Efe Dağlı yazdı | Ezan Kur'an sosyalizm
Türkiye'de Kemalistler halka ulusçulukla bu krizi uzaklarında tutacaklarını sanıyorlar. Politik İslamcılar da krizi "Beşeri Sistem" diye dışsallaştırarak fütuhatçı dincilikle kendilerini kurtaracaklarını zannediyorlar. Kendi deneyimlerini biricik sanan bu zavallılar dünyasında pek çok muadilleri olduğunun farkında değiller. Benzer çırpınışlarla kendilerini kurtarmaya çalıştıklarının da.
Türkiye egemenlerinin aktüel saflaşma ve siyasal hesaplaşması milliyetçilik ortak paydasına bağlı sekülerlik ve İslamcılık üzerinden gerçekleşiyor.
Hemen her tekil olay veya olaylar serisi ile bu çerçevedeki karşılıklı manipülasyon ve kara propaganda bunu doğrularken milliyetçilik habis ur gibi her birini iyice sarıyor.
Bu saatten sonra milliyetçiliğin reddi ve onun terkisine atılmış araçsal dinciliğin terki mümkün değildir. Bu girdapta debelenecekler ve toplumu sonuna dek yanlış saflaşmalar ekseninde bölecekler.
Dolayısıyla toplumsal bütüne (elbette ezilenler merkezli bir topluma işaret ederek) odaklanan kapsayıcı, kuşatıcı, teorik ve politik çözüm önerisi emek ve özgürlük çerçevesinde geliştirilebilir.
Ama önce seviyenin yerlerde süründüğü şu tartışmalara bakalım. Şeb-i Aruz törenlerinde Türkçe Kur'an okutulunca AKP, kemalist tek parti diktatörlüğünü akla getiren bu uygulamanın üzerine atladı.
İş o noktaya getirildi ki bu karşılıklı küçük kurnazlıkların kökeninde bile milliyetçilik vardır.
AKP-MHP ikilisinin amentüsü milliyetçilik oldu. CHP de madem öyle, işte en hakiki milliyetçilik diyerek (CHP gen hamurundaki ittihatçılıkla kesif milliyetçiliğin bulunduğu malum) ezanı, Kur'an'ı Türkleştiren o hard milliyetçi reaksiyonerliği kuşandı. Madem milliyetçisiniz, buyurun, dini de Türkleştirdik!
Peki bu hamle basit bir manevra, hasımların manevra alanını daraltmaya dönük istisnai çıkış mı? Hayır! CHP'nin menüsünde buna benzer envai çeşit alternatif var.
Tam burada bir İslam ilahiyatı parantezine ihtiyacımız olacak. "Meal", en genel anlamda, "eksik çeviri" demek. Kur'an'ın Türkçeye çevirisi denilmez; Türkçe meali denilir. Kur'an metni Arapçanın daha şiirli ve otantik diyalektiği olan Kurreys Arapça ile yazıldı. Başka dillere çevirisinde anlam eksilmesi riski, ilk zamanlardan beri tartışıldı. Mealden çok tefsir yöntemi benimsendi. Tefsir, 114 sureden oluşan Kur'an'da o sureleri meydana getiren altı bini aşkın ayetin açıklanarak yorumlanmasıdır. Her müfessir o metni kendi meşrebince açıklar. Ancak bağlayıcı değildir. Kişilerin "Kur'an'dan ben bunu anladım" demesidir kısacası.
II. Abdülhamit'in ana politikası İslamcılıktı. Dağılmaya yüz tutan imparatorluğu bu yolla ayakta tutacağına ve ulusçuluk akımlarını bununla püskürteceğine inanmıştı. Dönemin bütün ulusçu akımları ise yerleşik dinlere hücum etti. Din söyleminin ideolojik hegemonyasını başka türlü kıramazlardı.
Tuhaf ama, imparatorluk dağılırken, bu kez ittihatçılar da tipik ulusçu söylemle ve din karşıtlığıyla ortaya çıktılar.
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, zamanla bir resmi tarih söylemiyle tek kurucu sayılan Mustafa Kemal'de hem derin bir Abdülhamit alerjisi vardı hem dine dönük yaklaşımı tipik bir seküler ulusçu seviyesindeydi.
Ancak Cumhuriyet, Müslüman olmayan topluluklardan büyük oranda "arındırılmıştı". Büyük çoğunluk sadece Müslüman değil aynı zamanda dindardı.
Dinin araçsal kılınmasına, yeni seküler cumhuriyetin ideolojik amaçları doğrultusunda yapılandırılmasına, bir tür Türk Müslümanlığı icat edilmesine ihtiyaç duyuldu. Elmalılı Hamdi Yazır yardıma çağrıldı. Kendisi II. Abdülhamit'in tahtan indirilmesi için "Hal fetvası"nı hazırlayan isimdi. Ona hem Türkçe meal yazdırıldı hem Kur'an tefsiri yaptırıldı.
Türkçe Kur'an ve Türkçe ezanın geniş halk kesimlerinde nasıl bir tepki yarattığı, karşı çıkışlara ne tür baskılar uygulandığı iyi kötü bilinir. Kürtler tutuklatılmaya karşı çıktıkları için büyük katliamlara uğradı. Sosyalistler bir devlet politikası ile sistematik zulme maruz kaldılar. Çok daha hafif olmakla birlikte İslamın devletleştirilmesine karşı çıkan dindarlar da gadre uğradı. Kemalizmin bütün topluma hediyesi bunlardan oluşuyordu.
İroni şurada: Kemalistlerin yapamadığını yaparak İslamı kopkoyu milliyetçilikle harmanlayarak devletleştiren AKP, bunu seküler milliyetçi bir formda yapmaya çalışan düşman ikizi Kemalizmin uygulamalarından menfaat devşirmeye çalışıyor.
Üstelik bunu mahalli ağız dalaşı kıvamında bir yaygarayla sürdürmesi daha esaslı bir başka meseleye işaret ediyor: Dez-entelektüalizm.
Politika (ve savaş) somut güç ile yapılır.
Ancak akımları, devletleri veya organizasyonları kalıcı kılan etmen onların fikirleri ve fikirlerin toplumda yer tutmasıyla ilgilidir. Hegemonya tesisi bir tür soft-power gibi görülür, ancak etkisi tanktan toptan çok daha kuvvetlidir.
Türkiye siyasi coğrafyasında Kemalizm de, siyasal İslamcılık da, sınanmış iki akımdır. İkisi de egemenlikleri süresince adım adım hegemonya kaybı yaşadılar. İkisi de yeni söz üretemiyor. İkisinde de aynı at gözlüğü var. Ancak ve bu arada, derinden farklı olarak, ikisinin de üzerinde yeşerdiği kapitalizm tarihsel sınırlarına vardı, ebedi çöküş uçurumunun başına geldi.
Bu varoluş krizi kapitalizmden nefret eden veya bir aşamada kapitalizmle uyumlu bir transformasyona uğrayan bütün modelleri de kapsıyor.
Türkiye'de Kemalistler halka ulusçulukla bu krizi uzaklarında tutacaklarını sanıyorlar. Politik İslamcılar da krizi, "Beşeri Sistem" diye dışsallaştırarak fütuhatçı dincilikle kendilerini kurtaracaklarını zannediyorlar.
Kendi deneyimlerini biricik sanan bu zavallılar dünyadaki pek çok muadilleri olduğunun farkında değiller. Benzer çırpınışlarla kendilerini kurtarmaya çalıştıklarının da.
Hepsi için mesele yaşamsal. Sözleşmişcesine her tarafta milliyetçilikleri ve dinselliği kışkırtıyorlar. Müslüman karşıtlığı veya Yahudi, Hristiyan, Budist düşmanlığı aynı korkudan el alan faşizmlerdir.
Hem emperyalistler hem mali ve siyasi olarak oraya entegre olmuş bütün bağımlı ülkeler bu yeni faşist histerinin pençesinde. Her birinin geçmişinde ve şimdisinde zulümler, saldırganlıklar var; zaman zaman bunu birbirlerine hatırlatıyorlar da.
Kenarda pasif izleyici olmak, hepsinin hangi iddiasında doğruluk payı olduğunu aramak, yahut birini diğerine yeğlemek, muhataplarını, büyük biz hızla bu yeni faşist histerinin etki alanına çekecektir.
Yerel düzeyde de durum böyledir. Bütün bu gürültü, bütün bu saldırganlık iktidar-muhalefet karşıdevrim cephesinin ömrünü uzatma korkusu ve telaşını ifade eder. Halka, özgürlük mücadelesi verenlere nefes aldırmama hedefi aralıksız sürdürülecektir. Oysa moral yıkım yaşıyorlar. Tel tel dökülüyorlar. İdeallerini kapitalizmin nimetleriyle değiştirmişlerdi. Şimdi onun da sonu geldi. Ki birbirlerine düştüler, her biri diğerini hırsızlıkla, 'ahlaksızlıkla' suçluyor.
Mide bulandırıcı, ancak sadece bunu söylemek, ideolojik konformizme sığınarak pratik politika sahasından çekilmeye yol açan bir sinizme meyletmektedir... Bunu reddediyoruz.
Hem teorik hem pratik politik basınç toplumdaki özgürlük cephesini büyütmekten geçiyor. Bütün bu saldırılar, katlanılmaz zannedilen ezalar, özgürlük mücadelesi veren milyonları teslim almaya yetmedi. Üstelik bu arada ikna kapasitelerini yitirdiler.
Hayali bir boşluk oluştuğunu düşünebiliriz. Bunu devrimci demokratik toplumsal mücadele dolduramamışsa bir tür nihilizm ve boş vermişlikle özellikle gençleri amaçsızlaştırabilir. Düzenden kopan, bütün güvenini kaybeden ama ne yapması gerektiğine karar veremeyen halk güçlerinin yeri özgürlük cephesidir. Bunun pek çok zengin biçimi var.
Her devrim büyük bir yıkım ve yeniden kuruluştur. Yıkım, halihazırda zihinlerde ve eylemlerde çeşitli düzeylerde görülüyor. Dünya ölçeğinde bir eğilim bu. Eski olan ölmüştür ve diriltilemez. Dünyanın geleceği sosyalizmdir. Eskide ısrar edenler, toplumsal yıkıma yol açabilir yalnızca. Çekirdeğinde gençlerin bulunduğu kültürde, davranışta, anlayışta bir Rönesans olacak sosyalizm güncel bir konudur. Bunu kertesiz alanlar yeniyi inşa edeceklerdir...