27 Nisan 2024 Cumartesi

Feride Güntekin yazdı | Bir gülüşe hasretle

Artık herkes biliyor, Ankara'da 19'unda gece yola çıkmıştık. Yolda durdurulduk birkaç defa, arandık, sorun yoktu, devam ettik. Hıncahınç oyuncak doluyduk. Otobüse binmeden bir paket sigara almıştım, para üstü olarak yeni basılmış, pırıl pırıl bir liralar vermişti bakkal. Onları saklamıştım. Ülkelerini karanlıktan kurtaran insanların çocuklarına hatıra bırakırım diye umarak, saklamıştım. Sabah vakti, güzeller güzeli bir bahçeye indik. Bir sürü insan vardı, kimini tanıyor kimini hiç tanımıyorduk. Otobüsten çantalarımızı indiriyorduk yavaş yavaş. Aceleci olduğum için ilk çanta koyanlardandım, son alanlardan biri de ben oldum, haliyle.

Yıllar önce yetimhanede yaşayan çocuklarla drama çalışmak için bir proje ile Hindistan'a gitmiştim. O zaman da yanıma bir sürü film ve kullanmayı yeni yeni öğrendiğim analog fotoğraf makinemi almıştım sadece. Kendimle sınavımdı. Saklayabildiklerim filmde, gerisi kalbimde zaten kalacaktı. Makinemin markasını modelini tam bilmem, zaten lensi başka, flaşı başka, toplama bir makine. Ama adını Joshua koymuştum, halen güldürüyor beni.

Tam bahçeye girecekken 1 kilodan biraz ağır olan demir makinem boynumdaydı. Önümde Uğur'u fark ettim. Hayatımda hiç Uğur'un resmini çekmemiştim, madem fark ettim, onunla başlayayım dedim. Makineyi hızlıca ayarladım. Uğur'a seslendim. Muhtemelen beni öyle kafamdan büyük bir makinenin ardında görmeyi beklemiyordu. Muzip muzip güldü. Bastım düğmesine. Şansa emanet ettim çektiğim pozu. Daha çekilecek çok şey olacaktı. Filmimi idareli kullanmalıydım. Bir koyu karanlığın kalıntıları, sınırın hemen ardından doğan güneşin ilk ışıkları, oynayacağımız oyunlar, çocuk kahkahaları... Dolacaktı zaten her film rulosu. Değil mi?

Değildi.

Bahçede bir tanıdıktan diğerine koşmaya başladık. Tanımadıklarımızla konuşmaya çalıştık. Uzun zamandır görüşmediğimiz dostlara trip attık. Kimlik fotokopilerimizi verdik, valilikten izin beklemeye başladık. Meramımızı anlatalım diye, malum pankartın ardında, tam bir bilinmezin birkaç dakika öncesinde toplandık. Biraz konuşuyor, arada bir slogan atıyorduk. Karanlık aydınlansın diye ölen kadınların adını haykırırken biz, içimizde bir bomba patladı.

Sonraki kaosu, senelerce süren adalet mücadelesini mümkün olan her yerden duyurmaya çalıştık. Orada olmama rağmen, doğrudan yaralanmadığım için, hedef alınmadığım iddia edilerek davaya müdahil bile edilmedim. Birinci dereceden yakınımı kaybetmemişim. Kendimi kaç derece kaybettiğim o zaman da kimsenin umurunda değildi, hala değil. Eşyalarım bahçede kalmıştı, sevdiklerimin canının derdine düşünce hiçbir şeyi düşünemedim. Tam 3 sene sonra, 1 Ekim 2018'de, onları alabileceğimi öğrenip yola çıktım yeniden. Oraya. Her şeyin başlayabilecekken bittiği yere. Ne çektiğimi inanın hatırlamıyordum. Kafamda hayaller kuruyordum. Belki Keke vardır. Belki Cebo'yu çekmişimdir. Belki bir köşede bir başkasının sureti çıkmıştır... Urfa'ya gittim, Suruç'a dolmuşla geçtim. Önü bilyelerle parçalanmış sırt çantamı, fotoğraf makinemi ve telefonumu teslim aldım, emniyetten. Sonra tekrar bahçeyi görmek istedim. Öyle kısaydı emniyetten bahçeye olan yol... 3 dakika bile geçmeden kendimi bahçede buldum. Tanıyamadım. Kendimi de, bahçeyi de, kırılmış camların onarılmış hallerini de, eskiden havuz olan yeri de, ortada karpuz peynirle kahvaltı eden insanlar yoktu, ortayı da tanıyamadım o yüzden. Arkamdan polisler gelmiş, ben bahçede oturup anmaya, anımsayamaya çalışırken bir fotoğraf çekmek istedim, kendim için. O zaman kendilerini gösterdiler. Üzerinden o kadar sene de geçse bahçenin fotoğrafını çekmek yasakmış. Pedlerin son kullanma tarihleri varmış, biliyor musunuz? Çantamdakilerin geçmiş son kullanma tarihi, ben o zaman öğrendim. Ama bir hatıraya bile saygı duymamayı tercih ederseniz, bu tutumun vakti öyle çabuk geçmiyormuş.

Makineyi açtılar mı, filmi yaktılar mı diye çok korkuyordum. Ankara'ya döner dönmez ilk iş filmi banyoya verdim. "Daha bitmemiş rulo ama, emin misiniz?" dediler. "O rulo bitti, ben eminim" dedim.

Filmi bastırınca, elime geçen fotoğrafta, Uğur tam kapının önündeydi. İçeri girmek üzereydik. Düşlerimizin peşindeydik. Gülüyorduk. Kahvaltı edecektik. Dostlar görecektik. Güneşin doğuşuna tanıklık edecektik. Gülüyorduk. O resim, analog makineyi açmaya bile tenezzül etmeyen, delil aramaktan ziyade hala peşimizde dolaşıp fotoğraf çekmemizi istemediklerini dile getirmek için kendisini gösteren polislerin bodrum katında, içinde barındırdığı umut dolu Uğur'un gülüşüyle duruyordu hala. O hafta, olanların olduğu hafta, Uğur'u bir objektiften gördüm sanırım, bir de hastanede gittim yanına. Ağzını bıçak açmıyordu. Konuşmuyordu. Başını sallıyordu. Anlıyordu, ama konuşmuyordu. Sözü bitmişti.

O sözüne kavuştu, ama biz adalete hala ilk günkü kadar uzağız. Şimdi siz, şu yazıya konu olan 6 senelik bir gülüşe ne kadar uzaksanız, biz de o gülüşe o kadar uzağız. Uğur'un dört duvar arasına konması gibi akıl almaz bir karar, Okan'ın tutsak olması gibi bir karar daha... Daha onlarca karar... Adaletten uzak, karanlığa yakın; objektifimin odağından uzak, bir bombanın tahribatına dahil kararlar...

Olanları, umudu taşıyan bir arkadaşımın gülüşüne baktığımda neler gördüğümü bilmenizi istediğim için anlattım. Umudu hapsetmek istiyorlar. Düşleri söndürmeye çalışıyorlar. Filmler yanabilirdi... Ya kalbimize sakladığımız anılar?

"İyiliğimizi istiyorlar,
Vermeyeceğiz!"