21 Kasım 2024 Perşembe

Olcay Çelik yazdı | Erdoğan ekonomiyi de biliyor, sınıfını da

Burjuva muhalefet, muhalif burjuva iktisatçıları ve hatta emekçi solun bir kesimi dahi Erdoğan'ın faiz indirme hamlesini ekonomi bilmemesine, liyakatsizliğine veya şeriatçı takıntılarına bağlıyor. Aklıselimini henüz yitirmemiş olanlar ise bunun bilinçli bir politika tercihi olduğunu görüyor. Bu bilinci anlayabilmemiz için Erdoğan'ın hangi sınıf ve kesimlerin temsilcisi olduğunu bir kez daha hatırlamamız gerekiyor.

TL'nin Dolar karşısında 2018'den bu yana süren değersizleşmesi son 2 haftadır yeniden hız kazandı. Bu yazı yazıldığı sırada kur 9.27 TL'ye kadar yükselmişti.

Kurdaki bu son yükselişin yakın sebebinin Merkez Bankası'nın 23 Eylül tarihinde faiz oranlarını yüzde 18'e indirmesi olduğu aşikar. Yüksek getiri peşinde olan ve hacmi azalma eğiliminde olan uluslararası mali sermaye artan faiz oranı beklerken negatif reel faizle karşılaşınca Türkiye'den kaçınıyor, hatta kaçıyor. Bu da TL'nin değersizleşmesine yol açıyor. Tahminler, faiz indiriminin devam edeceği yönünde.

Hepimiz biliyoruz artık. Ülkede üretim maliyetinin büyük ve giderek artan bir kısmı ithal, yani döviz ile satın alınan girdilerden oluşuyor. Kurun yükselmesi bu şirketlerin girdi maliyetlerinin ve borçlarının da durduğu yerde katlanmasına yol açıyor. Artan maliyetler aynı oranda olmasa da illa ki fiyatlara yansıyarak tüketici enflasyonunu da artırıyor. Hem kar oranları azalıyor hem de ücret ve gelirimiz aynı oranda artmadığından, hayat pahalılığı tahammülfersa hale geliyor.

Burjuva muhalefet, muhalif burjuva iktisatçıları ve hatta emekçi solun bir kesimi dahi Erdoğan'ın faiz indirme hamlesini ekonomi bilmemesine, liyakatsizliğine veya şeriatçı takıntılarına bağlıyor. Aklıselimini henüz yitirmemiş olanlar ise bunun bilinçli bir politika tercihi olduğunu görüyor. Bu bilinci anlayabilmemiz için Erdoğan'ın hangi sınıf ve kesimlerin temsilcisi olduğunu bir kez daha hatırlamamız gerekiyor.

Burjuva bir iktidar olarak Erdoğan elbette sermaye sınıfının temsilcisidir ama bu politik-ekonomik tercihleri anlamak için her zaman yeterli bir soyutlama düzeyi olmaz. Erdoğan 5'li müteahhit çetesinin temsilcisidir demek de temsiliyeti açıklayıcılık düzeyinden koparacak kadar basit bir somutlama düzeyi olur.

Türkiye'de uluslararası tekeller ve mali sermaye oligarşisi ile ekonomik ilişki yoğunluğu, sermaye birikimi düzeyi ve üretim alanlarındaki farklılaşmalar açısından çıkarları birbiri ile çatışan iki sermaye bloku olduğunu biliyoruz. Faşist şef bu bloklardan birinin dolaylı, diğerinin dolaysız temsilcisi.

Erdoğan'ın dolaysız olarak temsil ettiği blok, aralarında hızla tekelci sermaye haline gelenler başı çekse de, çoğunlukla orta burjuvazinin esas olarak inşaat, ticaret sektörlerinde ve belli oranda da imalat sektöründe faaliyet gösteren kesimlerinden oluşuyor.

Kapsayıcı bir sınıflandırma sayılamayacak olsa da, orta burjuvaziyi 50-250 arası işçi istihdam eden küçük ve orta boy işletme (KOBİ) sahibi kapitalistler ve aileleri olarak tarifleyebiliriz. Türkiye'de 3.2 milyon KOBİ bulunuyor. Bunlar toplam istihdamın dörtte üçünü, toplam cironun yüzde 65'ini, ihracatın ise yarısını oluşturuyor. Bu şirketlerin yarısı inşaat, ticaret ve küçük-orta düzey imalat ile uğraşıyor. Yani en az 1.6 milyon KOBİ'nin çıkarı dolaysızca Erdoğan'da temsil ediliyor. Bu şirketler daha çok TL krediler ile borçlanıyor, TL ile ücret ödüyor ve iç pazara odaklı faaliyet gösteriyor, yani TL ile satış yapıyor.

Emperyalist küreselleşme evresinde karakteri küreselleşme ve korumacılık arasında salınmak olan orta burjuvazi içerisinde gelişkin ve doğrudan tekellerin taşeronluğunu üstlenen kesimlerin dışında kalan bu kesim, kapitalist kriz koşullarında daha korumacı eğilimler sergiliyor. Çünkü kapitalizmin genişleme evresinde yükselen mali sermaye akımları sebebiyle faiz oranlarını çokça artırmaya gerek kalmadan ucuzlayan kur, bu akımların azaldığı kriz dönemlerinde ancak yüksek faizle bir nebze tutulabiliyor ve yükselen faiz de esas odağı dolardan önce TL olan bu kesimi çok daha fazla zora sokuyor.

Bu kesimin düşük faizli TL kredilere olan bağımlılığı birçok veri ile gösterilebilir. Biz Kredi Garanti Fonu (KGF) verilerine bakalım. Hatırlanacağı üzere, bu fon ile devlet mali sermayeye erişimde güçlük yaşayan şirketlere kefil olarak onların kredi almalarını sağlıyor. KGF kapsamındaki şirket sayısı 2021 Ekim itibariyle 1 milyon 200 bini aşmış durumda (Tam da KOBİ'lerin bahsettiğimiz yarısı). Bu şirketler toplamda 623 milyar TL kredi kullanmış. Ancak asıl patlama pandemide yaşanmış. 2020 Ocak-2021 Ekim arasında, yani sadece 2 sene içerisinde KGF ile kredi kullanan şirket sayısı 2015'ten 2020'ye kadar kredi kullanan toplam şirket sayısının yüzde 54'ü, kullandırılan kredi de aynı 5 yıl içerisinde kullandırılan kredinin tam yüzde 125'i kadar artmış! Çünkü bu dönemde Merkez Bankası'nın ortalama faizi yüzde 7.4'e, onunla paralel seyir izleyen ticari kredileri de yüzde 9.2'ye kadar indirilmiş. Yani bu şirketler kurların başını alıp gittiği kapitalist kriz döneminde düşük faiz sayesinde yüzdürülmüş, yüzdürülebilmiş.

Bu işin üretim yönü. Bir de tüketim yönü var. Bilindiği üzere inşaat ve otomotiv Türkiye kapitalizminin iki lokomotif sektörü. Bunlardan ilki neredeyse tamamen, diğeri ise önemli oranda iç pazara üretim yapıyor. Ne konut, ne de otomobil ücret malı olmadığı için, bu sektörlerde satışlar konut ve taşıt kredilerine bağımlı. Ayrıca son 20 yılda reel ücret ve gelirleri planlı bir şekilde eritilip, giderek daha da fazla borçlandırılan kitleler, özellikle işçi sınıfının yoksul ve orta gelirli kesimleri kredi kartı ve tüketici kredileri ile hayatta kalabiliyor. Bu kredilerin tamamı da TL ile veriliyor.

Türkiye'de ihtiyaç kredisi ve kredi kartları tüm bireysel kredilerin yüzde 60'ını oluşturuyor (kalanı konut ve taşıt kredileri). Türkiye ile emperyalist zincirin aynı halkalarında yer alan diğer mali-ekonomik sömürgelerde bu oranın ortalama yüzde 40 olması, Türkiye'deki yoksulların borçlandırılmasına dair önemli bir veri veriyor zaten bize. Ama biz biraz daha derine inelim. Son verilere göre (Haziran 2021) Türkiye'de 28.2 kişi kişi ihtiyaç, 28.3 milyon kişi de kredi kartı borçlusu. Bu rakam da pandemide sırasıyla 2.6 ve 1.6 milyon kişi gibi muazzam bir sayıda artmış. Kişi başı ortalama ihtiyaç kredisi borcu 15 bin, kredi kartı borcu ise ortalama 5.8 bin TL'ye dayanmış. İhtiyaç kredilerinin 36 ay vadeli olduğunu, kredi kartı borcunun da her ay asgari tutarının yatırılması gerektiğini düşünürsek, bir kredi kartı ve ihtiyaç kredisi kullanan bir ailenin ödediği ortalama aylık borcun 1.6 bin TL'yi bulduğu anlamına geliyor. Düşük faiz, geliri artmayan kitlelerin borçlandırılmasını ve borç ödemelerini kolaylaştırırken, yüksek faiz zorlaştırıyor. Dolayısıyla düşük faiz sadece burjuvazinin bir kesiminin krizde artı değer üretimini sürdürebilmesi için değil, aynı zamanda karın gerçekleştirilebilmesi ve işçi sınıfının temel ihtiyaçlara erişimini borçla da olsa sürdürülebilmesi için de kritik önemde bulunuyor.

Sadede gelelim. Süreğen bir şekilde yükselen, hatta yeteri kadar düşürülmeyen faizler, bu şirketlerin birçoğunun batması, bu borçlara kefil olan devletin kasasının boşalması, bu şirketlerde çalışan ve işçi sınıfının yaklaşık yüzde 40'ına tekabül eden işçilerin çoğunun işsiz bırakılma riskiyle karşı karşıya kalması anlamına geliyor. Dolayısıyla Erdoğan'ın düşük faiz ısrarı onun dolaysız temsilcisi olduğu sermaye blokunun çıkarlarını ve onun iktidarına rıza gösteren işçi-emekçilerin çaresizliklerini yönetebilme kaygısından kaynaklanıyor.

Evet, tıpkı kuru tutmak için faizi yükseltmek gibi, faizi tutup doları salmak da bir "çözüm" falan değil. Ancak bu Erdoğan'ın cahilce bir karar verdiğini değil, faiz-kur cenderesine sıkıştığını ve bir tercih yaptığını gösterir. Bu tercih, krizin sermayeye düşen yükünün hangi sermaye blokuna daha fazla yükleneceğinin tercihidir.

Yükselen kur elbette ülkedeki istisnasız tüm sermaye kesimlerini olumsuz etkiler. Ancak bundan ithal girdi ve döviz borç yükü daha fazla olan ve döviz kredisini daha fazla kullanan işbirlikçi-tekelci sermaye TÜSİAD'ın göreli olarak daha fazla etkileneceği de, sermaye birikimin büyüklüğü ve mali sermaye gücünü elinde bulundurması itibariyle bu etkinin kısa vadede "ölümcül" bir darbe olmayacağı da ortadadır. Yükselen faiz ise, yukarıda anlattığımız üzere, faşist şefin dolaysızca temsil ettiği sermaye bloku olan ve TL kredilerin maliyetine görece daha duyarlı olan MÜSİAD üyesi birçok şirket için hayati etkilerde bulunur.

Burjuva bir iktidarın dolaysız temsil ettiği sermaye gücü, dolaylı olarak temsil ettiğine oranla daha küçükse, iktidarını sürdürmek için uzun vadede iki blokun da çıkarlarını ortaklaştırmak zorundadır. Krizde faiz-kur cenderesi altında bulunan faşist şef için bunun anlamı bir o yana, bir öbür yana savrulmaktır. 2 sene boyunca düşük faiz-yüksek kur politikası uygulandıktan sonra 19 Kasım 2020 itibariyle faizlerin yeniden yükseltilmeye başlanması, o zaman da belirttiğimiz gibi bir "U-dönüşüne" değil, uluslararası tekellere, mali sermayeye ve onlarla daha organik bir ilişkisi olan işbirlikçi-tekelci sermaye blokunun ihtiyaçlarına cevap olacak tavizler vermek zorunda kaldığı bir momente işaret ediyordu. Bu taviz politikasının neden sürdürülebilir olmadığını ve neden yeni bir "dönüş" yapmak zorunda kalacağını da yine aynı yerde ele almıştık. İşte bugün, Erdoğan diğer momente geçerek kendi sınıfsal tabanının çıkarlarını önceliyor. Seçimler yaklaşırken hayat pahalılığı ve isyanların artması bunu çok daha elzem kılıyor.

Erdoğan'ın yapmaya çalıştığı bu slalom karşısında burjuva muhalefetin önerisinin uluslararası tekeller ve mali sermaye oligarşisinin hareket kanunlarına tam biattan ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Oysa krizi de, krize karşı Erdoğan'ın bu kanunlara verdiği kapitalist düzen-içi gerici tepkiyi de var eden şey zaten yıllarca bu kanunlara "hep beraber" ve tam olarak uyulması.

Peki, bu faiz-döviz kıskacına getirilen burjuva çözümler işçi-emekçi kitleler için somut olarak ne anlama geliyor? Erdoğan'ın düşük faiz-yüksek kur ısrarının en somut etkisi ithalat maliyetlerinde artan kur etkisinin fiyatlara yansıması, yani hayat pahalılığının daha da artması olacak. Eğer burjuva muhalefetin iddia ettiği gibi yüksek faiz-düşük kur yolu seçilseydi, istihdamın çoğunu sağlayan küçük ve orta ölçekli şirketler arasında iflaslar artacak ve özellikle Anadolu'da işsizlik artışı çok daha baskın olacaktı.

Görüldüğü üzere burjuva iktidar ve muhalefet arasındaki ekonomi politikası kavgasının bizim sefaletimizin sağaltılması ile hiçbir ilgisi yok. O, sabit zaten. İşçi sınıfı ve ezilenler olarak bizim sorunumuz faiz ya da kur değil, bu faiz-kur cenderesinin kendisi. Bu cendereyi yaratan da emperyalist-kapitalist düzenin kendi işleyişi. Kriz de sadece burjuva iktidarın değil, aynı zamanda bir bütün olarak bu düzenin krizi. Hayat pahalılığı ya da işsizlikten birini seçmemizi salık verenlerin tek bahanesi, krizin geçici olduğu, pandemi sonrasında yaşanan kısa süreli toparlanmanın yerini kapitalist bir genişlemeye bırakacağı iddiası olabilir. Oysa tarihsel olarak en düşük seviyeleri görmüş olan kar oranlarında yeni ve süreğen bir yükseliş yaşanacağının hiçbir belirtisi yok. Bilakis, uzun bunalıma dönüş ve hatta yeni bir küresel kriz çok daha yüksek olasılıklı.

Faşist şefin iktidarına son verilmesine olan yakıcı arzunun kitleleri burjuva muhalefetin kuyruğuna takması anlaşılabilirdir. Bu zaten kendiliğinden bilincin varacağı yerdir. Ancak sosyalistlerin görevi kendiliğindenliğe teslim olarak Erdoğan-sonrasını bayram arifesi gibi göstermek ve burjuva muhalefet ile şu ya da bu düzeyde ortaklıklar kurmayı kaçınılmaz görmek değil, iktidarın da, muhalefetin de aynı toplumsal ve siyasi rejimin, yani kapitalizmin ve faşizmin farklı bileşenleri olduğunu kitlelere anlatmaktır. Nihayetinde sosyalistlerin görevi, kitlelerin sefaletine son vermenin ve hatta hafifletmenin dahi ekonomist, sendikalist, parlamentarist girişimlerle değil, ancak ve ancak siyasi bir devrim yoluyla mümkün olduğunu onlara, onların içinden göstermektir.