21 Kasım 2024 Perşembe

Aksu: Ekolojik yıkım kapitalizme karşı mücadeleyle durdurulabilir

Küresel ısınma, HES'ler, JES'ler, lüks oteller için talan edilen ormanlar, maden sahaları ve daha da çoğaltabileceğimiz doğanın ve yaşam alanlarının yok edilmesine yönelik faaliyetlere karşı yürütülen mücadelede önemli bir perspektif sunan eko-marksizmi konuştuk. Polen Ekoloji Kolektifi'nden Cemil Aksu, eko-marksizmi "gelişen ekolojik krizle kapitalizmin bağını inceleyen, yaşanan sorunları açıklamaya çalışan bir düşünce olarak" tanımladı.

Kapitalizmin temel kar alanlarından biri haline gelen doğanın ve yaşam alanlarının talanı dünyanın pek çok yerinde ekoloji mücadelelerinin gelişmesine neden oluyor. Ekoloji mücadelesini de pek çok kesim farklı bir politik perspektiften ele alıyor. Eko-marksizm de ekoloji mücadelesi yürütücüleri arasında en çok tartışılan politik perspektiflerinden biri. Peki nedir eko-marksizm, marksist ideoloji ekoloji mücadelesi için ne söylüyor. Marksist leninistler, sosyalistler ekoloji mücadelesiyle nasıl ilişkileniyor bu soruların yanıtlarını Polen Ekoloji Kolektifi'nden Cemil Aksu ile konuştuk. Aksu'nun sorularımıza verdiği yanıtlar şu şekilde:

EKO-MARKSİZM TAMAMLANMIŞ BİR TARTIŞMA DEĞİL

Eko-marksizm nedir dersek, kısaca nasıl tariflersin?
Ekolojik tartışmalar 1900'lerin başına kadar tarihlendirilse de esas olarak 1970'lerden sonra daha popüler hale geldi. Bilim dünyasında bu konuda üretilen bilgiler çoğullaştı. Aynı zamanda toplumda da bu konuda tartışmalar, toplumsal ya da siyasal akımların bu konuya dair tartışmaları, eleştirileri, itirazlarıyla popüler hal aldı.

Marksizm açısından ilk 1970'lerde tartışmalar olsa da ekoloji sorununa dair çalışmaların aslında yeni olduğunu söyleyebiliriz. Ekoloji ve marksizm konusu tartışılırken en başta şunu belirtmek gerekir ki marksizm kuşkusuz Marks'ın ve Engels'in eserlerinden üretilmiş bir akım olsa da zaman içerisinde marksist başka düşünürlerin eleştirileri ve katkılarıyla gelişen, çeşitlenen bir düşünce ve politik dünyadan bahsedebiliriz. Marksist bir ekoloji ya da eko-marksizmin bu açıdan tanımlanmış, tamamlanmış, tüketilmiş bir tartışma olmadığını en başta belirtmek gerekiyor. Bu iki açıdan böyle. Birincisi ekolojik kriz, yıkımlara dair tartışmalar ve bilimsel çalışmaların Marks ve Engels'den sonra ortaya çıkması, dolayısıyla Marks ve Engels'in bu tür teorik bilimsel tartışmalara müdahil olmaması, eserler üretmemesinden dolayı bu böyle. İkincisi 70'lerden beri marksist düşünürler dahil çeşitli araştırmalar, politikalar geliştirmelerine rağmen tek bir eko-marksist anlayışın olmaması ya da ekoloji anlayışının genişliği, derinliği bakımından bütününe sirayet eden, bütün konularda tüm marksistlerin uzlaştığı temel çerçeve olmaması nedeniyle de oluşum halindeki bir eko-marksizmden bahsetmek gerekiyor.

MARKSİST YÖNTEM VE EKOLOJİ MÜCADELESİ
Toplumsal yaşam ve doğayla ilişkilenmede yaşadığımız sorunları nasıl ele almamız, incelememiz, açıklamamız gerektiğine dair Marks'ın geliştirdiği yöntemin gerekli olduğunu düşünüyoruz.

Ekolojik sorun ya insan faaliyetlerinin doğa üzerindeki etkileri ya da insanın saplantı haline getirdiği kimi fikirlerinden dolayı çıktığı söyleniyor. Toplumdaki eşitsizlikler, sorunlarla bağı kurulmadan ekolojik sorun tartışılıyor. Ekolojik sorunun tüm insanlığı ve canlı yaşamını etkileyen bir sorun olduğu buna karşı da tüm insanlığın ortak mücadele etmesi gerektiği ileri sürülüyor. Bu bizim açımızdan çok temel bir yanılgı. İnsanlar sadece doğaya, hayvana düşman ya da kötü düşüncelere sahip oldukları için ekolojik yıkıma neden olan faaliyetlerde bulunmazlar. İnsan bir toplumun parçası olarak faaliyette bulunur. Tekil bir varlık olarak insan ve doğa ilişkisi diye bir şey söz konusu olmaz. Her insan içinde bulunduğu toplumsal ilişkilerdeki rolüne uygun olarak yaşamını sürdürür ve hem kendi türü, hem diğer türler ve doğayla bir toplumsal varlık olarak ilişki kurar. Dolayısıyla insan faaliyetleri dediğimiz zaman hangi insandan bahsettiğimiz sorusunu cevaplamamız gerekir.

Özellikle 1970'ler Sovyetlerdeki sosyalizm uygulamalarından duyulan hayal kırıklığıyla beslenen ve kapitalizmin 1970'lerde içine girdiği yeni neoliberal dönemin yarattığı ideolojik ve maddi gelişmelere bağlı olarak emek-sermaye çelişkisinin artık aşıldığı, emek-sermaye çelişkisinin sınıf karşıtlığına dayanan ideolojilerin bittiği ve dolayısıyla bunu temel alan görüşlerin dünyadaki sorunları açıklayamadığı ön kabulü üzerinden hareket ederek bir ekolojik politika, düşünce geliştirilmeye çalışıldı. O günden bugüne baktığımızda bu ön kabullerin hiçbirinin bir gerçekliğe denk düşmediğini, ekolojik sorunların tanımında da en temelde kapitalizm, sermaye olgusunu, toplumun ihtiyaçlarından kopmuş, doğanın doğal döngüsünü sermayenin döngüsüne tabi kılmaya çalışan bir sermaye egemenliği sistemini ele almadan hiçbir şekilde ekolojik sorunu tanımlayamayacağımızı görmüş oluyoruz. Bu açıdan ekoloji mücadelesinin marksist eleştiriye, marksizmin yöntemine, çözüm gücüne ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Eko-marksizmi; gelişen ekolojik krizle kapitalizmin bağını inceleyen, yaşanan sorunları açıklamaya çalışan bir düşünce olarak tanımlayabiliriz.

META ÜRETİMİ GELİŞTİKÇE EKOLOJİK YIKIM DERİNLEŞTİ

Ekoloji mücadelesinde marksist bakış açısı neyi ifade ediyor?
İnsanlığın son 200 yılındaki gelişimiyle karbon oranının arttığı, buna bağlı olarak da küresel iklim değişikliğinin meydana geldiği ileri sürülüyor. Son 200 yıl kapitalizmin sanayi devrimi ve sonrasına denk düşüyor. Atmosferdeki karbon oranındaki artışla küresel iklim değişikliğindeki artış, küresel olarak üretilen metaların artışı arasındaki grafik birbirine paralel gelişim gösteriyor. Bu bize dünyadaki meta üretimi geliştikçe ekolojik yıkımın derinleştiğini, buna bağlı olarak küresel iklim değişikliği yaşandığını gösteriyor. Küresel olarak meta üretiminin büyümesi emeğin ve doğanın her geçen gün daha derin, daha yaygın sömürüsü anlamına geliyor. Ekolojik yıkım sadece ormanların, biyoçeşitliliğin yok olması, okyanusların kirlenmesi gibi faktörlerle değerlendirilmemesi gerekir. Bütün bu yıkıma neden olan faaliyetlerin temelinde meta üretimi yatıyor. Meta üretimi de emeğin ve doğanın sömürüsüne dayanan bir ilişkiyi tarif ediyor. Meta üretiminin gelişiminin tarihi Afrika'nın kölelikten sömürgeciliğe, yeni sömürgeciliğe kadar soyup soğana çevrilmesi, açlık, susuzlukla insanların öldüğü tabloların ortaya çıktığı bir gelişim demektir. Aynı şekilde Latin Amerika'da da Türkiye'de de Uzak Asya'da da askeri darbelerle pekiştirilen, iç savaşlarla sürdürülen bir sömürgecilik anlamına geliyor. Son 200 yılda yaşanan ekolojik yıkımın tarihi dünya üzerinde kapitalizmin ve emperyalizmin yarattığı yıkımların tarihi anlamına geliyor.

İKLİM KRİZİNDE DE AYNI GEMİDE DEĞİLİZ
Sermaye sürekli büyümek zorundadır ve o büyümeyi en hızlı şekilde yapmak zorundadır. Aynı zamanda bu büyümeyi en az maliyetle gerçekleştirmelidir ki, en çok haline dönüşebilsin. Bu en çok haline dönüşmek ve sürekli büyümesi için daha fazla sömürmek ve daha fazla yıkımı yaratmak zorundadır. Bu sermayedarın yanlış düşünceleri, toplumdaki insanların yanlış geleneklere sahip olmasıyla ilgili bir şey değil. Bu bizzat sermayenin meta üretiminin kendi zorunlu karakterinden kaynaklanan ilişkilerdir. Biz bu açıdan ekolojik mücadele yürütenlerin insanların yanlış fikirlerden hareketle bunları yaptığını düşünmelerini yadırgıyoruz. Aynı zamanda toplumda eşitsizliğe, adaletsizliğe maruz kalan toplumsal kesimlerin de ekolojik yıkımı sadece dışsal belli insanların, çevreci tiplerin uğraştığı bir sorun olarak görmesini de kapitalizmin eksik ve yanlış kavranmasıyla ilgili olduğunu düşünüyoruz. En başta ekolojik yıkım, kriz, dünya üzerindeki en yoksul halkların barınamaması, sağlıklı gıdaya, suya erişememesi, temiz hava soluyamaması anlamına geliyor. Fabrikada çalışırken oradaki kullanılan hammaddelerden dolayı zehirlenmesi, kanser başta olmak üzere birçok hastalıktan ölmesi anlamına geliyor. Bu açıdan ekolojik sorun belli liberal çevrelerin tartıştığı gibi atmosferdeki karbon emisyonlarıyla ilgili soyut şeyler değil, bu bizzat her gün yaşadığımız felaketin adı anlamına geliyor. Kuraklıktan, su krizinden, aşırı iklim olaylarından, fırtınalardan en fazla biz etkileniyoruz. Yani iklim krizinde de aynı gemide değiliz. Biz iklim krizini, felaketlerini yaşayanlar sınıfındayız. İklim krizi de ekolojik kriz de aslında sınıfsal bir olgudur. Dolayısıyla sınıfsal temelde ele alınması gerekir.

HAYATTA KALMA MÜCADELESİ

Kapitalizmin ürettiği ekolojik yıkıma karşı nasıl mücadele edilmeli?
Şirketler yıllardır yaşadığımız köyün, tarım alanlarımızın, meralarımızın artık maden sahası ilan edildiğini, oradan yol ya da boru hattı geçeceğini söyleyerek yaşam alanımızı terk etmemizi ya da onun şirketinde işçi olarak çalışmamız gerektiğini söyleyerek karşımıza çıkıyor. Bu kuşkusuz sadece bir ikna faaliyeti değil, polisiyle, jandarmasıyla, özel güvenlik güçleriyle ya da ekonomik zorla, işsizlik zoruyla, evimizden, köyümüzden atabiliyor. Ya da mahkemelerde yargılayıp ulusal çıkarlara aykırı davranmaktan hapse atmaya, "terörist" ilan etmeye, hatta öldürmeye varacak kadar şiddeti içerecek bir şekilde yapıyor. Dünyanın her yerinde insanlar yoksullukları, çaresizlikleri içerisinde bin bir zorlukla sürdükleri yaşamlarının daha da zorlaşmaması için yaşam alanlarını savunmaya çalışıyor. Bu bir tür hayatta kalma mücadelesi. Güney Amerika'da da Ege'de, Artvin'de, Dersim'de, Karadeniz'de, Uzak Asya'da da bu böyle. Çünkü şirketler özellikle 1970'lerden sonraki neoliberal politikalarla meta üretimini daha da yaygınlaştırmak yeni yatırım alanları bulmak için dünya üzerinde madencilik, enerji ya da endüstriyel tarım yatırımlarını artırdılar ve bu her yerde emekçi köylülüğün mülksüzleştirilmesi, topraklarından sökülüp atılması anlamına geldi.

70'lerden sonra tarıma verilen sübvansiyonlar kesilerek tarım kapitalist şirketlerin insafına terk edildi, büyük bir mülksüzleştirme süreci yaşandı. Mülksüzleşen köylüler, proleterleşti, organize sanayi bölgelerinde, fabrikalarda ya da endüstriyel tarım çiftliklerinde çalışmak zorunda bırakıldı. 70'lerden sonra özellikle bu saydığım kıtalarda, emekçi köylüler, emekçi halk yaşam koşullarını savunma mücadelesi vermeye başladı. Bu mücadelelerin başarıya ulaşması açısından ne yapmaları gerektiği sorusu hala ortada duruyor. Bugün canla başla mücadele edip şirketi kapınızdan kovuyorsunuz ama o başka bir yol bulup tekrar karşınıza çıkıyor. Onu kovuyorsunuz başka bir şirket geliyor. Dolayısıyla siz Sisifos'un mitolojisinde olduğu gibi sürekli bir tekrarı yaşamak zorunda kalıyorsunuz. Karşınızdaki küresel şirketler, onların emrindeki devletler ve onların güvenlik güçleriyle baş edemez hale düşebiliyorsunuz.

EKOLOJİ MÜCADELESİNİ POLİTİK HAREKETE DÖNÜŞTÜRMELİYİZ
Biz ekoloji mücadelesini tekil şirketlerle mücadele, tekil sorun odaklı, sadece belli bir yereli ilgilendiren, kendi arka bahçesini koruma mücadelesi olmaktan çıkarmak gerektiğini düşünüyoruz. Politik bir harekete dönüştürülmesi gerekiyor.

Politik ekoloji ya da politikleşmeden ne kastettiğimiz bazen anlaşılmıyor. Şunu demek istiyoruz. Maruz kaldığımız, yaşam alanlarımıza yönelik saldırı sadece bir bölgeye, köye, belli bir halka değil küresel olarak süren bir saldırı, bunun öznesi de şu ya da bu şirket değil o şirketlerin bunu yapmasını sağlayan küresel ulusal sistem. Bu sistemin hem küresel anlaşmalar hem de ulusal anayasalarla güvence altına alındığı gerçeğini görmek gerektiğini söylüyoruz. Sorunun kaynağını görmek açısından bu önemli.

TOPLUMSAL KESİMLERİN MÜCADELESİYLE BAĞ KURMA
Mücadele açısından da politikleşmeden şunu kastediyoruz: Biz toplumsal bir adaletsizlik, eşitsizliğe maruz kalıyoruz. Bu toplumda eşitsizliğe ve adaletsizliğe maruz kalan sadece ormanları yok edilen, suları, meraları ellerinden alınan insanlar değil, başka toplumsal kesimler de var. Ekoloji mücadelesi yürütenlerin diğer toplumsal kesimlerin mücadeleleriyle bağını kurmak gerekiyor. Bazı tekil örneklerde mücadele kazanılabilinir ama nihai kazanım açısından, yeryüzünde süren ekolojik yıkımdan kurtulmak için nasıl ve kimlerle hareket etmemiz gerekir sorularına yanıt üretecek politik bir ekoloji hareketi yaratmamız gerekir diye düşünüyoruz. Bunun için de biz de elimizden geldiğince mücadele etmeye çalışıyoruz.

ŞİRKETLERE KARŞI, EMEĞİN, DOĞANIN SÖMÜRÜSÜ MÜCADELESİ

Sosyalistlerin ekoloji mücadelesiyle ilişkisini yeterli görüyor musunuz?
Dünya üzerindeki sosyalist hareketlerin ekolojik hareketler ve ekolojik sorun ve ona karşı mücadelede düne göre çok daha olumlu bir noktada olduğunu görebiliyoruz. Dün bu sorunu sınıf mücadelesini görmezden gelmek, görünmez kılmak için burjuvazi tarafından üretilmiş bir ideoloji, siyaset olduğunu düşünürken, bugün ekolojik sorunların emekçilerin, işçilerin yaşamını, bütün olarak yeryüzündeki canlı yaşamı tehdit eden bir niteliğe büründüğünü ve dolayısıyla dünya üzerinde bir cenneti kurma umuduyla yola çıkanların bu cenneti gerçek kılacak bir yeryüzünün kalmayacağı gerçeğiyle karşı karşıya kaldığımızı daha iyi görüyoruz. Ekoloji mücadelesini yan bir mücadele olarak düşünmek, ya da bu hareketlerle pragmatik ilişkiler kurmak gibi geri yaklaşımlardan uzak durmak gerekiyor. Kapitalizme karşı mücadelenin kapitalizmin her an yarattığı ekolojik yıkıma karşı mücadeleyi geliştirmek açısından hem de kapitalizmi aşarken kapitalizmin bakiyesi olacak ekolojik krizlerin nasıl aşılacağı, yeryüzündeki canlı yaşamın yeniden döngülerinin restore edileceği gibi ciddi sorularla karşı karşıyayız. Nasıl işçi sınıfı her günkü mücadelesinde daha iyi yaşam koşulları için mücadele ediyorsa, bu daha iyi yaşam koşullarının biri de daha temiz gıdaya erişmek, daha temiz ve ücretsiz suya erişmek, daha temiz hava solumak ve temiz bir çevrede yaşamak talepleri de iyi yaşam çerçevesi içine sokulması gerekir.

Sosyalistler, sosyalist partiler ekoloji sorunu devrimden sonra çözülecek bir sorun olarak değil bugünden şirketlere karşı, emeğin ve doğanın sömürüsüne karşı verilen bir mücadele olarak görmesi ve bütün benliğiyle bu mücadeleye girmesi gerekiyor. Aynı zamanda Türkiye'deki sosyalist partiler açısından şunu da söylemek gerekir ki; dünya üzerinde ekolojik yıkım ve ekolojik sosyalizm anlayışını geliştirilmesi konusunda hayli gelişkin bir tartışma yürüyor. Sadece marksizmin ekolojik temelleri, perspektifleri değil, devrimden sonra nasıl siyaset izleyeceğimiz, yıkıma uğrayan ekosistemin onarılması konusunda neler yapmamız, hangi teknolojileri kullanmamız gerektiğine, gıda sorunundan diğer temel yaşam ihtiyaçlarının geliştirilmesine kadar neler yapmamız gerektiğine dair çok gelişkin bir tartışma var. Mesela ekoleninizm tartışması var. Ekolojik yıkımın aşılması konusunda proletarya diktatörlüğünün nasıl bir politika izleyeceği gibi temel sorunlar var. Ekolojik yıkıma karşı her günkü mücadelede hangi stratejilerin, örgütlenme biçimlerinin, mücadele araçlarının kullanılacağına dair ciddi tartışmalar var. Çünkü milyonlarca insanın hayatlarının yok olduğu bir durumdan bahsediyoruz. Sadece savaşlarda ölmüyor, suya, gıdaya erişemediği için ya da maruz kaldığı kimyasallar nedeniyle ölen işçilerden, emekçilerden bahsediyoruz. Bunlara karşı mücadele vermek sosyalist mücadelenin, sınıf mücadelesinin ana gündemi olması gereken konular.

Ekoloji mücadelesinin yeni bir temelde, politik bir anlayışla, daha stratejik, programatik bir şekilde ele alınması, bu alanda mücadele edenlerin de bu deneyimler ışığında yeni yollar, stratejiler, örgütlenmeler geliştirmesi gerekiyor. Sosyalist hareket ekoloji hareketinden öğrenmeyi başarabilmeli. Ama en başta kendisi ekolojist bir parti, örgüt olmayı, eko-marksizm alanındaki tartışmaları öğrenmesi, geliştirmesi gibi görevlerle karşı karşıya. Eko-sosyalist, eko-marksist bir parti haline gelmek sadece ekolojik yıkıma, kapitalizmin soyut bir eleştirisiyle gerçekleştirilemez. Bunun her günkü parti faaliyetinin temel konusu haline getirilmesiyle de bağlantılı. Bunları başardığımız oranda ekolojik marksizm soyut bir tartışma olmaktan çıkıp, hayatın pratiğinde günlük politikada somutlanacak bir gerçeklik haline gelecektir.