17 Mayıs 2024 Cuma

Kürdistan'dan Gazi'ye uzanan Ergenekon suç dosyası

Kontrgerilla denince ilk akla gelen 90'lı yıllarda devrimcilere, yurtseverlere, Kürt halkına karşı işlenen suçlar, gözaltında kayıplar ve faili meçhuller geliyor. JİTEM itirafçısı Abdülkadir Aygan'ın anlattıklarındaki gibi; JİTEM HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın'ı ardından Musa Anter'i katletti. Devrimciler, yurtseverler, aydınlar, gazeteciler, sendikacılar kaçırıldı ve katledildi, gazeteler bombalandı. Kontrgerilla eliyle 12 Mart 1995'te Gazi'de kahvehaneler tarandı, sonra ayaklanan halkın üzerine ateş açıldı, Sivas'ta Aleviler Madımak Oteli'nde yakılarak katledildi. Hepsinin faili belli, hepsinin faillerini tanıyoruz.

Faşist Türk burjuva devletinin tarihi aynı zamanda kontrgerilla ve katliamlar tarihidir. On yıllardır varlığını sürdüren kontrgerilla örgütlenmesi Özel Harp Dairesi, Çiller Özel Örgütü, JİTEM, Ergenekon gibi isimlerle örgütlendi. İsimler değişse de süreklilik her daim esas oldu. Kontrgerilla örgütlenmesinin temel amacı işçi sınıfı ve ezilenlerin politik özgürlük talebini her türlü araç ve yöntemle bastırmaktı. Öyle de oldu.

Kontrgerilla denince ilk akla gelen 90'lı yıllarda devrimcilere, yurtseverlere, Kürt halkına karşı işlenen suçlar, gözaltında kayıplar ve faili meçhullerdir.

Kontrgerillanın en yalın haliyle karşımıza çıktığı an 1997'de Susurluk'ta gerçekleşen trafik kazası oldu. Susurluk kazası kontrgerillanın siyaset-bürokrasi-mafya üçgeninde ifadesini bulan ilişki ağını da gösterdi. 

Susurluk kazası sonrası 90'lı yılların kontrgerilla faaliyetleri yıllar sonra Ergenekon davasıyla gündeme geldi. 

ERGENEKON DAVASINA GİDEN SÜREÇ
2001 ekonomik kriziyle faşist rejim çürümenin ve çıkmazın ortasındaydı. Dönemin hükümeti AB'nin isteklerine cüretkar yanıt üretemiyor, ABD'nin Irak'ı işgal harekatına yönelik hazırlıklarına yeterli desteği vermiyordu. AKP bu siyasi iklim içerisinde bir taraftan halkın tepkisini arkalayan, öte yandan emperyalistlerin ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin kabul edeceği bir politik aktör olarak sahneye çıktı. Burjuva değişim programı hızla uygulanmaya başlandı. Ayrıcalıklı konumunu yitirme olasılığı generaller partisi içinde cuntacı eğilimleri güçlendiriyordu. Fakat sermaye oligarşisi ve ABD'nin desteği olmaksızın darbe koşulları oluşmuyordu. Aranan ortamı yaratmak için bir yandan ırkçılık, şovenizm ve irtica tehdidi ile halk cepheleştirilerek AKP zayıflatılacak, diğer yandan kontrgerilla grupları üzerinden darbe koşulları hazırlanacaktı. Ancak süreç farklı işledi ve ABD'nin desteğinden yoksun olan generaller partisi AKP-Cemaat ittifakı karşısında gerileyerek ayrıcalıklı konumunu yitirdi.

ERGENEKON DAVASI
Ergenekon davası kontrgerillanın tasfiyesi amacını değil, devlet içinde ABD çizgisinden kayan kesimlerin elimine edilmesini hedefliyordu. Dolayısıyla kontrgerilla sanık sandalyesine oturtulmadı. Dava iddianamesinde Ergenekon ile TSK, MİT ve emniyet gibi kurumlarla organik ilişkinin tespit edilemediği öne sürülüyordu. Yine Ergenekon dava dosyasına konulan onlarca belge bu iddiayı yalanlıyordu. Tüm kontrgerilla eylem kararları MGK'da onaylanmış, MİT, TSK ve emniyetin kurumsal olarak işlenen tüm katliamlardan, faili meçhul cinayetlerden, gözaltında kaybetmelerden, işkencelerden sorumlu oldukları, yani bilinen gerçekler bu belgelerle kanıtlanmıştı.

Her ne kadar Ergenekon davası burjuva klikler arası bir hesaplaşmanın ürünü olarak sürdürülmüş ve verilen hapis kararları bozularak suçları örtbas edilmiş olsa da Susurluk sonra kontrgerillanın gündeme gelmesi bakımından önemli bir süreci ifade ediyor.

Davanın sanıkları ve tanıkları kamuoyunun aşina olduğu isimlerdi. Emekli ve muvazzaf askerler, burjuva siyasetçiler, bürokratlar, polisler, istihbaratçılar, sermaye sahipleri, mafya ve çete liderleri. Hepsi de 90'lı yılların kontrgerilla örgütlenmesinin birer parçası. Veli Küçük, Hurşit Tolon, Arif Doğan, İbrahim Şahin, Doğu Perinçek, Sedat Peker sanıklardan, Alaattin Çakıcı gibi isimler ise tanıklardan oluşuyordu. Bu isimler kontrgerillanın kimlerden oluştuğunu göstermeye yetiyor. Yani devlet kontrgerillanın kendisi olarak karşımıza çıkıyor.

JİTEM
Yukarıda sayılan kimi isimlerin kontrgerilla örgütlenmesindeki rollerini JİTEM'de somutlayabiliriz. 

JİTEM'in resmi varlığı yıllarca devlet tarafından yalandı. Öyle ki Susurluk kazasının ardından TBMM bünyesinde kurulan Susurluk Komisyonu'na konuşan eski Jandarma Komutanı Teoman Koman, "Jandarma teşkilatı içinde JİTEM adında yasal ya da yasa dışı bir örgüt kurulmadı" diyerek jandarma dışında bu ismi kullanan bir grubun olduğunu iddia ediyordu.

JİTEM'in varlığı resmi olarak ilk kez Ergenekon davası sanıklarından emekli asker Arif Doğan tarafından açıklanıyordu. Aynı davada yargılanan Veli Küçük ise "Jandarma Genel Komutanlığı bünyesinde hiçbir zaman böyle bir birimin olmadığını ve bu isim kullanılarak sanki gizemli, gayri yasal bir oluşum varmış izlenimi yaratılmaya çalışıldığını" iddia ediyordu. Dönemin OHAL bölgesinde görev yaptığını söyleyen Doğan 8 yıl boyunca Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Grup Komutanlığı'nda görev yaptığını, görevinin Türkiye genelini kapsadığını söylüyor, ancak "Genelde görev alanım Doğu ve Güneydoğu'ydu" diyordu. Arif Doğan ve Veli Küçük'ün yanı sıra Cem Ersever ve Aytekin Özer gibi isimler JİTEM'in kuruluşunda yer almıştı. JİTEM'in kuruluş amacı açıktı; Kürt halkının ulusal mücadelesine ve onun örgütlü gücüne karşı kontrgerilla faaliyeti yürütmek. Ankara ve Diyarbakır olmak üzere iki komutanlık kurulmuştu. Devlet adına Kürdistan'da katliamlar, suikastlar, köy yakmalar, kaybetmeler, işkenceler, infazlar JİTEM tarafından yapılıyordu. Kürt halkına karşı işlenen suçlar psikolojik savaşın bir parçası olarak Kürt özgürlük hareketinin üzerine atılıyordu.

Özel harekat polisi Ayhan Çarkın, Susurluk sonrası itiraflarında Kürdistan'a 1986'da gönderilen ilk 320 kişilik ekip içinde yer aldığını anlatmış, "Kürt halkına bok yedirdik, tırnaklarını söktük, dillerini yasakladık" demişti. Çarkın, kamuoyunda "bebek katili" başlıklı haberlerde sıklıkla gösterilen ve simge haline getirilen kurşunlanmış bebek fotoğrafının çekildiği Pınarcık Köyü katliamı başta olmak üzere pek çok katliamı PKK değil JİTEM tarafından gerçekleştirildiğini de itiraf etmişti.

JİTEM elemanlarının bir kısmı 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu kapsamına alınarak resmi istihbaratçı olarak gösteriliyordu. Bir kısmı gösteriliyordu, çünkü JİTEM'in kendisi faşist hukukun bile sınırları içerisinde hareket etmiyordu. Yerel muhbir ve ajanların ihbarlarıyla binlerce kişi kaçırılıyor, JİTEM karargahlarında işkence ile katledilip cansız bedenleri sokağa atılıyordu. Bunun nedeni halkta 'korku' yaratarak devrimci ve yurtsever hareketle buluşmasının önüne geçmekti.

JİTEM itirafçısı Abdülkadir Aygan'ın anlattıklarına göre; JİTEM önce HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın'ı ardından Musa Anter'i katletti. Devrimciler, yurtseverler, aydınlar, gazeteciler, sendikacılar kaçırılıyor ve katlediliyor, gazeteler bombalanıyordu. Faili meçhul ölümler dönemi başlamıştı ve bu dönemde Kürdistan'da faili meçhullerin yüzde 80'i JİTEM tarafından yapılmıştı. Kontrgerilla faaliyeti sadece JİTEM eliyle değil, devletin MİT ve emniyeti içerisinde oluşturulan birimlerle de yürütülüyordu. Mehmet Ağar'a bağlı Özel Harekat Dairesi'nde İbrahim Şahin'e bağlı olarak polis, Korkut Eken'e bağlı olarak ülkücü çeteler örgütlenmişti. Aynı zamanda Kürt özgürlük hareketine karşı Hizbulkontra (Hizbullah) da örgütlendiriliyordu. 1993 yılında Emniyet Genel Müdürü olan Mehmet Ağar Hizbullah için, "Hizbullah devlet aleyhine eylemlerden kaçınmaktadır. Örgüt üyelerini yakalamak fayda sağlamaz" açıklaması yapıyordu. Devlet dört koldan kirli savaş konseptine sarılmıştı. 1993-1997 yılları arası kontrgerilla faaliyetinin ve özellikle faili meçhullerin doruk noktası olmuştu.

Yine Abdülkadir Aygan'ın itiraflarına göre; dönemin Çiller hükümeti Jandarma Asayiş Komutanı Hasan Kundakçı gibi isimlere bunun için her türlü maddi ve manevi kolaylığı ve imkanı sağlama sözü vermişti. Kundakçı daha sonra DYP Milletvekili adayı olacaktı.

Ancak devlet ve JİTEM içerisinde de klik çatışmaları ve anlaşmazlıklar baş göstermişti. Özellikle JİTEM ile MİT ve emniyet arasında çekişme yaşanıyordu. JİTEM istediği yerden girip çıkıyor, MİT ve emniyeti saf dışı bırakıyordu. Klik çatışmaları devlet içerisinde temizliği beraberinde getirdi. Klikler arası çatışmanın temelinde Kürt ulusal mücadelesi yatıyordu.

Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis uçak kazasında ölmüş, akabinde Veli Küçük ve Arif Doğan'ın üstünü çizdiği JİTEM Diyarbakır Grup Komutanı Cem Ersever, Aydınlık gazetesine açıklamalar yapmış, bu nedenle hakkında soruşturma açılmıştı. Aydınlık gazetesi dönemin İşçi Partisi'ne, yani Doğu Perinçek'e aitti. Ersever ifade vermeye gitmeden önce ortadan kaybolmuş, 4 Kasım 1993'te elleri önden bağlanmış kafasına iki el ateş edilmiş cesedi Ankara Elmadağ'da bulunmuştu. Ersever'in, JİTEM komutanlığı öncesi Hizbullah ve kurucusu Hüseyin Velioğlu ile ilişkili olduğu kamuoyuna yansımıştı. Hüseyin Velioğlu 90'lı yılların sonunda Beykoz'daki villasında yine devlet tarafından öldürüldü. 

Cem Ersever'in öldürülmesinin ardından Diyarbakır Grup Komutanlığına Abdülkerim Kırca getirilmiş 'faili meçhuller' diye tanımlanan infazlar, kaçırma, kaybetmelerin en yoğun yaşandığı yıllarda görev yapmıştı. JİTEM içerisinde grup komutanları iki yıl görevde kalırken Kırca 4 yıla yakın bir süre bu görevi sürdürmüştü. Ta ki Susurluk patlayana kadar.

SİVAS KATLİAMI
JİTEM'in Kürdistan'daki katliamlarının ve faili meçhuller katliamların arttığı yıllarda Sivas Madımak Otel'inde 33 aydın yakılarak katledildi. Sivas katliamı Türkiye'de devrimci hareketin yükseldiği, demokratik Alevi hareketinin boy gösterdiği, Kürdistan'da Kürt halkının serhildanlara kalktığı yıllarda yapıldı. Amaç bu üç kanalın birleşmesini engellemekti.

2 Temmuz 1993 yılında Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Sivas'a giden 33 aydın, sanatçı, yazar, şair, karikatürist devletin yönlendirdiği gerici güruhlar tarafından Madımak Oteli'nde diri diri yakılarak katledildi. Katliam televizyonlardan canlı yayınlandı. Dönemin DYP-SHP koalisyonunun Başbakanı Tansu Çiller katliamın ardından, "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir", İçişleri Bakanı DYP'li Mehmet Gazioğlu, "Aziz Nesin'in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir" açıklamaları yapmış, o dönem Refah Partili Sivas Belediye Başkanı olan şu an Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu Madımak Oteli önünde 'Mücahit Temel' olarak karşılanıp, "Bir defa şöyle bir fatiha okuyalım. Şunların ruhuna el fatiha diyelim" diye konuşmuştu. Dönemin Sivas Emniyet Müdürü Doğukan Öner ise 'müdahale etmeyin' diyerek, katliamın ortağı olduklarını göstermişlerdi. 

Sivas katliamı sonrası 190 kişi gözaltına alındı, çoğu serbest bırakıldı. Davada göstermelik hapis cezaları verildi. Tutuklu sanıkların avukatlığını Refahyol hükümetinin Adalet Bakanı Şevket Kazan gibi isimler yaptı. Avukat listesinde çok sayıda Refah Partisi üye ve yöneticisi avukat vardı. Katliamcıları savunanların büyük bir kısmı daha sonra AKP ve Saadet Partisine katıldı. Katliam davasında aranan 8 sanık hiç yakalanmadı. 2012 yılında 2'si ölen, 5'i firari durumda olan 7 sanık için zamanaşımı kararı verildi. Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan bu karar sonrası, "Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun" açıklaması yaptı.

GAZİ KATLİAMI
Sivas Katliamının üzerinden 2 yıl geçmemişken İstanbul Gazi Mahallesinde (o dönem Gaziosmanpaşa'ya bağlı) 12 Mart 1995'de Alevi halkının kullandığı kahvehaneler tarandı. Alevi dedesi Halil Kaya yaşamını yitirirken 25 kişi yaralandı. Kontrgerilla bir kez daha sahnedeydi. Bu sefer amaç Alevi-Sünni çatışmasını körüklemekti. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Camiye yönelen kitleler devrimcilerin ve komünistlerin müdahalesiyle yönünü karakola çevirdi. Katliama tepki olarak gelişen protestolar ayaklanmaya dönüşmüştü.

Gazi halkı katliamın hesabını soruyordu. Halk ve polis arasında çatışma çıkmış, polisin açtığı ateş sonucu 15 kişi yaşamını yitirmişti. Gazi Mahallesinde sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş Mahallenin giriş çıkışları kapatılmıştı. Halkın cenazelerin verilmesi, sokağa çıkma yasağının iptal edilmesi, gözaltındakilerin geri verilmesi, asker ve polisin bölgeden çekilmesi şeklindeki talepleri reddedildi. Ayaklanma İstanbul ve Türkiye'nin çeşitli noktalarına sıçradı. 15 Mart'ta Ümraniye 1 Mayıs Mahallesinde halkın ayaklanması üzerine çatışmalarda 4 kişi yaşamını yitirdi. 21 Mart'ta Gazi komutanı MLKP-K kurucu üyesi Hasan Ocak siyasi şube tarafından kaçırılarak gözaltında kaybedildi. İşkence izlerini taşıyan bedenine 17 Mayıs 1995'de ulaşıldı. Hasan Ocak kayıplar mücadelesinin simge ismi oldu.

Dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu'nun, Emniyet Amiri Necdet Menzir'in, Emniyet Müdürü Mehmet Ağar'ın ve İçişleri Bakanı Nahit Menteşe'nin istifaları istendi. Ancak istifa yerine Ağar, Kozakçıoğlu ve Menzir, bir sonraki dönemde DYP'den milletvekili oldu. Mehmet Ağar 53. hükümette kısa bir dönem Adalet Bakanlığı yapacaktı. Bugünün İçişleri Bakanı Süleyman Soylu Gazi katliamı yaşandığında DYP Gaziosmanpaşa İlçe Yöneticiliği yapıyordu.

Katliamın ardından açılan mahkeme Trabzon'a taşındı. Yine sanıklara göstermelik cezalar verildi. Katliamın asıl sorumluları yargılanmadı. Ergenekon iddianamelerinde katliamda Veli Küçük'ün etkin olduğu iddia edildi.

Gazi katliamının aydınlatılması için verilen adalet mücadelesi devam ediyor.