24 Kasım 2024 Pazar

Bir Sabahattin Ali Belgeseli üzerine izlenimler

Bestelenmiş şiirleri hüznümüz olduğu kadar isyan ve umudun coşkusunu da veren Sabahattin Ali?yle ilgili belgeselin başında, o büyük yazarımıza ilişkin bir anlatım yoğunluğu maalesef yok.
İçinde bulunduğumuz şu süreçte gösterime yeni giren belgesel filmlerden biri de “Kayıp Kemiklerin İzinde” adıyla çıkan Sabahattin Ali ile ilgili belgeseldir. Filmin yapımcısı ise toplumsal açıdan gelmiş geçmiş önemli olay ve şahsiyetlerle ilgili belgesel hazırlayan yapımcı Nebil Özgentürk’tür. 
 
Sabahattin Ali cumhuriyetin kuruluş sonrasındaki zor döneminde yaşamış, öylesi bir ortamda toplumcu gerçekçilikten ödün vermemiş çok önemli bir yazarımızdır. Düşündüğü, bildiği, gördüğü ve hayal ettiği gibi yazması bile onun o günlerin resmi ağızları aracılığıyla karaçalma modası olan “komünizm propagandası” ile yaftalanıp, linç edilmesine yeter de artıyordu bile. Gerici iktidarlar, ülkesini yazar ve şairimize adeta dar etmişti. Kendisine pasaport verilmeyen Sabahattin Ali yurtdışına kaçak yolla gitme planı yaptığında, söz konusu planın aynı zamanda kendisini ortadan kaldırma planı olduğundan habersizdi. Istranca ormanlarında (03 Nisan 1948 tarihi ölüm günü olarak kabul edilmekte) katledildi. Sabahattin Ali’nin bugün bir mezarı yok. Onun yerine bir çoban tarafından cesedinin görüldüğü yer, yazarın anısına kaya anıt olarak düzenlenmiştir. 
 
Gelelim konuyla ilgili belgesele. Geçtiğimiz günlerde (04 Mayıs) Sabahattin Ali belgeselinin gösterileceği Koç Grubuna ait Yapı Kredi Kültür Merkezi’ni bu kez Sabahattin Ali’yi sevenler dolduruyor. İstanbul’daki bu ilk gösterimde –daha önce Nisan ayında 29. Ankara Film Festivali kapsamında Ankara’da gösterilmişti- yönetmen Nebil Özgentürk de salonda yerini alıyor. En son Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali geldikten sonra filmin gösterimi başlıyor. 
 
Nebil Özgentürk’ü çoğunluğumuz televizyon ekranlarına taşınan belgesellerinden bilir, filmciliğin teknik boyutlarından anlamasak bile konu ve hikayenin siyasal, toplumsal yönü bakımından çoğunlukla hakkını verdiğini önyargımız gereği düşünürüz de. Hatta bunun gereksiz ve peşin bir yargı olduğunu Sabahattin Ali ile ilgili belgeselin daha başında anladım diyebilirim. Kişisel konfor ve çıkar için eğilip bükülmemiş bir Sabahattin Ali gerçekliği karşısında, onun varlığı ve anıları üzerinden bir pazarlama-satış kokusu tasarımını belgeselde hemen duyumsuyorsunuz. Film bittiğinde de bu kanı daha bir güçleniyor. Aynı zamanda popüler bir yazar olan Sabahattin Ali ile ilgili belgesel bu haliyle Yapı Kredi yanında daha başka başka holdinglerin, bakanlığın, belediyelerin ilgili mekanlarında da kolay gösterim şansı elde edebileceğini daha iyi anlıyorsunuz.
 
GÖNLÜMÜZDEKİ SABAHATTİN ALİ’Yİ FİLMDE BULAMIYORUZ
 
Bestelenmiş şiirleri hüznümüz olduğu kadar isyan ve umudun coşkusunu da veren Sabahattin Ali’yle ilgili belgeselin başında, o büyük yazarımıza ilişkin bir anlatım yoğunluğu maalesef yok. Belgeselin hikayesi başlarda haziranda yaşamını yitiren Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Ahmet Arif etrafında gidip geliyor. Babasını kaybetmesinin ardından Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü ile Ahmet Arif’in oğlu Filinta Arif’in babalarından geride kalışına odaklanıyor. Işık Öğütçü ve Filinta Arif ile Filiz Ali arasında bu anlamda bir benzeşim kurulmaya çalışılıyor. Nazım Hikmet açısından ise yönetmen, geçen yılın haziran ayında Moskova’ya gittikleri anmadan döndükten sonra, belgeselin hazırlığı için Filiz Ali ile bir araya gelişiyle sözü durumu ilintilendiriyor. Bunun için Kırklareli’nde belediyenin yardımı ile bir panel düzenleniyor ve Sabahattin Ali’nin kaybediliş hikayesinin izinden yazarın kaybedildiği Isıranca Dağları ormanına da gidiliyor. Yaşanmış gerçeklerin izi oradan da sürülüyor. Filmin sonunda ise Sabahattin Ali’nin bestelenmiş şiirlerini seslendiren bazı sanatçıların sahne fragmanları sıralanıyor. En önemlisi de bu parçalar arasında Sabahattin Ali’yi gürül gürül çağlatan ve halkına ulaştıran Edip Akbayram’ın sesi ne yazık ki yok.
 
Ve film bittiğinde Nebil Özgentürk’ün, S.Ali’nin günümüzde popüler bir yazar oluşunun arkasına geçerek kendine parsa toplamaya çıkmış biri gibi geldi bana. Ona bu ülkeyi dar eden halk düşmanlarının yüzü ortada yok! Yapımcının filmde Sabahattin Ali’yi Türkiye’nin ilk siyasi kaybı gibi göstermesi cehalet değil ama bilinçli bir dolanmadır. 1915 yılında İstanbul’dan yola çıkarılan Ermeni aydın ve yazarlar içinde akıbeti belli olmayanlar, aksi ispat edilinceye kadar hanemizde ilk siyasi kayıplar olarak yazılıdır. Buradan hareketle Nebil Özgentürk, Filiz Ali’yi de “ilk cumartesi kadını” olarak niteliyor. Biliyorsunuz “ilk”leri keşfetmek piyasaya da heyecan ve güç kazandırır. 
 
SİYASİ BİR KAYIP OLARAK SABAHATTİN ALİ, DİĞER SİYASİ KAYIPLAR GERÇEĞİNDEN KOPARTILMIŞTIR
 
Peki, kim bu cumartesi kadınları ya da ortak kanıyla oluşmuş Cumartesi Anneleri? Yapı Kredi Kültür ve Sanat Merkezi’nin duvarının hemen yan tarafında yaklaşık 700 hafta süren kayıpların akıbetini sorma eylemi var. N. Özgentürk’ün filminde bu gerçeklerin izi yok. Özgentürk’ün ülkemizdeki özellikle de siyasi kayıplarla ilgili eylemden haberdar olmaması mümkün müdür? Filiz Ali’ye “ilk cumartesi kadını” nitelemesini neden yapmıştır? Yanlış anlaşılmasın! Elbet Filiz Ali ile Cumartesi Annelerinin hiçbir sorunu yoktur. Bir kayıp yakını olarak aynı yerde oturmasalar bile yüreklerindeki aynı acının direnciyle buluşup, telefonla da olsa zaman zaman görüştüklerini belirtiyorlar. Yani Filiz Ali, belgesele ilişkin yapımcı tutumun dışında biridir. 
 
Sorun burada belgeselcimizin, kimi demeyeceğim ama çarpıcı bir gerçeği atlayarak, bunu kamuoyuna çaktırmadan yutturmaya çalışmasıdır. Yaklaşık 700 hafta süren kayıplar eyleminde fotoğrafı elden ele dolaşanlardan biri de Sabahattin Ali’ninkidir. Galatasaray’da oturanlar da bütün kayıplar adına hareket eden, yılmadan usanmadan her hafta, her ay, her yıl o kayıpların akıbetini soran ana-babalar, evlatlar, torunlar, yeğenler ve onlara yoldaş olan Cumartesi İnsanlarıdır. 
 
Kayıplarla ilgili tanımlamalar ve eylemler başlayana kadar Sabahattin Ali için “siyasi kayıp” yerine genel anlamıyla “faili meçhul” nitelemesi yapılırdı. Sabahattin Ali’yi ortadan kaldırma süreci göz önüne alınarak “siyasi kayıp” tanımlaması kapsamına alan da yine Cumartesi Anneleri ve oturma eylemini organize eden İHD Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyon’dur. 
 
Bir belgesel filme az ya da çok kare sığdırabilirsiniz. Belgeseliniz bir saatlik de beş dakikalık da olabilir. Önemli olan özü ya da gerçeği çok boyutlu olarak gösterebilmesidir. Evet, Sabahattin Ali siyasi bir kayıptır. Ve bu bilinci 12 Eylül faşist cunta ve onun devamı olan iktidarlar döneminde açık olarak edindik. Cumartesi Anneleri de bu kayıplarımızın hesabının gündemden düşmemesi için 23 yıldır başlattıkları sistemli eylemlerini sürdürmeye devam ediyor. Her hafta yürüttükleri eylemlere yılda bir mayıs ayında kayıplar haftası niteliğinde başka etkinlikler de ekliyorlar. 17 Mayıs 2015’de ise kayıplar haftası etkinliklerini Sabahattin Ali’nin cesedinin görüldüğü yer olarak düşünülen Istranca Ormanları’nda başlatmışlardı. Nebil Özgentürk’ün filimde varılması zor ve zahmetli dediği o yere Cumartesi Anneleri iki otobüs dolusu ellerinde kırmızı karanfiller ve Sabahattin Ali posterleriyle vardılar. Galatasaray eylemini o gün bir de Sabahattin Ali’nin kaybedildiği yer olarak düşünülen kaya anıtın çevresinde yaptılar. N. Özgentürk’ün filminde bu önemli kareden de eser yoktu. 
 
Yani… Yani bir Sabahattin Ali belgeseli daha Sabahattin Ali ve onunla ilintili gerçeği bilinçli olarak yansıtmaktan uzak kaldı. Benim filmin sonunda kendisini tebrik edenlerin sırasından Nebil Özgentürk’ün yanına yaklaşıp eleştirimi dile getirişim ise gülümseyen yüzünü karmaşık bir hale getirdi. “Hemen şurada, bu duvarların yanında Sabahattin Ali’yi ellerinde taşıyan kayıp anaları da var” dedim. O ise ikimizin arasına girecek üçüncü bir kişiyi cankurtaran gibi gözleriyle aradı. Tıklım tıklım olan salonda tebrikçiler çoktu ama izleyicilerin genelinde bir hayal kırıklığı da yok değildi.