çıktı. İçişleri Bakanı ile Cumhurbaşkanı bir siyaset biçiminin birbirinin tamamlayan iki tarafını gösterdi. Bakan ABD'yi hedef alırken cumhurbaşkanı taziye için ABD'ye teşekkür etti. Burada "çelişki" aramak fazla basit olur ve politika tam da budur.

Ne bekleniyor cumhurbaşkanının içişleri diliyle ABD'ye yönelmesi mi? Biden'dan randevu almak için şeflik sistemi idarecilerinin göbeği çatlıyor. En son 15 dakikalık görüşme sağlandı ve ona şükredildi. Üstelik aynı Biden, aynı gün, NATO üyesi ülkelerin devlet başkanlarıyla toplantı yaptı ve yanı başındaki Türkiye cumhurbaşkanını çağırmadı. Daha ilginci cumhurbaşkanı bunu hiç sorun etmedi.

İlişki dinamiği bu iken ve ipleri geren, ilişkinin karakterini belirleyen ABD hiçbir konuda alttan almaz ve bu arada İçişleri Bakanının açıklamasını reddettiğini yine aynı gün ilan ederken başkası mümkün değildir.

Asıl odaklanılacak olan şu: İçişleri, neden, saldırının faili ve kaynak mekanı olarak Rojava'yı ısrarla öne sürmektedir. Buradaki şiddetli arzuya bakmalı. Geçen yılın sonundan beri TSK eliyle Rojava'nın kimi bölümlerine harekat düzenleme isteği ABD ve Rusya'nın müşterek itirazı sonucu engellendi. Ancak plan ve heves bakidir. Hatta planın hayata geçirilmesi karşılığında her tür tavize hazır bir iktidar bloku vardır.

Mantığı şuna yaslanıyor: Türkiye saldırı altında, o halde bizde dışarıya doğru genişleyelim. Siyaset bilimindeki adıyla "realist politika". Elbette onun metaforu sayılacak bir "fırsatçı realizm" demek daha uygun.

Bu mantık paranoya üretmeye son derece elverişli. Her an her şey olabilir, düşman her yerde, zayıflarsak bizi yutarlar gibi ve vehimler ile hafızalar tazeleniyor.

Ancak buradaki yayılma-genişleme, devlet literatüründe bir sömürgecilik-ilhakçılık değil. Çünkü o alan esasen Misak-ı Milli'ye dahil ediliyor ve Musul-Kerkük'e kadar uzanıyor. Ayrıca şu Misak-ı Milli tartışmaları yakın zamanda alttan alta yürütüldü. Turgut Özal'ın, ABD'nin Irak'a saldırısının "fırsat" bilerek Musul-Kerkük'ü "almaya" cidden niyetlendiğini ancak güç ilişkileri nedeniyle devlet ideolojisine dönüştürmediğini ekleyelim. Evet o "reformcu" Özal, o "Kürt sorunu"nu çözecek diye pazarlanan Özal. Reformcusunun böyle olduğu rejim mekanizmasını hep akılda tutmalı.

Devam edelim. Saldırının hemen ardından ABD, Suriye ve Irak'taki vatandaşlarını uyardı. TSK'nın oralara geniş çaplı bir yönelimi olabileceğini aslında dünyaya duyurdu.

Yarısı tercüman çevirileriyle geçen, toplam 15 dakikalık görüşmede bu niyet veya kararlılık Biden'a iletilmiş olabilir mi? Zor. Oradan izin almadan bir askeri yönelim mümkün mü? An itibariyle TSK'nın Irak ve Suriye'deki varlığı iki büyük emperyalist gücün veya onlardan birinin açık desteği-onayı olmadan imkansız.

Aynı nedenle, hiçbir işaret olmadan Suriye devleti içine TSK ile yalınkılıç görmek çoklu krizleri tetikler. Ancak siyaset bilimindeki "realizm" zaten bunu öngörür, üretir ve yönetir. Yönetemeyen zaten yıkılır, dağılır. Dolayısıyla "sert adam"ı oynamak şeflik sisteminin dışında değil onun içinde örgütlenmiş ve kuralları önceden belirlenmiş bir kulvardır ve İçişleri Bakanı o kulvarı gönlünce kullanmaktadır.

Ancak ve elbette o kulvarın bunca rahat ve marjinal ifadelerle kullanılması hem taktiği aşındırır, hem üreticisinin elini açık eder hem uygulayıcısının siyasal ömrünü kısaltır. Toplam maliyet ise toplama çıkarılır.

Bu arada İçişleri Bakanı'nın saldırı kaynağı olarak belli Rojava kentlerini işaret ederken oralardaki istihbarat örgütü ve TSK unsurlarının işlerini yeterince iyi yapmadığını ima etmiş olmuyor mu? İktidar bloku içinde, özellikle D. Perinçek'in izinden gidenler uzun bir zamandır, belli isimlerin Amerikancı olduklarını, hatta darbeye hazırlandıklarını yayıyorlar. Hedef alınan isimler Akar ve Fidan.

Perinçek çıktı Mehmet Ağar'a kefil oldu. S. Soylu'dan memnun. Bahçeli ve Erdoğan'ı olumluyor. Buna karşın MİT ve Savunma Bakanına ateş püskürüyor. Çok büyük ihtimalle bu iki kurumda kadrolaşma isteği kabul görmediği için böyle davranıyor. Ayrıca bu kurumlar ile özellikle İran arasında, İran'ın dışa vurduğu gerilimde, tipik bir "Asyacı" olarak İran'dan-Rusya'dan yana taraf oluyor. Yetinmiyor, onların etki ajanlığını yapıyor.

İstiklal'deki katliam tam da böyle karmaşık ve kırılgan bir tablonun ortasında gerçekleşti. Şu da görüldü: Yatay toplumsal bölünme ve gerici iç savaşın parlayıcı-patlayıcı maddeleri günden güne daha fazla birikiyor. Zayıf, korumasız ve "yabancı" oldukları için göçmenler-mülteciler düşmanlaştırılıyor. Zafer Partisi türünden istihbarat örgütlenmelerinin çıkarabileceği provokasyon ortamı-imkanları hiç de az değil. Benzerinin Türkiye'de yerleşik etnik-dinsel gruplara yönelmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur.

Pratik politika konforu kaldırmaz. Sadece kınamak, tavır bildirmek, konum atmak hiçbir manaya gelmez. Karşıdevrimci dalga, yarın üzerinde pratik politika yapılacak bir zemin dahi bırakmayabilir ve bunun anlamı toplumun toplum olma vasfını kaybetmesidir. Sinir uçlarıyla oynayan  kitle katliamları bir yandan sınır ötesi askeri harekatlar diğer taraftan ve tabloyu tamamlayan şeflik sisteminin rutin deşretizmi; yalnızca birleşik, çok sesli ama aynı siyasal özgürlük hedefine odaklanmış devrimci-demokratik kitle müdahalesi akışı durdurulabilir. DKÖ'ler, sendikalar, kampüsler, semtler, entelektüel camia bir asgari zemin olarak Halk Cumhuriyetleri Birliği hedefi etrafında bir araya gelmeyi başarır ve on milyonlarca yoksula, ezilene halkçı bir seçenek sunar veya tablo daha vahim bir hal alır. Sadece Türkiye'deki yakın zaman siyasal tecrübesi değil evrensel tarihi tecrübeler de özellikle bu istikamette oldu. O halde  evvela iddia sahibi olanlar kabuğunu kırmalı, risk almalı,kendi seçenekleri için yeni imkanları zorlamalı.