30 Aralık 2024 Pazartesi

Faşizmin böl parçala taktiğini boşa çıkartmak

Hayatı, yenilgi veya zafer üzerinden okuyanlar bakımından mutlak zafer olmayan her durum yenilgidir. AKP açısından durum budur ve bu son zamanlarda sıklıkla tekrarlanmaktadır.
 

Kültürden geleneğe, entelektüel üretimden politikaya dek hayatı böyle ilkel bir yenilgi-zafer üzerinden okuma anlayışı, sosyal Darwinizmle etkileşim halindedir. Buradan hareketle hayli eğlenceli bir AKP-pozitivizm kıyaslaması yapmak da mümkün.

Ancak ABD’deki Birleşmiş Milletler toplantısı eksenindeki hezimet daha güncel. Çünkü içeride, içeriye ve ‘bize’ karşı konuşurken oldukça sert ve muktedir görünen AKP’nin dünya sahasında herhangi bir ağırlığı bulunmadığı çoktan açığa çıkmıştı.

Bu kez yenilgi değil, hezimet var. Seferberliğe hazırlanırcasına yola çıktılar. Dünyaya ve ABD’ye ayar verilecek, tezler kabul ettirilecek ve İslam aleminin tartışmasız liderliği tescil edilecekti.

Trump’la konuşma-görüşme bu konseptin temel parçası olacaktı. Oysa kürsüden bozuk atılan İsrail’i destekleyen lobiyle görüşüldü ve bununla beraber İsrail’e dönük kamusal öfke dilinin “öylesine” köpürtüldüğü ortaya çıktı. Bu saatten sonra İsrail karşıtlığının siyaseten olduğu çok daha fazla görünür olacaktır.

Trump’la görüşememe ise hüsrandı. İstanbul depremi imdada yetişti de o gün bu hayal kırıklığı gizlenebildi. Tablo değişti mi, hayır. “Dostum Putin” gelmiş, İstanbul’da AKP’nin tezlerine aykırı siyasetini takır takır sıralamıştı. Trump buna bile lüzum görmedi.

Görüşmeye anlam yükleyen AKP’ydi. Ancak şunu anlamadığını BM’deki konuşmadan görmek de mümkün. Kürdistan devrimini ve özgürlük güçlerini IŞİD’le bir tutmak stratejik yanlıştı. Kendi subjektivizmi dünyayı ilgilendirmiyordu. Kaldı ki kısa süre öncesine kadar AKP, Suriye’deki politik İslamcı kulvardaki faşist organizasyonların hamisi, destekçisi, hatta Putin’e kalırsa üreticisiydi.

Bunlar bir yana işgalci ve sömürgeci dili, öfkeli ifadeler ve yıkıcı, kahredici eda 1930’larda iş görebilirdi ama ABD dahi emperyalist yayılma planlarını “demokrasi” gibi kılıflara sarmalarken “yıkacağız-yok edeceğiz” diskurunun antipati yaratmaması imkansızdı.

El elde, baş başta kalmak kaçınılmazdı, öyle de oldu. Deprem, hezimeti perdeledi. Ancak o kadar ders almaktan, perspektifinden uzak bir iktidar var ki, depremle ilgili haber veren konvansiyonel medyadan “rahatlatıcı haber” sunmaları rica edildi. Ricanın emir telakki edileceğini bilerek. Mutlak hakimiyet algısını doğaya karşı dahi kullanmak.

Bu kafa, AKP’nin bayraktarlığını yaptığı rejimi yalnız, sözü para etmeyen, Kürt düşmanı bir pozisyona çivilemiştir. Düşmanlık bahsi önemli. Zira Kürdistan’ın Rojava sahasındaki halk devrimini mutlak ve kategorik düşman sayma anlayışı ne sonuç verir ne itibar kazandırır.

Rojava’yı dağıtmak, Türkiye’deki Arap mültecileri oraya yerleştirerek, bir tür güncel Arap kemeri siyaseti güderek gidilecek yol bir arpa boyundan fazla değildir. Velev ki, bütün Kürt siyaseti imha edildi. Ne değişecek? Hiçbir şey. Çünkü bu yol defalarca denendi.

Her Kürt isyanı bastırıldığında, son direnişçi öldürüldüğünde veya sürgüne yollandığında rejim neyle karşılaştıysa aynısını AKP de bulacaktır karşısında: Temeli özgürlük olan Kürt sorunu. Hem de en saf haliyle.

AKP şu anda devlet denetimindeki bir Kürt-İslam melezleşmesi ile yol alma hayalini görüyor. Oysa bu iki damar, çoğu isyanda bir aradalardı zaten. Dolayısıyla politik asimilasyonla neticeye ulaşması olası değil. 

Dönüp dolaşıp gelinecek yere işaret ettik. Kürdistan sahasında kendi kaderini tayin hakkı. Tayinin türlü biçimleri olabilir. Yapısal bir sorun olarak Kürdistan’ın kaderini tayin mücadelesi, ülke sathındaki politik özgürlük mücadelesiyle organik ilişki içindedir. Öyle görünmektedir ki biri çözülmeden diğerinin çözülmesi faşizm şartlarında imkansızdır. Faşizm iki bileşenin ortak hedefidir.

Başa dönersek; ‘IŞİD’e karşı asıl biz mücadele ettik, SDG işgalcidir, Rakka’ya kadar mülteci iskan edelim’ türü hakikate uymayan, Kürdü kendi ülkesinde işgalci sayan anlayışla varılacak yol, El Beşir’leşmedir.

Açık yüreklilikle vurgulamak gerek. Uzun yıllardır Türkiye siyasi coğrafyasındaki özgürlük mücadelesi ve ödenen ağır bedeller asıl olarak Kürdistan halkının omuzlarında yükseldi. Buna karşın özgürlük arayışı sürdü; dağılma, korku, panik gelişmedi.

Batı’daki mücadele, Gazi, Gezi, kadın cinayetlerine yönelik gösterilen tepkiler gibi istisnai örnekler dışında toplumsallaşmadı. Hele Kürdistan halkının hakkını teslim eden toplumsal çıkışlar zayıf kaldı.

Bazı zamanlarda, buna rağmen, Batı’daki mücadeleyi ketleyenin Kürdistan’daki özgürlük arayışı olduğunu düşünenler çıktı. Bu korkunç bir körleşmeydi. Bütünüyle yanlış ve egemen ideolojiden önemli oranda etkilenen, düşünce evreni sosyal demokratlığı aşamayan denklem sömürgeci fütursuzluğu besliyor.

Cumhuriyet tarihi medeni kanundan sendika hakkına dek, başka ülkelerde uzun ve dişe diş mücadelenin konusu olan hakları, elbette yanı başındaki ‘Sovyet tehlikesi’ni de dikkate alarak tanıdı-verdi. On yıllar içinde ‘devletten bekleme’ ve devlet ideolojisiyle kopuşmakta zorlanma biçimindeki yan etkileri besleyen sebeplerden biri bu olmuştur.

Kürdistan halkıyla dayanışma, özgürlük mücadelesini destekleme bir yana, kendi hak ve özgürlükleri için rejimle, iktidarla dişe diş mücadeleye mecburdur. Aksi tutumlar, ‘devletin toplumu’ olma esaslı sorunu büyütecektir.

Böyle bir hak ve özgürlük mücadelesi kaçınılmaz olarak Kürdistan halkının mücadelesiyle iç içe geçecektir. Demokratik cephe partisinden tutalım da henüz önümüze çıkmamış, tanımlanmamış biçimlerine varıncaya dek bütün mücadele biçimleri bu kanalları birleştirebildiği oranda faşizmin böl-parçala stratejisini boşa çıkaracaktır.