21 Aralık 2024 Cumartesi

Arzu Demir yazdı | Ağır hasta tutsaklara tedavi ve vedalaşma hakkı!

Hasta tutsaklara tedavi ya da vedalaşma hakkının sağlanması için devletin kapattığı kapıları, dışarıdaki toplumsal mücadele açmak zorunda. Ancak görülüyor ki bu sorumluluk da insan hakları savunucuları ile ailelerinin üzerine kalmış durumda.

Ağır hasta tutsak Mehmet Ali Çelebi'ye yaşatılanlar, iktidarın hasta tutsaklara yönelik düşmanca politikasını özeti oldu.

70 yıllık ömrünün 28 yılını hapishanede geçirdi. Kan kanseri ve böbrek yetmezliğinin yanı sıra çok sayıda hastalığı vardı. Kişisel bakımını dahi tek başına yapamaz haldeydi.

Rehin tutulduğu Bolu F Tipi Hapishanesi'nden tedavi için 9 ay önce Sincan F Tipi Hapishanesi'ne sevk edildi. Haftanın 5 gününü hastanede geçiriyordu. Sevk ile tahliye arasına yine aylar girdi.

İHD'nin hasta tutsaklar listesindeydi ve İHD Cezaevi Komisyonu, "tedavisi için tahliye edilmesi" talebini birçok kez gündeme getirmişti. Ancak olmadı. Beklenen karar ölümün kıyısında geldi. Hapishanede değil de dışarıda ölmesi için 25 Ağustos'ta tahliye edildi.

Başakşehir'de bir hastanede kanser tedavisi görmeye başladı. 31 Ağustos'ta durumu ağırlaştı ve tahliyesinin 12. gününde 4 Eylül günü aramızdan ayrıldı.

İnsan Hakları Derneği (İHD) Yöneticisi Nuray Çevirmen'in aktarımına göre, Mehmet Ali Çelebi özgürlüğüne kavuştuktan sonra, "Ellerimde kelepçe yok, ne güzel, rahatım" demiş. Bunu hastanede tedavi görürken söylemiş. Çünkü yaşı ilerlemiş ve tek başına kişisel ihtiyaçlarını bile gideremeyecek durumda olan bu insanın hastanede tedavi sırasında da kelepçeleri de çıkarılmadığı için aslında tedavi de işkenceye dönüştürülmüştü.

Özgürlük hakkından zaten mahrumdu. Tedavi hakkından da mahrum bırakıldı. Devletin düşmanca politikasının son noktası ise "huzur içinde ölme ve ailesi ile vedalaşma hakkı"nı da gasp etmek oldu.

Özetle Mehmet Ali Çelebi'nin ömründen 28 yılı çalan bu devlet, O'na, son günlerini ailesinin yanında geçirme, sevdikleri ile vedalaşma hakkını bile çok gördü.

İnsan Hakları Derneği'nin verilerine göre, hapishanelerde 604'ü ağır olmak üzere en az bin 605 hasta tutsak bulunuyor. Bunların bir kısmının da yaşı hayli ilerlemiş durumda. Tedavi olma, değilse de "huzur içinde ölme ve vedalaşma" hakkının koşullarının yaratılması gerekirken hepsi özellikle adli tıp raporları ile hapsediliyor.

Mehmet Emin Özkan da bu hasta tutsaklardan biri. O da çeyrek asrı aşan bir süredir hapiste. Gerekçesi ise Lice'de 22 Ekim 1993 tarihinde eski Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Bahtiyar Aydın'ın öldürülmesi. Bu suikastı gerekçe gösteren Türk devleti, Lice'yi yakıp yıkmış, 14 Liceli'yi de katletmişti.

Geçtiğimiz günlerde Yeni Yaşam Gazetesi'ne konuşan ve soruşturma süreçlerinde yer aldığını söyleyen eski bir istihbaratçı, dönemin Diyarbakır Kolordu Komutanı Hasan Iğsız ve yardımcısı İlker Başbuğ tarafından devletin gerçekleştirdiği suikastın üzerine kapatmak için Mehmet Emin Özkan'ın tutuklandığını detaylıca anlattı.

Ömründen 26 yılı çalan devlet, Mehmet Emin Özkan'a eziyet etmeye devam ediyor. Hastaneye elleri kelepçeli olarak götürülürken çekilen görüntüleri sosyal medyada yayınlanmıştı. Hepimiz izledik. Yürümekte dahi zorlanıyordu. Kaç kere düşecek gibi oldu.

Ancak tüm dünyanın gördüğü bu gerçek karşısında Adli Tıp Kurumu, "Cezaevinde kalmasında sakınca yok" raporu verdi. Henüz ölüm sınırına geldiğini düşünmüyor olmalılar.

Gerçekten hasta tutsakları tedavi olmaları ya da aileleri ile vedalaşma imkanı bulsunlar diye bırakmıyorlar.

Güler Zere örneğin...

Kanser hastasıydı. Yoldaşlarının ayları bulan mücadelesi sonucunda tahliyesi sağlanmıştı; ancak yine ölüm sınırında. Güler Zere, tahliye olduktan sonra yazdığı mektupta bu durumu şu sözlerle anlatmıştı: "Beni ölümün kıyısına getirip öyle bıraktılar. Yaşam hakkım gasp edildi. Dışarıda ‘ölme hakkı' verildi. Bunu da unutmayacağım."

Tahliye olduktan 6 ay sonra "ah"ını dünyaya bırakarak hayata veda etmişti.

Sonuç olarak, hasta tutsaklara tedavi ya da vedalaşma hakkının sağlanması için devletin kapattığı kapıları, dışarıdaki toplumsal mücadele açmak zorunda. Ancak görülüyor ki bu sorumluluk da insan hakları savunucuları ile ailelerinin üzerine kalmış durumda.