Sosyalist aydın Kutsiye Bozoklar'ın kaleminden: Gün bize bağlı / Mutluluk dediğin ne ki
Herkes sorunlarını, eksiklerini, kaygılarını yüklenip gelir kavgaya. Önemli olan değişim iradesi gösterebilmektir. Mutsuzluk üretmenin insanı devrimcileştirmeyeceği, olsa olsa her duruma söylenmeyi iş edinmiş, sıradan bir düzen karşıtı olunacağı bilinmelidir. Eğer bu bencil düzene karşı çıkma iradesi göstermiş bir insanın mutsuzluğu sistematik bir biçimde sürüyorsa insan önce kendini sorgulamalıdır: Neden?! Mutlu bir dünya istiyoruz biz. Yoksa niye savaşalım ki? Ve mutsuz bir kişi de mutluluk yaratamaz asla.
Yine akşam çöktü kente. Dışarıda kömür kokusu. Yoğun bir kirlilik. Bu akşam da gönlümüzce bitmediyse gün/ Demek tümü bizim omuzlarımızda yükün/ Gelin buna bir çare bulalım/ Bunca olduğumuz gayri yetmiyor/ Yarın daha iyi adam olalım/ yarın daha sağlam/ daha akıllı/ Yarın daha sevdalı daha haklı/ Günün bize bağlı olduğunu bilelim diyen Melih Cevdet'in dizlerini mırıldanıyorum usulca kararan şehre bakarken.
Günün bize bağlı olduğunu düşünmeden devrimcilik yapılamaz gibi gelir bana. Sürekli kendimizle hesaplaşmadan, gerekçelere sığınarak devrimcilik olmaz. Hesaplaşma, bize yarın daha sevdalı, daha kararlı olma gücü vermelidir. İleri götürmelidir. Hayattan sürekli şikayetçi olan insanın kendini dönüştürmesi ve başkasını ilerletmesi mümkün değildir. Onun hesaplaşması da ancak mutsuzluk üretir zaten.
Nazım, Bursa hapishanesinde yatarken yazdığı "İçerde yatana öğütler" şiirinde "Belki bahtiyarlık değildi artık/ Boynunun borcudur fakat/ düşmana inat/ bir gün fazla yaşamak" der, yaşamakta ayak diremeyi öğütlerken mahpusa. Ben hep o dizeler üzerine düşünmüşümdür. Eğer insan bulunduğu yerde bahtiyarlık yani mutluluk üretemiyorsa, yaşamakta ayak diremek mümkün olur mu, diye.
Yaklaşık sekiz yıl önce Bilim ve Ütopya dergisinde felsefeci Profesör Doktor Ahmet İnam'ın Mutsuzluk Ahlaksızlıktır başlıklı bir yazısı dikkatimi çekmişti. Ahmet İnam geleneksel olanı savunmuyordu. Araştıran, eleştiren, karşı çıkan insanın genelde mutsuz olduğu şeklindeki görüşü doğru bulmuyordu.
"Mutsuzlar dünyaya isyan edip dünyayı değiştirmeye, dönüştürmeye çabalayacaklardır. Mutsuzluk uyumamanın, uyanıklığın, isyanın, eleştirinin bir itici gücüdür. Mutsuz bilinçlidir, bilgilidir, asidir" diye özetlediği görüşü reddediyordu. Kuşkusuz bir yanıyla felsefi bir tartışmaydı bu. Okuduğum Sartre romanlarını anımsıyorum. İnsan o romanlarda kendini yaptığı seçimle gerçekleştiriyor. Ve doğruyu seçmiş olmak onları hiçbir zaman mutlu etmiyor. Bunalım ve iç sıkıntısı esas.
Seçimini yapmış olanların bu mutsuzluk halini Anna Seghers romanlarında da izlemek mümkün. Onun devrimcileri, ne umutlu ne umutsuzdur. Tam da Nazım'ın dediği gibi; yaşamak bahtiyarlık değildir artık. Ama düşmana inat mücadeleye devam ederler. Sanki hepsi çok yorgundur. Ve gövdelerini zorla yanlarında taşımaktadırlar. Benim kafamı meşgul eden de tam bu durumdur işte. Onları mücadeleye zorlayan inanç mıdır, zorunluluk mu, yoksa alışkanlıkla zorunluluk karışımı bir şey midir? Ya da sürekli mutsuzluk haliyle devrimcilik üretmek mümkün müdür?
Ahmet İnam şöyle diyor; "Mutsuzdan araştırmacı olmaz. Mutsuzdan devrimci olmaz. Mutsuzdan başkaldırı, umut, düş bekleyemezsiniz." Ve ekliyor; "Mutluluk bir bilinç işidir. Acı çeken, acı çekmiş duyarlı insanların. Mutluluk bir haz hali değildir. Yalnız bilinçli olmakla kazanılmaz mutluluk, yürek işidir aynı zamanda. Mutluluk, tembellik, uyuşukluk, atalet hali değildir, hamarat ruhların işidir. Acı yokluğu hiç değil!"
İnam'ın yazısını ilk okuduğumda 12 Eylüllü yıllarda yazıştığım bir mahpus arkadaşım geldi aklıma. Eski bir arkadaştı. Ve mektuplarında durmadan mutsuz olup olmadığımı sorardı. Yazdıklarından çıkardığım anlam, benim mutsuz bir insan olduğumu bir ön kabul saymasıydı. "Ben mutlu bir insanım" dediğimde hiç inanmıyor gibiydi. Ben de ona sonunda Ne ki? diye bir şiir yazıp yolladım.
Şiir tadı değildi önemli olan. Duygularımı anlatabilmemdi. Biraz da kızmıştım açıkçası, insan olmadığı şeyi niye söylesin ki? Şimdi aradığımda bulamadım şiir defterimde. Yırtıp atmışım besbelli. Ama tam da İnam'ın söylediklerine denk düşen sözlerdi. Yazı da bu yüzden dikkatimi çekti zaten. Yapma be canım abicim/ anlat mutluluk dediğin ne ki? diye soruyor ve yanıt veriyordum. Mutluluğun tek bir renk olmadığını söylüyordum. İç dengenin, öz uyumun, benim sözcüğü yerine bizleriz diyebilmenin ve hep insan kalabilmenin verdiği duygunun getirdiği mutluluktan söz ediyorum.
Arkadaşıma göre, yürüyememem, onun getirdiği sorunlar, evde kapalı kalmak ve diğerleri beni mutsuz etmeliydi. Hayatı kaçırdığımı düşünüyordu, kendince. Onun acı çekmekle mutlu olmayı aynı kategoriye koyduğunu düşündüm. Hayata küsmem için çok nedenim vardı ona göre. İşi dramatize ediyordu. O yaşamanın bir cesaret ve mücadele işi olduğunu kavramamıştı bana göre. Yaşama müdahale etmenin bin yolu olduğunu bilmiyordu. Direnecek, isyan edecek kapasitesi oldukça üretken olabilmenin yollarını bulabilirdi insan.
İşte bu mutsuz bilinci çok ileri götürenlerden biri de, yıllardır ömrünü içeride geçiren bir devrimci olduğu halde; "Valla, ben onun yerinde olsam intihar ederdim" demişti benim için. Yürüyemiyordum ya, kendine bakamayan biriydim üstelik. Yani ne gereği vardı böylesi bir yaşamı sürdürmenin! Bu karamsarlığın üst aşamasıydı, ama anlaşılabilirdi.
Ancak arkadaş, sakatlar ve sosyalizmde sakatlık üzerine de kendi eksikli mantığıyla bir kısım yorumlar yapmıştı. Daha önce de söz etmiştim aslında sizlere. Ben de bu durumu anlatan arkadaşa bir mektup yazıp şöyle dedim; "Ben kafamla düşünüyorum, popomla değil. Üretici olduğuma da inanıyorum. Ve düşmana, ne yazık ki bazen de dosta inat yaşamaya devam edeceğim. Ne yapalım bazı insanlar da kafalarıyla değil, popolarıyla düşünüyor. Eh, ben de onlara popomla gülerim."
Bunları anlatma nedenim, Ahmet İnam'ın haklılığını kendi pratiğimde görebilmem. Bunlar şimdi mutsuz olan ve karşılarındakinin de mutsuz olduğuna inanan ahlaksızlar değilse nedir? Ahmet İnam'a göre mutluluk kendimizi ve dünyayı değiştirebilme gücüdür. Bizi bilgiye, ütopyamıza, düşlerimize, amaçlarımıza ulaştırma gücüdür. Bu güç var olduğu sürece insanın mutsuz olmaya vakti yoktur. Daima ulaşılacak yeni bir hedef vardır, yaşanacak yeni bir sevinç. Ve ayaklarınız burkulup elleriniz kanadığında yeniden başlama iradesi gösterirsiniz, ileriye ütopya ufkuna bakarak.
Bir de şu var. Bana göre yaşanılacak, yaşanılması gereken bir dünya için kendisi gibi inanan insanlarla omuz omuza savaşan insanın ulaştığı doyum hiçbir duygu ile kıyaslanamayacak güzelliktedir. Bu bir tarzdır. Bir yaşama biçimi. Bu tarz içselleştiğinde, böyle yaşamanın ve paylaşmanın kendisi de bir mutluluk olur çıkar. Bu gücü anlamak yaşamı zenginleştirir. İnsana yaşama sevinci verir. Bu gücü anlayamamak, bu güce bigane kalmak elbette sorumsuzluktur. Güzel hakça bir dünya için çalışmamak demektir. Elbette ahlaksızlıktır diyor İnam.
Eh, işte belki tartışma da buradan çıkıyor! Ama şöyle devam ediyor İnam; "Mutlu kendini, gerçekliği yaşamaya hazırdır. Elbette öteki insanlarla birlikte. Mutlu birlikte yaşamaya ve paylaşmaya açar kendini. Mutluluk yaşamaya hazır olmadır. Geçmişi üstlenip, eleştirip, eleyip, yorumlayıp, geleceğe doğru yürüyebilme durumudur. Tek başına mutlu olunmaz: Birlikte olunur. Paylaşmayla olunur. Ortalık güllük gülistanlık olduğu için değil. Savaşta, kavgada, zulüm görmede de mutlu olunur."
Mutluluğu sonlara tıkılmış bir yaşam biçimi olarak görenler karşı çıkacaklardır bu söylenenlere. Yalnızca küçük sevinçleri ve özel anları mutluluk saymaya yatkınız çoğumuz. Bazen çalınmış zamanlarda umutlu sevinçler yaşarız, "mutluluk bu işte" diye düşündüğümüz olur. İnsancadır, güzeldir. Her "an"ı ve her duyguyu dolu dolu yaşamalıdır insan. Sevmelidir ölesiye, sevilmelidir alabildiğince, her gün aynı yerden batan güneşin kızıllığı hayatı anımsatıp kıpır kıpır ettirmelidir insanın yüreğini.
Bir öpüşün güzelliğini düşünebilmelidir ay ışığına bakarken ya da yıldız seyrindeyken. Böyle zamanlarda kollarını ufuklar gibi açarak yaşamak ne güzel şey diye haykırmalıdır insan. Ve bir türkü tutturmalıdır, bütün türkülerden umutlu. Ama mutsuzluğun bir yaşama beceriksizliği olduğunu da kabul etmelidir. Kendini gerçekleştirmesini bilen, düşlerine sahip çıkmış, görüşlerinin ardında durmuş, yaşamaktan, üretmekten, kavgadan kaçmamış bir mutsuz insan gördünüz mü hiç?
Bir film izlemiştim yıllar evvel. Yugoslav partizanlarının direniş mücadelesini ve en sonu Nazileri yenilgiye uğratarak zafere yürümesini anlatıyordu. Neretva Köprüsü idi adı galiba. Orada savaşan partizan gruplarından birini anlatıyordu. Düşmanı durdurmaktı işleri. Tam zaferi kazandıkları anda vuruldu genç partizan şefi. Sevdiği kız yanı başındaydı. Acıya kesti birden ama savaş bitmemişti. Yürüyüp gitmek zorunda kaldı sonunda. Kurtuluş gerçekleşmiş, sokağa dökülmüştü herkes, binler halaya durmuştu. O seyrediyordu acı dolu gözlerle olup bitenleri. Biri elini uzattı, derken, uzanan eli tuttu halaya durdu o da. Ve mutlu bir gülümseme belirdi yüzünde apansız: Hayattı bu işte, yaşamaktı. Hep aklımda durur o sahne.
Kavgaya adanmış ömürlerin acısı bol sevinci az olabilir bazen. Sevinçten ne anladığınıza bağlıdır bu, yaşadıklarınızdan ne anladığınıza. Ama kolektif bir paylaşımın insanı olunduğunda, paylaşmakla çoğalıp yoldaşlıkla soluk alıp verildiğinde yaşamın anlamı değişir birden. Kucakladın mı sımsıkı sarılırsın arkadaşına, kavgaya bütün kaslarınla, gövdenle, tutkunla girersin. Ben demeyi ardında bırakırsın usulca. O zaman gülümseme eksik olmaz insanın dudaklarında, o zaman mutluluk kişiliğe dönüşür.
O zaman bir eli sevdaya uzanır insanın, bir eli kavrar kavgayı sımsıkı. Mutsuzluk, uzağına düşmek olur kavganın, yaşamanın. Mutluluksa canı yürekten "yoldaş" demenin güzelliğidir. Paylaşmanın, dayanışmanın, bölüşmenin... Herkes sorunlarını, eksiklerini, kaygılarını yüklenip gelir kavgaya. Önemli olan değişim iradesi gösterebilmektir. Mutsuzluk üretmenin insanı devrimcileştirmeyeceği, olsa olsa her duruma söylenmeyi iş edinmiş, sıradan bir düzen karşıtı olunacağı bilinmelidir. Eğer bu bencil düzene karşı çıkma iradesi göstermiş bir insanın mutsuzluğu sistematik bir biçimde sürüyorsa insan önce kendini sorgulamalıdır: Neden?! Mutlu bir dünya istiyoruz biz. Yoksa niye savaşalım ki? Ve mutsuz bir kişi de mutluluk yaratamaz asla.
Günlük acılar bedelidir, umudun ve gerçekleşmeyi bekleyen sevdalı tasavvurların. Sonuçtur. Biliriz, çekeriz, payımızdır. Ve mutluluğu yarınlardan, bugünden, andan koparıp almaya çalışırız. Beklemekle gelmeyeceğini bilerek. Var gücümüzle savaşarak. O zaman umudu, bir hücum müfrezesi gibi üstüne salarız acıların, sözlere vururuz kendimizi, çeker gider acılar. Ve umut zamanında yaşanan direnmelerin, baş eğmez gülücüklerin sevinci kalır geriye. Asıl mutsuzluk kaynağının kavganın uzağında yaşamak olduğunu biliriz. Tıpkı günün gönlümüzce bitmesinin bize bağlı olduğunu bildiğimiz gibi. Umudu kuşanır da yürürüz geleceğe, sevdayla, nefes nefese...