18 Nisan 2024 Perşembe

İki Temel Mesele II- Mali-Ekonomik Sömürgeleşme

25 Haziran?da her şey düzelecek gibi bir propaganda yanlıştır. Halka yanlış bilinç taşır. Yapılması gereken kapitalizm teşhirini öne çıkarmak, kapitalizme, mali ekonomik sömürgeleşmeye son verilmeden kurtuluşun gerçekleşmeyeceği, tek çarenin sosyalizm olduğunu en gür biçimde haykırmaktır.
Diktatör Erdoğan, Başkan seçilmesi halinde faizi, enflasyonu, cari açığı, vergileri ve işsizliği düşüreceğini ilan etti. 16 yıldır iktidarda olan biri değil de 16 yıldır muhalefette olan bir partinin lideri gibi konuşuyor. Bu, çaresizliğin, çıkışsızlığın, çözümsüzlüğün itirafıdır. 16 yıldır yaptıklarından farklı ne yapacak da faizler, enflasyon, cari açık, vergiler ve işsizlik düşecek? Ya da soruyu şöyle soralım: faizleri, enflasyonu, cari açığı, vergileri ve işsizliği yükselten hangi politikalardan vazgeçilecek ki bunlar aşağıya çekilebilsin?
 
Bu sorunun muhatabı yalnızca diktatör Erdoğan mı? Başkanlık seçimlerinin diğer burjuva adaylarına da aynı soruyu sormak gerekmez mi? Zira onlar da 24 Haziran sonrası “müreffeh bir Türkiye” vaat ediyorlar. Onlar diktatörden farklı ne yapabilecek? Hiç, kocaman bir HİÇ. Farklı bir politik ekonomi uygulayamazlar. Onun bıraktığı yerden devam edecekler. Çünkü buna mecburlar. Çünkü Türkiye’de ekonomi politikalarını hükümetler değil uluslararası emperyalist kuruluşlar, tekeller, emperyalist devletler belirliyor. Çünkü Türkiye dünya pazarına entegre oldu, bu dünya pazarı da birkaç yüz dünya tekelinin kontrolünde. 
 
Türkiye ekonomisi doğrudan yabancı sermaye akımlarının bir üssü, yabancı sermaye akımı olmaksızın Türkiye nefes alamaz, boğulur. 
 
Hesapta Türkiye bir ihracat ülkesi, oysa ithalat ihracattan daha yüksek. Şubat 2018 itibarıyla ihracat yüzde 9, ithalat yüzde 19,7 arttı. İhracatın ithalatı karşılama oranı 2017 Şubat’ında %76,4 iken, 2018 Şubat’ında %69,6’ya düştü. AB’nin ihracattaki payı %45,2’den %51,9’a çıktı. En fazla ihracat yapılan ülke Almanya, yaklaşık 7 milyarlık AB ihracatının neredeyse 1,5 milyarı Almanya’ya. İthalatta ilk sırayı Çin aldı. Onun ardından Rusya, Almanya ve Fransa geliyor.1
 
Yüksek teknoloji ürünlerinin imalat sanayi ürünleri ihracatı içindeki payı yüzde 3,4, orta yüksek teknoloji ürünlerinin payı ise yüzde 38,4’tür. Yüksek teknoloji ürünlerinin imalat sanayi ürünleri ithalatı içindeki payı yüzde 14,9, orta yüksek teknoloji ürünlerinin payı ise yüzde 41,9’dur. Özetle Çin’den ithal edilen düşük teknoloji üretimi mallar işlenip Avrupa’ya pazarlanıyor. Yüksek teknoloji içeren mamuller de Avrupa’dan ithal ediliyor. Emperyalizm döneminde tarımsal ürünlerle sanayi ürünleri fiyat farkı üzerinden gerçekleşen sömürü emperyalist küreselleşme aşamasında bu biçimde gerçekleşiyor. 
 
Türkiye’den yapılan her 100 dolarlık ihracatın yaklaşık 60 dolarlık kısmı ithal, 40 doları ise “yerli” üretim. İhracat kaleminin ön sıralarında yer alan otomotiv sektöründe ithalatın payı yüzde 65 civarında, bu oran tekstil ve deride yüzde 68, elektrikli makinelerde ve metal sanayinde yüzde 70, gıda, tütün ve içecekte yüzde 72 düzeyinde.2 
 
“Yerli” üretimin yerliliği de su götürür. Türkiye’de bankacılık sektörünün yüzde 47’si, borsada işlem gören hisse senetlerinin de yüzde 68’i yabancı sermayenin elinde. 
 
Finans sektöründe durum böyleyken imalat sanayinde “yerli” üretimin merkezlerinden bir olan Bursa tipik bir örnektir. 2014 yılı itibarıyla en büyük 250 firmanın 37’si yabancı ortaklı ya da yabancı sermayeli. Bunlar toplam cironun yüzde 43,40’nı, ihracatın yüzde 72,6’sını gerçekleştirdi.3
 
Bunlardan ilk üçü, yabancı sermaye ortaklı OYAK ve Tofaş ile yüzde yüz yabancı sermayeli Bosch ihracatın yüzde 58’ini karşılamış. Türkiye’de “yerli” üretimin de içeriği böyle. Türkiye’nin imalat sanayi ve ihracatı emperyalist tekellerin elinde. İşbirlikçi tekelci burjuvazi de bu tekellerin ortağı. 
 
2013 yılında yabancı sermayenin Türkiye’den yaptığı kar transferi yıl bazında toplamda 13,5 milyara ulaşırken aynı yıl doğrudan yabancı yatırım girişi 12,6 milyar dolarda kaldı. Yurt dışına aktarılan kazancın 4 milyarı kar transferi, 3,5 milyarı portföy kazancı, 5,7 milyar doları da faiz kazancı şeklinde gerçekleşti. 2015 yılında kar transferi toplamı 13 milyar dolar ve bunun 3,4 milyarı doğrudan yatırımlardan.4
 
1990’da 52 milyar olan dış borç stoku 2002’de 130’a, 2017’de ise 438’milyara ulaştı. 1990’dan 2002’ye artış yüzde 148 iken, 2002’den 2017’ye yüzde 238 0ldu. 1990’da dış borçların GSYH payı yüzde 26’dan 2017’de yüzde 52’ye çıktı. 1990’da borcun yüzde 20’si özel şirketlere aitken 2017’de ise bu oran yüzde 70’yi aştı.5 Dışardan borç bulamayanın sermayeyi çevirmesi neredeyse olanaksız. Böylece borç balonu her seferinde biraz daha şişiyor, tabi emperyalist mali kuruluşların kasaları da. 
 
Bütün bu rakam yığınını bir kavramsal çerçeveye oturtamazsak konunun özünü kaçırmış oluruz. 
Türkiye emperyalizmin bir mali ekonomik sömürgesi haline geldi. Mali-ekonomik sömürgecilik, emperyalist küreselleşme evresinde ortaya çıkan sömürgeleştirme biçimidir. Yabancı sermayeye dönük tüm kısıtlamaların kaldırıldığı, gümrük duvarlarının aşağı çekilerek ticaretin serbestleştirildiği, döviz giriş ve çıkışına getirilen kısıtlamalara son verildiği, faiz oranlarının serbestleştirildiği, KİT’lerin özelleştirildiği, mülkiyet haklarının garanti altına alındığı, merkez bankaların özerkleştirildiği, piyasanın tekellerin denetiminde olan özerk kurullar eliyle kontrol altına alındığı, ucuz işgücü cennetlerinin yaratıldığı, emperyalist tekellerin bir iç unsur haline geldiği bir sömürgecilik biçimidir. Görünüşte siyasi bağımsızlığı olsa da mali ekonomik sömürge haline gelen bir ülke emperyalist sermaye olmaksızın yaşayamaz. 
 
Türkiye bir mali ekonomik sömürge olmaktan kurtulamazsa temel hiçbir ekonomik problemini çözemez. Emperyalist sermayeye mali-ekonomik sömürgesel bağımlılık ilişkileri sürdükçe faizin, enflasyonun indirilmesi nasıl başarılacak? İşsizlik nasıl çözülecek? Döviz fiyatları yükseldiğinde ithal malların fiyatı da yükselir, bu kaçınılmaz olarak maliyetlere yansır, enflasyon yükselir. Şirketlerin 223 milyar döviz borçları var, yabancı sermaye girişi azaldığında dövize olan talep artar. Sermayeyi dışarıya çıkarmak serbest olunca bu döviz fiyatını daha da yukarıya çeker. Sermayeye kaynak aktarmak için hükümetler vergiyi yükseltir. Yabancı sermayeyi yeniden çekmek için ücretleri daha da aşağı çekmenin yollarını arar. Devlet borçlarını karşılamak için elde kalan son KİT’leri de satışa çıkarır. Ekonomideki her “reform” girişimi emperyalizme bağımlılığı, finans oligarşiye teslimiyeti biraz daha artırır, tekellerin egemenlik alanını genişletir. Bu aynı durum küçük işletmelerin iflasını hızlandırır, emekçilerin hayat seviyesini daha da düşürür. Örneğin tütün piyasasının yüzde 90’ı emperyalist tekellerin elindedir. 2002’de 405 bin olan tütün üretici sayısı 2015’de 56 bine geriledi. Bu 350 bin tütün üreticisine ne oldu? Aile bireyleri ile birlikte birkaç milyonu bulan bir nüfus bu. Ucuz işgücü kaynağı böyle yaratılıyor. Bu durumda işsizlik çözülebilir mi? Diyelim ki birileri çözdü. Bu ücretlerin yükselmesi, sosyal hakların yeniden artması anlamına gelir. Bu durumda yabancı sermaye neden yatırım için Türkiye’ye gelsin. Bırakalım onları “yerli” sermaye Türkiye’de durur mu? 
 
Ucuz işgücü ve yüksek faiz emperyalist sermayenin Türkiye’deki varlık nedenidir. Türkiye kapitalizmi de emperyalist sermaye akışı olmadan yaşayamaz. Bankaları, borsası, sanayisi, iç ve dış ticareti emperyalist küreselleşme sistemine entegre olmuştur. 
 
AKP Türkiye’nin mali ekonomik sömürgeleştirilmesini hızlandırdı, dahası bunun liderliğini yaptı. Onu bir yana bırakalım, CHP ya da İYİ Parti süreci tersine çevirebilir mi? Hayır bunu yapamazlar. Bütün vaatleri boştur. Onlar işbirlikçi tekelci burjuvazinin temsilcileridir. Onların iktidar olması mali ekonomik sömürgeleşmeyi yeni halklar eklemekten başka bir sonuç vermez. Siyasi iktidar onlara geçse de ekonomik iktidar emperyalist tekeller ve işbirlikçilerinde kalmaya devam edecektir. Antikapitalist bir program uygulanmadan mali-ekonomik sömürgecilikten kurtulmak mümkün değil. 
 
Peki HDP ne yapabilir? Mevcut sistem içinde kalındıkça sorunun esasına dair bir çözüm getiremez. HDP’nin yapacakları sınırlıdır. Bütçenin halk yararına kullanılması, emekçilerin yaşam düzeyinin kısmen yükseltilmesi, halka dönük vergilerin kısıtlanması, iş güvenliğinin artırılması vb. Halkçı demokratik önlemleri en kapsamlı biçimde hayata geçiren Chavez Venezuela’sının bugünkü hali gözler önünde. 25 Haziran’da her şey düzelecek gibi bir propaganda yanlıştır. Halka yanlış bilinç taşır. Yapılması gereken kapitalizm teşhirini öne çıkarmak, kapitalizme, mali ekonomik sömürgeleşmeye son verilmeden kurtuluşun gerçekleşmeyeceği, tek çarenin sosyalizm olduğunu en gür biçimde haykırmaktır. 
 
1- Şubat 2018 Dış Ticaret İstatistikleri
2- OECD 2013 istatistikleri (yaklaşık olarak)
3- BTSO 2015, İlk 250 Büyük Firma Araştırması
4- Tcmb.gov.tr
5- Kaynak: Hazine Müsteşarlığı