18 Mayıs 2024 Cumartesi

Yakup Ateş yazdı | Ölüm Uykudaydı: Hatırlamak istemeden anlatılanlar

İster Latin Amerika'da bir hapishanede olun, ister Nazi Almanya'sında ya da belki metnin en iyi yaptığı şeyi fark edin, yani anlatılanın bu toprakların hikayesi olduğu gerçeğini... Oyun bize işkence ve zulümleriyle bilinen Diyarbakır ya da Mamak hapishanesinin adları ya da yerleri başka birçok benzeri olduğunu, bunların dünyanın her yanında bulunduğunu, Montevideo ya da Berlin'deki bir mahkumun, hayatta en yakın olduğu insanın Diyarbakır Hapishanesi'nde, '80 darbesinin ardından türlü işkencelerden geçen kişiler olduğunu, ne onların bunları unuttuğunu, ne de kendiliğinden unutulup gideceğini bize gösteriyor.

İçinde bulunduğumuz koşulların ceremesini en fazla çeken alanlardan biri de şüphesiz tiyatrolar oldu. Yine de, bu zorlu şartlar bile, bu işe gönül vermiş insanları ve oluşumları durduramıyor. Bu tiyatro gruplarından biri de, tam adı Bilim Eğitim Estetik Kültür Sanat Araştırmaları Vakfı olan ve daha çok kısaltması "BEKSAV" adıyla bilinen vakfın bünyesinde yer alan, Tiyatro İmge.

Uzun bir aradan sonra, online bir platformda yeni bir oyunu izleme fırsatı bulduğumda, beni üzerine yazacak kadar etkileyeceğini düşünmemiştim. Grubun şu an online gösterimde yer alan iki oyunundan (diğeri de Ayşe Nur Demir'in kaleminden çıkan bir kadın hikayesi, ki buna bir özsavunma hikayesi demek daha doğru olur: Benim Adım) birini izleme fırsatı buldum. Cuma Boynukara'nın yazdığı, Ahmet Uçar'ın tek kişilik bir performansla ortaya koyduğu, reji koltuğunda Onurcan Çelebi'nin yer aldığı oyun, aslında geride kaldığını düşündüğümüz kimi acı olaylara aitmiş gibi görünse de, bugüne dair de çok fazla şey söylediğine inanıyorum.

Bunu biraz daha açmadan evvel, gelin oyunun hikayesini biraz konuşalım: Oyun, anlatıcımız Mauricio'nun bir heyetin karşısına çıkıp, hatırlamak istemese de (kendisinin de söz ettiği hafıza kaybı, belki de zihninin onu koruma kaygısından başka bir şey değil), arkadaşlarının anısına saygı gereği anlatmak zorunda olduğu insanlık dışı birçok hikayeye ev sahipliği yapıyor. Ne yazık ki, bu hikayelerin hepsi, oyunun başlarında yer alan kelepçe hikayesi kadar komik değil. Birçoğu oldukça sert hikayeler. Yine de oyun, bu hikayelerden kaçınmak yerine, belki de toplumca hiç beceremediğimiz bir şeyi, yani yüzleşemediğimiz gerçeğini hatırlamamızı sağlayabilir.

Tam da bu noktada, toplam 9 farklı karakteri tek başına sırtlayan Ahmet Uçar'ın performansına değinmeden edemeyeceğim. İkinci perdedeki bazı kalabalık sahnelerdeki geçişlerde yer alan küçük kusurlar haricinde, performansı sahnede göz dolduruyor. Özellikle hepimizin mahkumlarla özdeşleştiği, yoğun üzüntü ve acıma duymamızın muhtemel olduğu kısımlardaki gardiyan ve işkenceci karakterleri oldukça gerçekçi bir biçimde ortaya koyması, oyundan hiç kopmadan, aslında hemen hepsi insanlığa dair olan tüm bu kişi ya da durumları, hissedebilmemizi mümkün kılıyor. Rejinin de bu noktada gayet iyi bir iş çıkardığını söylemek lazım, çünkü oyun salt bir anlatıdan ziyade iyi bir efekt ve projeksiyon kullanımını da içeriyor. Mauricio'nun kızıyla konuştuğu ziyaretçi sahnesinde kullanabilmek için, sırt kısmı kare aralıklı bir sandalye tercihi bile son derece işlevsel.

Yeniden oyunun hikayesine ve yarattığı anlama dönecek olursak, beni en çok düşündüren şeylerden biri, metnin yarattığı gönderme alanlarının, aslında bir hiç ülke olan, sadece İspanyolca konuşulduğunu bildiğimiz bu yerin ve buradaki olay ya da kişilerin, insanlık tarihinin nasıl da zamandan ve mekandan bağımsız figürleri oldukları duygusu. Bunu istersek darbeciler ve işkenceciler açısından düşünelim, istersek de zulme uğrayan ve bu baskıya karşı duran insanlar açısından. Tıpkı Mauricio'nun berbat durumdaki hücresindeyken, Nazilere karşı duran bir Alman direnişçinin tecrübesinden faydalanması gibi, dertlerimizin ortaklığına ve zulmün kimliksizliğine dair evrensel bir durum ortaya koyma gayreti var oyunun. Tam da bu gayret, Boynukara'nın metnini günümüz için de güncel kılıyor.

İster Latin Amerika'da bir hapishanede olun, ister Nazi Almanya'sında ya da belki metnin en iyi yaptığı şeyi fark edin, yani anlatılanın bu toprakların hikayesi olduğu gerçeğini... Oyun bize işkence ve zulümleriyle bilinen Diyarbakır ya da Mamak hapishanesinin adları ya da yerleri başka birçok benzeri olduğunu, bunların dünyanın her yanında bulunduğunu, Montevideo ya da Berlin'deki bir mahkumun, hayatta en yakın olduğu insanın Diyarbakır Hapishanesi'nde, '80 darbesinin ardından türlü işkencelerden geçen kişiler olduğunu, ne onların bunları unuttuğunu, ne de kendiliğinden unutulup gideceğini bize gösteriyor. Ardından tüm bu olanların dehşeti içerisinde oyun, uykudaki ölümün yavaş yavaş nasıl uyandığını ve yaşamın imkansız kılındığı anlarda bir direnişe ve bir ağıda, "hayatını toprağa veren" insanların direnişine ve ağıdına, nasıl dönüştüğünü anlatıyor.

İlk olarak Manuel'in tek tip elbiseye karşı duruşuyla başlayan direniş, yine Manuel'in ölümü çağırışıyla sürüyor ve yıllardır boyun eğmeye mahkum edilmiş karakterlerimizin artık mevcut koşullar çerçevesindeki isyanının hikayesine dönüşüyor. Bu isyan öyle büyüyor ki, biraz olsun insanca yaşayabilmek için hayatlarını ortaya koymak durumunda kalıyorlar ve ancak bunu yaptıklarında üzerlerindeki iktidar sarsılmaya başlıyor. Tüm bu yaşanan değişim, hem metin tarafında, hem de sahne tarafında başarılı bir şekilde anlatılmış.

Yaşamın yaratılması çabasıyla ortaya konan ölümlerin ışığında, Mauricio'nun kızı Gabrielita için ölüm orucundaki mahkumlar tarafından hazırlanan "Gabrielita'nın Mavişleri" adlı hikaye kitabı ise, hücrenin karanlığından fışkıran umudu naif bir biçimde duyumsamamızı sağlayarak, umudun her zaman ve her yerde nasıl filizlendiğini seyircilere gösteriyor.

Biz seyircilere ise, pandemi günlerinin zorlu zamanlarında, zor koşullar altında başarılı bir sahnelemeyle ortaya konan bu oyunu izlemek düşüyor. Bir tiyatro izleyicisi olarak Tiyatro İmge'ye ve emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunmak isterim.