21 Kasım 2024 Perşembe

Efe Dağlı yazdı: Salgınlar, safsatalar, sınırlar

Koronavirüs günlük hayatın parçası olan salgın hastalıkların bugünkü ismi. İktidarların yönetme taktikleri her olayı ve durumu araçsal hale getirmektedir. Koronavirüs özelinde de böyle yaklaşıyor. İktidar bloğu korku ve panik ajitasyonuyla koorperatif toplum modeli kurma anlayışında. Bu taktiğin devasa ölçekteki yoksulluğu ve siyasal özgürlük mücadelesi konularını baskılamasına izin vermemeli.

Salgına ulaşan kapsamı, türlü tartışmaları ve yaydığı korkuyla koronavirüs hayatımızın içinde. Durum iktidar için kullanışlı, siyaseti domine etti, başka meseleler konuşulmuyor. Düzen içi muhalefet açısından da kullanışlı; söyleyecekleri yeni söz, üretecekleri alternatif politikalar yok. "Birlik" adı altında düzenin bütün bileşenleri birleşmiş görünüyor. Diğer yandan  doğrudan ve dolaylı biçimde hastalık yoksulları vuruyor. Yoksullar için yaşam adil olmadığı gibi hastalık süreçleri de adil değil. Çünkü hayat dediğimiz "düzenek" varsılların krallığını daimi kılmak üzere planlanmıştır.

İktidarın tutumu, aylar boyunca virüsün Türkiye'de olmadığına yemin billah etmek çerçevesindeydi. Artık saklanacak sınırları aşınca, bu defa kontrollü olarak duyuruldu. İşin kolayı bulunmuştu. Ne kadar az 'test kiti' kullanılırsa o kadar az virüs tespit edilebilirdi. Türkiye'de 5 bin test yapıldığı sırada Güney Kore'de 250 bin test yapıldığını düşünürsek, aradaki farkı ve ciddiyeti anlarız. Dolayısıyla Tabipler Birliği'nin iktidara itiraz içeren açıklaması düzen içi çekişmelere kurban edilemeyecek kadar önemlidir.

Virüsü kabul etmeden önce pek çok ilkelliğe tanık olduk. Bunlardan biri "Virüs bize işlemez, bizde Türk geni var" saçmalığıydı. Oturuldu, bu cümle hakkında uzun uzun konuşuldu. Kimse çıkıp İran'dan, Van'a virüsün gelemeyeceğini 'Türk geni'ne bağlayanlara "O muhit Kürt" demedi. Döndük dolaştık ırkçı safsatayla Kürtlerin aslında Türk olduklarına demirledik. Irkçı siyasal zihin biyolojik determinizm ile harmanlanınca, eh buna bir miktar müptezel yorum da katınca ortaya çıkan garabet bu oluverdi.

Daha eğlencelileri vardı elbette. Antropologlarımız, virüsü ekinoks döngüsüne bağladı. Astrolojinin benzerlik kanunları varmış ve hepsi Satürn'ün kova burcundaki geçişinden mütevelli meydana gelmişmiş. Virüsü uzaylıların yaydığı biyolojik silah olduğunu, arkasında İngiltere olduğunu bile okuduk.

Daha ciddi yorumlardan biri, Marks'ın da gündemi olan Malthus'un nüfus teorisine yapılan atıftı. Teorinin bugünkü biçimi kapitalizmin, kendi üretim ilişkileri zincirinde yer almayan yoksulları "artık nüfus" saydığıdır ve ona değinen olmadı. Virüs için abartılı bir yorum olur. Ancak kapitalizmin "artık nüfus" anlayışı süreğen ve kullanışlı-elverişli bir formüldür.

Koronavirüsün yeni-mutasyon geçirmiş biçiminin benzerlerinden çok daha hızlı yayıldığı kabul ediliyor. Bununla birlikte öldürücülüğü oldukça düşük. Pandemi ilanı ardından virüsün, tıpkı distorya içeren romanlardaki gibi abartılması da dikkate değer. AIDS'ten dolayı 1980'lerden bu yana 35 milyon kişi öldü ama bunca karantina havası yayılmadı.

Geçmiş örneklere bakabiliriz. 500'lü yıllarda vebadan dolayı sadece İstanbul'da 240 bin ölü vardı. 1300'lerden itibaren Avrupa'nın üçte birinin ölümüne yol açan 'kara veba'da ölenlerin sayısı 250 milyon. 1800'lerde İstanbul sokakları cesetlerden geçilmez, 100 bin ölü vardır; Adalar veba ve frengiden ölenlerin gömüldüğü gibi salgınlara karşı hastaların tecrit alanı olarak kullanılmıştır. Koleradan dolayı sadece Hindistan'da 100 bin ölü var. Avrupa'da eş zamanlı ölü sayısı 200 bindir. 1918'deki İspanyol gribindeyse en iyimser tahminle 20 milyon ölü vardır. 1957'de 1 milyon, 1968'de 1 milyon kayıp yaşandı dünyada.

Salgınlar ve ölümler insanlık tarihinin tanıdık dramlarından. Pek çoğunda tipik ortaklıklar var. Söz gelimi, kara veba yayıldığında insanlar önce dine sığındı. Kiliseleri doldurdu. Ruhbanların söylediklerine uydu. Ruhbanlar şunu vaaz etti: İnsanlar günahkar olduğu için Tanrı onları salgınlarla cezalandırmaktadır. Dine sarılalım ki bu imtihanı kazanabilelim.

Önceleri bu strateji işledi. İbadet arttı. Ruhbanların itibarı arttı. Ancak korku, bir yerden itibaren soruya döndü. Milyonlarca yoksul şunu demeye başladı: Neden en çok yoksullar ölüyor. Tanrı zenginlerden yana. Çünkü onlar pek az ölüyor. Düne kadar dinle bütünleşen yoksullarda din karşıtlığı ve ruhban düşmanlığı patladı. Hristiyanlıktaki 'dinde reform' hareketiyle kara veba arasında böyle bir bağlantı vardır.

Ruhbanlara ve zenginlere nefret, salgın dönemlerinde fiili saldırılara döndü. Eski düzen savunucuları itibar kaybetti. Ancak bir de şu oldu. Toplumlarda yabancı olanlara düşmanlık ve göçmenlik biçimindeki kitlesel nüfus hareketleri. Dünya nispeten 'boştu' ve bu gibi nüfus hareketleri hem kolaydı hem kültürel etkileşimi beraberinde getiriyordu.

Bugün ise dünyanın pek çok ülkesi fiili bir karantina uyguluyor. Sermayenin serbest dolaşımına karşın emek devlet sınırlarına hapsediliyor. Şimdi, salgınlar vesilesiyle tatbikatı andıran ortak tutumla, devletler toplumlara müdahale ediyor ve ölüm korkusunu diri tutarak bu despotluklara razı gelmelerini sağlamaya çalışıyor.

İktidarın din ile günlük hayat ilişkisini düzenleyişi ve pek çok konudaki kadercilik dayatması tahakkümcü ruhbanların tutumuna benzer. Durumun yeni bir yarılma yaratması mümkün. O yarılma etrafındaki düzen içi saflaşmadan demokratik sonuçlar çıkmasıysa olası değil.

Salgın hastalıklar küresel hal alıyor. Tekrarlama, mutasyona uğrayarak ortaya çıkma sıklıkları giderek artıyor. Kâra dayalı kapitalist 'sağlık endüstrisi'nin altyapısı bunları önleme, kontrol etme kapasitesine sahip değil. Hasta ederek müşteriye dönüştürmek, ilaç tekelleriyle soygunlara girişmek bu endüstrinin değişmezidir. Sosyalist bir refleksle, halk sağlığını temin eden/sağlayan politikaları savunmak, meseleye böyle bir 'cephe' anlayışıyla yaklaşmak en uygunu.

Koronavirüs günlük hayatın parçası olan salgın hastalıkların bugünkü ismi. İktidarların yönetme taktikleri her olayı ve durumu araçsal hale getirmektedir. Koronavirüs özelinde de böyle yaklaşıyor. İktidar bloğu korku ve panik ajitasyonuyla koorperatif toplum modeli kurma anlayışında. Bu taktiğin devasa ölçekteki yoksulluğu ve siyasal özgürlük mücadelesi konularını baskılamasına izin vermemeli.