25 Nisan 2024 Perşembe

Sosyalist aydın Kutsiye Bozoklar'ın kaleminden: Bugün pazar

Biz nasıl farklıyız? Evde, sevgide, arkadaşlıkta, evlilikte, çalıştığımız kurumlarda, bölgelerde, alanlarda... Nasıl bir çalışma ortamı yaratabilmişiz? Ne biçim bir sevda üretmişiz? İkili ilişkileri hangi tarzda yürütüyoruz? Mademki yeni bir düzen istiyoruz, bizim özelimizde iki düzeni ayıran nedir? Günde birkaç saat devrimcilik edip, sonra normal yaşantılarına; televizyonun başına, sevgilisinin koynuna, evinin sıcaklığına dönenlerin, ısıttığı yerden kopmak istemeyenlerin harcı değil gayrı devrimcilik. Devrimciliğin bir yaşam biçimi, bir yaşam uğraşı olduğu bilinmelidir. İşimiz, bütün zamanlarımızı devrimci zamana dönüştürmektir artık.

Bugün pazar. Ve dışarıda erken gelmiş bir bahar. Dışarıda, yeni sürülen toprağın kokusu, kuş sesleri, çocuk cıvıltıları. Ve sabahları balkonumda güneş. Güneş her gün akşamüstüne kadar, bana yakın, benden uzak ışıldayarak yürür. Bugün pazar. Geceye daha çok var. Gün ikindiye dönüp gölgeler düşerken duvarlara, balkonumun ötesine bulutsuz bir akşam çökerken, başlar tutuşmaya içimdeki alıp başını gitmek isteği. Tam da bu vakit düşünürüm; "Kelepçem bırakmıyor ki, zeybek oynayayım" demeyi. Ve hep yeni haberler beklerim, en güzel hürriyete dair.

Bugün pazar. Bugün içimde güneşe dönük yürümenin hazzı. Bir Nazım şiiri takılıp duruyor aklıma, içimdeki bahara tutunmuş düşlerimle: "Bugün Pazar" diyorum Bugün Pazar/ Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar./ Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak/ bu kadar mavi/ bu kadar geniş olduğuna şaşarak/ kımıldamadan durdum./ Sonra saygıyla toprağa oturdum,/ dayadım sırtımı duvara./ Bu anda ne düşmek dalgalara./ Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım./ Toprak, güneş ve ben... / Bahtiyarım... Bana göre toprağa sırtını dayamış olan, kesinlikle bahtiyardır. Ve çoktan düşmüştür dalgalara. Aklı her zerresiyle kavgada, aşkta ve özgürlüktedir. Ve sanırım en çok da güneşi seyretmeye değil, güneşi fethetmeye mahkum olduğunu bilir.

Bugün pazar. İçimde bir devrim tadı. Koşmak gerek diye düşünüyorum. Yüz metre koşucusu gibi başlamak, maratoncular gibi devam etmek. Denizi bir uçurum kenarından seyretmeye razı olmak bizim harcımız değil, bize yakışan kendimizi denize atmak. Güneşi fethetmeye yazgılı olanları geçiriyorum içimden bir bir. Ve geleceğin habercisi ölümleri... Devrim, ölenleri gelecekte yaşatmak değil midir? Ağaçların ötesinde, kıpkızıl bir Akdeniz akşamı inmekte. Birazdan birdenbire gece olacak ve mavinin üstündeki kızıl boşluğa yıldızlar dolacaktır. Elle tutacak kadar yakın, bir ömür kadar uzak yıldızlar...

Bugün pazar. Aklım güneşi içenlerin türküsünde. Devrim iki dünyanın amansız savaşıdır. Bir ikiye ayrılır. İki yeniden bir olur. Dünyalarımız çoktan ayrılmıştır. Ölümcül bir savaştır bu, taraflardan biri mutlak yok olacaktır. Bütün pislikleriyle, asalaklarıyla ortadan kalkacaktır. Bu topraklarda yeni bir yaşam demek olan devrim kavgası uzun yıllardır aralıksız sürüyor. Tıpkı bir devrimcinin dur durak bilmeyen yürüyüşü gibi. Devrimci hep yeni kavga alanları bulmalıdır. Dünya ile kavga halinde olmalı, yürüyüşü hiç durmamalıdır. Savunma bir yaşam biçimi olunca, kaybetmenin kaçınılmaz olduğu unutulmamalıdır. Devrimci olmak, devrimci yaşamak demektir. Devrimci yaşamaksa zamana ve geleceğe müdahale etmektir.

Benim kuşağımın devrimcileri geleceğe müdahale etmek için çıktılar yola. Bu savaşta yenik düştüler ve kırıldılar. Ürküntüleri, korkularını büyüttü. İrade felcine uğradılar. Savaşta yenilgi, karşı tarafın iradesine boyun eğmektir. Teslim alınmış olanların ufukları ancak kendilerini yükseltecek genişliktedir. Şimdi, düzenin beyin takımını onlar oluşturuyor. Zamanında yeteri kadar sosyalist olamayanların, yeteri kadar devrimci davranmayacağı açıktır. Başarıya ulaşamayan her devrimci çıkışın ardından, mutlaka bir baskı dönemi gelir. Altmışlı yılların çıkışına 12 Mart, yetmişlerin çıkışına 12 Eylül'le yanıt vermiştir düzen. 12 Eylül'le ölüm ve çözülme dalgaları devrimciliğin üstüne vurmuştur. Boyun eğme ve çaresizlik, insanın en yakınındakine yardım etmekten kaçınmak durumunda kalması, o dönemin en karakteristik insanlık durumlarıdır. İnsanı ölümle, onursuz bir yaşam arasında tercihe zorlamak 12 Eylül yönetenlerinin tarzıdır. Bunun, insan üzerinde yarattığı travmayı iyi tartmak gerekir. Koşullar böyledir. Ve 12 Eylül sonrası mücadeleye atılmış genç devrimciler kavgayı; paslanmış silahlarla, savunma ideolojisiyle, felce uğramış bir iradeyle yüklü, bir yenilmişler kuşağından devralmışlardır. Cesaret ve kahramanlık bir eğilim olmakla birlikte, yeniklik psikolojisi esas mirastır. Kürt devriminin yenilgisi, şimdi, tam da bu çıkış sürecinin üstüne denk düşmüştür. Bu yüzden devrimci olmak, artık yalnızca heves işi, ya da memnuniyetsizliğin ara konağı değildir.

Şimdi işimiz güç. Ancak güçlüğün zorla çözülmesinden başka bir şey de değildir devrim. Sosyalizm insan soyunun ulaşabileceği en güzel kimlikse, yolumuz sosyalizme çıkıyor. Kavgamız sosyalizm içindir. Türkiye düzeni temel dayanaklarını yitirmiş, IMF ve uluslararası kapitalizmin gütmesiyle bir çözümsüzlüğü yaşıyor. Şu anda yaratılan güvenlik havası düzenin kendinden değil, karşısındakilerin çözülmesinden kaynaklanıyor. Yönetenler nasıl 12 Eylül darbesiyle, çok güçlü saydıkları Türkiye solculuğunun ezilmesinden ve ardından reel sosyalizmin çözülmesinden bir güven çıkarttılarsa, Kürt yenilgisinden de bir güven çıkarmış görünüyor. Son yenilginin Türkiye'de yeni bir depolitizasyon sürecine yol açtığı kuşkusuzdur. Bu koşullarda sosyalist gelecekten umudunu kesenlerin mücadeleden kopmaları yeni bir hız kazanıyor. Yenilgiden bir gelenek devralmış olmanın etkileri daha da çok hissediliyor. Tüm bu acılardan sağ çıkanların yeni irade kırılmalarından sakınmaları teorik ve ideolojik sağlamlık ve netlik gerektiriyor. Bu mücadele saf ve kesin olmalıdır. Dolayısıyla devrim yürüyüşünün dışına düşenleri dönüştürmenin tek yolu da netlikten geçiyor. İnsan aklının sürekli tecavüze uğradığı, insan vücudunun metalaştırıldığı bu düzende başka şansımız yoktur.

Şimdi bize düşen, devrimcileşmek ve devrimcileştirmek. Devrimcileştirmek; kitleleri öncü bilinçle donatmak, onlarda yeni bir çıkışa yol açacak örgütlenmeleri geliştirmek, teoriyi yükseltmek ve değiştirirken zenginleşmektir. Devrim yolunda yürürken kitle kuyrukçuluğu ve biçimcilik önemli engellerden biridir. Bu ülkeyi yönetenlerin içinde yüzdüğü pislikten kitleleri tümden soyutlamak mümkün değildir. Elbette düzen, kitlelerin aklını kullandırmamak, beynini küçültmek için planlı programlı bir strateji izliyor. İyi ile kötüyü, yanlış ile doğruyu tartma, ayırma ve karşılaştırma yeteneklerini kaybettirme işlemleri oldukça başarılı olmuştur. Nazım'ın dediği gibi onlar; bir nice murtada hançer üşürürlerken, düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine. Kahraman ve cesurdurlar ama düzen kadar da kirli olabilirler. Bu yüzden mücadelemiz popülizme düşmeden, düzenin her türlü görünümüne karşı ve şiddetli olmalıdır, en çok da kendimize...

Bu anlamda devrimci, kendisiyle düzen arasına mesafe koymasını bilen kişidir. Bu, kendi dışındakileri çok iyi eleştirmekle mümkün. Bir iç dille düzenin ne kadar acımasız ve çürümüş olduğu üzerine, yalnızca kendi anlayacağımız tartışmalar yürütmek, örgütlenmiş tartışmalar yerine, ikili-üçlü "durum değerlendirmeleri" yapmak, kolektif tarzın içine "biz ve onlar" mantığını yerleştirmek kolaydır ama tehlikelidir. Biz ve onlar, ancak, iki ayrı düzenin insanıysak, dünyalarımız ayrıysa geçerli ve gereklidir. Bunun dışında, kolektif yaşamda biz ve onlar demek, temel bir yabancılaşma durumu, iki dünyanın birbiriyle savaştığını ayırt edememe, netlikten uzaklaşma halidir. Biz ve onlar pozisyonunu netleştirmek için devrimcilerimiz; düzenin teorik, ideolojik ve estetik eleştirisini yapmalı, karşı programları, karşı yaşamları ortaya koymalıdır. Ve içte ve dışta eleştiriyi bir sistem olarak geliştirmelidir. Eleştirel bakmaktan uzak olmak, devrimcinin bireysel yaşamını geliştirmesinin önünde de en büyük engeldir.

Kuşkusuz artık, devrimcinin devrimci olduktan sonra düzenin her türlü etkisinden bağışık olduğu düşünülmüyor. Ama her birey böyle bir etkiyi kendisi için değil, başkaları için tehlikeli buluyor. Kendisini yalnızca devrimciliğin etkisine açık ve düzenin saldırı menzilinin dışında sayıyor. Düzenin ideolojik, politik ve örgütsel saldırılarından kendini uzak saymak bir aymazlığa ve zihniyet tembelliğine yol açıyor. Ayırımlar silinmeye başlıyor. Bu etkilerden arınmak için tek başına kahraman, cesur ve kararlı devrimciler olmak yetmiyor. Ayırımlar silinmeye başladığında, kahramanlıklar çağı sona erdiğinde, ideolojik, teorik ve estetik olarak beslenememiş devrimci, kendini sıradan ve düzenle uyuşan insanların içinde buluyor. İşte tam da o zaman, arkamıza dönüp bakmadan "Ne oluyor?" diyoruz hepimiz. Düzenle ve özel mülkiyet dünyasıyla kurulan köprüleri fark edemiyoruz. Zaten çoğu zaman da o köprüler aslında hiç yıkılmamış oluyor. Çünkü özel mülkiyet dünyası politik karşı oluşumuzun dışında hepimizde içselleşmiş durumdadır. Kolektif kullanımdaki bir araca ya da eşyaya karşı gösterdiğimiz bir özensizlikte, paylaşmakta gösterdiğimiz isteksizlikte, sevdiklerimize elimizde tuttuğumuz bir mülk gibi davrandığımızda kısaca işimizde, aşımızda, aşkımızda her an dışa vurur kendini.

Düzene yönelik şiddet söylemi, burjuvazinin estetik, ideolojik ve teorik saldırılarını önlemeye yetmiyor. Bu şiddeti asıl entelektüel cephede hayata geçirmek, devrimcinin söylemini değil kafasının içini hareketlendirmek ve değiştirmek gerekiyor. Şiir, estetik, tarih, sinema, eğlenme biçimleri, yaşama ve çalışma tarzlarıyla farklı olma zorunluluğumuz vardır. Devrimci olmak, yalnız politik muhalif olmak değildir. Yeni bir düzenin insanı olmak, karşı yaşamlar üretmektir. Kuşkusuz konum, çevre ve yaşama tarzı, bireyin bilincini ve düşüncesini belirliyor. Biz ne kadar farklıyız? Kendimize sormamız gereken soru budur. Yaşam biçimini değiştirmek istemeyen, kurulu düzenini bozmayan, konforundan vazgeçmeyen bir devrimci tarzın gelişmekte olduğuna dikkat edilmelidir. Bu tür devrimciler belki düzenin kolluk güçlerinin baskısından korkmuyorlar ama içinde konumlandıkları statükonun bozulmasından daha çok çekiniyorlar. Bu devrimciliğin içinin hareketlenmesi zorunluluğuna işaret eden bir durumdur. Yönetenlere ve devlete yaranma politikası kadar rahatsız edicidir.

Biz nasıl farklıyız? Evde, sevgide, arkadaşlıkta, evlilikte, çalıştığımız kurumlarda, bölgelerde, alanlarda... Nasıl bir çalışma ortamı yaratabilmişiz? Ne biçim bir sevda üretmişiz? İkili ilişkileri hangi tarzda yürütüyoruz? Mademki yeni bir düzen istiyoruz, bizim özelimizde iki düzeni ayıran nedir? Ortaklığa, paylaşıma ve dayanışmaya uymayan, açıklıktan uzak bir yaşama biçimi devrimciliğin dışındadır. Ve bizi düzenin içine iter. Her bireyin bir kolektif gibi davranması ilkesini unutup, sürekli hazır çözümler bekleyerek, düşünce üretmeyerek, eleştirinin şiddeti yerine şikayetlerini yanlış yönlendirenler bizim tarafın kolaycılarıdırlar. Her kolaycı güvensiz ve tembeldir. Uğrunda mücadele ettiğini söylediği yeni düzene inancı yoktur. Tembel, hareketsizdir. Hareketsizin ilerleme şansı yoktur. Toplumun ve yaşamın her alanını yeniden yaratmak ve devrimcileştirmek durumunda olanlar açısından tembellik yıkıcılıktır. Başka bir şey değil. Kendinin olan için yeterli ölçüde çaba ve inat sarf etmeyenlerin, yeterli ölçüde reddi bilmeyenlerin sonu politik ölümdür.

Bugün pazar. Birazdan bütün heybetiyle akşam olacak. Bulutlar görünmeye başladı. Alçaktan geçiyorlar geceye doğru. Yağmur taşıdıkları besbelli. Bizden sonra gelenleri düşünüyorum. Benim kuşağım, teorik düzeyinin ve örgütlülüğünün çok ötesinde bir eylemci çıkışı gerçekleştirdi. Mücadeleye atılanların eylem gücü yüksek, iktidar bilinci düşüktü. Yenildiler. Kendilerinden ürkmüş ve terörize olmuş burjuvazinin görülmemiş saldırısıyla karşılaştılar. Denemişlerdi. Genç kuşaklara devredilen yenilginin farklı biçimleri oldu. Bir de direnme geleneği. Kahramanları bol bir devrimciler kuşağının sahibiyiz şimdi. Bir yanda yiğitlik bir yanda ideolojik ve bireysel kirlenme. Şimdi savaş çok daha zorlu, ayrımlar daha nettir. İki yol var; biri teslimiyet diğeri başkaldırıya açılıyor. Direnmenin ötesine geçmek durumundayız artık. Günde birkaç saat devrimcilik edip, sonra normal yaşantılarına; televizyonun başına, sevgilisinin koynuna, evinin sıcaklığına dönenlerin, ısıttığı yerden kopmak istemeyenlerin harcı değil gayrı devrimcilik. Devrimciliğin bir yaşam biçimi, bir yaşam uğraşı olduğu bilinmelidir. İşimiz, bütün zamanlarımızı devrimci zamana dönüştürmektir artık.

Bugün pazar. Ötelerde akşam oluyor. Ama devrimci insan olmanın en güzel tarafı, her sabah mücadeleye yeniden başlamaktır. Sonuçta insan olmak, her yenilgiden, her geri adımdan, bir yeniden mücadele etme iradesi çıkarmak değil midir? Devrimciyi devrimci yapan da budur işte.