21 Aralık 2024 Cumartesi

Yaşam Uzun yazdı | Kanal İstanbul direnişi kritik eşikte

Kanal İstanbul projesi bir kez daha gündemin ilk sıralarında yerini aldı. Doğanın, kentin, yaşam alanlarının savunulması direnişlerinin, antifaşist bir karakter kazanması için askıya çıkan projeye 14 Nisan 14.00'da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Ataşehir İl Müdürlüğü'ne itiraz dilekçesi verme eylemleri dahil her türlü aracı bir boy gösterme, çarpışma anı olarak kurgulanmalı; kutuplaşmadan iktidar yararlanıyor söylemiyle keskinleşen saflaşmayı hukuki mücadeleye hapsetmeye çalışan burjuva muhalefet karşısına demokratik devrimci güçlerle çıkılmalıdır. Tepkinin sosyal medyada hashtag eylemleriyle verilmesi artık yetmez, süreç kepçenin önüne yatma aşamasına gelmiştir.

Faşist saray iktidarının bir "millet ve devlet projesi" olarak sunduğu Kanal İstanbul projesi bir kez daha gündemin ilk sıralarında yerini aldı. Proje her yönüyle öyle büyük bir etkiye sahip ki herhangi bir gelişme onu tekraren günlerce gündemde tutuyor.

2019 Aralık'ta sunulan ÇED raporu, binlerce kişinin resmi itirazına rağmen kabul edilmişti. Daha sonra Türk Tabipleri Birliği ve İstanbul Barosu'nun açtığı davalar yetkisizlik gerekçesiyle reddedilmişti. Diğer iptal davaları ise salgın döneminde sürüncemede bırakılmıştı. Salgının ilk günlerinde sokağa çıkma yasağı varken 26 Mart'ta tarihi Odabaşı ve Dursunköy köprülerinin yeniden yapım ihalesinin yapılması sürecin hukuksuzlukta salgın "fırsatıyla" hızlanacağını göstermişti. Yine, ocak ayında projeye karşı açılan davalarda bilirkişi heyetinden bir profesörün "tehdit edildim" diyerek heyetten çekildiği haberleri basına yansımıştı. Akıl, bilim, halk iradesi ve hukuk dışılıkla tanımlanan proje, aslında tam da faşizmin hukukunun işletilmek istendiği politik bir gündem.

Özellikle son 2 yılda İstanbul'da 120'den fazla yerel inisiyatif ve örgütün bir araya gelmesiyle oluşan Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu ile projeyi durdurmak için daha örgütlü bir şekilde yürütülen mücadele, bugün olası Ukrayna-Rusya savaşına NATO'nun ABD savaş gemilerini Karadeniz'e geçirerek müdahil olması, AKP'nin İstanbul yerel yönetimini kaybetmesi sonrası yaşadığı sarsıntıyı merkezi projelerle telafi etme çabası, faşist rejimin yönetememe krizi içinde her bir gündemi bir tür plebisite çevirmesi ve İmamoğlu'nun Erdoğan'ın olası rakibi olması ile iktidar blokundaki Avrasyacı kliğin amiraller bildirisi üzerinden tasfiyesiyle gelişen başlıklarla bu gün kritik bir eşikte.

PROJENİN YARATACAĞI YIKIM
Çok uzun bir süredir, çalıştaylarla, bilimsel raporlarla, ilgili oda ve meslek kuruluşlarının açıklamalarıyla projenin bütünlüklü etkisi tartışıldı. Ama tüm güncel tartışmalara zemin oluşturması açısından hatırlatmakta fayda var.

3. boğaz köprüsü, 3. havalimanı, Kuzey Marmara Otoyolu gibi diğer mega projelerle bütünlük içindeki Kanal projesi, bu serinin son ve en yıkıcı halkası. Projeyle Terkos Gölü'ne karışacak tuzlu su ve Sazlıdere Barajı'nın yok olmasıyla, zaten kuraklık tehdidi altındaki İstanbul ciddi bir su krizi yaşayacak. Yine kritik su samurları, balık türleri ve en az 124 kuş türünün yaşadığı Küçükçekmece Lagünü ve yeraltı sularının tuzlanmasıyla su ekosistemindeki canlılar ve tarım alanları etkilenecek. Tuzluluk oranları farklı iki deniz arasındaki bu ek kanalla Karadeniz'den taşınacak yoğun organik maddeyle Marmara Denizi oksijensiz kalacak, balık türleri yok olacak ve kanalizasyon sistemi zarar görecek. Proje, 23 milyon m² orman alanı, 136 milyon m² tarım alanı ve sulak alanı haritadan siliyor. Böylelikle diğer projelerin büyük gedikler açtığı Kuzey Ormanları, birlikte yaşadığı göçmen kuşlar, hayvanlar, endemik bitki türleriyle beraber neredeyse tamamen yok olacak.

3. havalimanı inşaatı sırasında 2018'de hafriyat kamyonu çarpması sonucu 253 kişi hayatını kaybetmişti. Kanal inşası ise İstanbul trafiğine 7 yıl boyunca günlük 10 bin kamyonu katacak. Kamyon tehdidi altındaki İstanbullular bütün bu yıllar boyunca toz ve zehir de soluyacak. Bathenoa Antik Kenti ve İstanbul'daki ilk yerleşmelerden biri olan Yarımburgaz Mağaraları'nı yutacak Kanal, binlerce yıllık kent belleğini yok edecek. Proje güzergahındaki yurttaşlara ait arazilerin yüzde 45'ine Düzenleme Ortaklık Payı gerekçesiyle el konulacak. Proje alanının yüzde 52'sini oluşturan tarım ve mera alanları yapılaşmaya açılırken buralardaki köylüler zorunlu göçe ve sürgüne mahkum edilecek. Gıdada kendine yetmekten çok uzak olan İstanbul'un hayvancılık ve tarımı bir darbe daha yiyecek. Süreğen bir istihdam olan tarımdan, geçici bir istihdam olan inşaata geçiş ile uzun vadede işsizliği de etkileyecek.

Güzergahta söylenti aşamasından itibaren değerleri 30 katına çıkan arazilerde, imar durumuna bakmadan tapuyu yeterli sayıp fiyatlar yükselince tekrar satan emlak simsarları türemiş ve neredeyse tamamı satılığa çıkarılmış köyler ortaya çıkmıştır. Bu süreçte 40 milyon m² arazi el değiştirmiş, Katarlılardan, AKP'nin önde gelenlerine bu ranta ortak olmuşlardır. Bölgedeki Yenişehir planı ise yeşille, yapay zekalı mekanlarla paketlenmiş bir beton projesi olarak yeni kent elitlerine pazarlanmaktadır. Gazeteci Murat Ağırel'in haberine göre, güzergahtaki yabancıların emlak işlemleri 2014-18 arasında 11 kat, şirketlerin işlemleri ise 7 kat artış göstermiş.

1950'de Türkiye'deki her 100 kişiden 7'si İstanbul'da yaşarken bu sayı, 2000'de 14'e, 2020'de ise 18,4'e çıkmış durumda. Kanalla birlikte bölgeler arası eşitsizlik ve kent yoksulluğu artacak, toplumsal sağlık ve psikoloji bozulacak. Kanalın güzergahı deprem açısından en riskli bölgelerden birinden geçtiğinden olası deprem halinde sıvılaşma, heyelan, su baskınlarını tetikleme ihtimali bulunmaktadır. Beklenen büyük depremde yıkılacağı kesin olan 50 binin üzerinde konutun bulunduğu bu Ekümenopolis'te (ucu bucağı olmayan sınırsız kent) hem kentsel dönüşüm hem de mega projeler bir avuç inşaat patronuna rant sağlamak için kullanılıyor.

Tüm inşa süreci boyunca beton dökmeden hafriyat taşımaya, toprağı kazmadan tarım ve orman arazilerinin tahribatına sera gazı salımları katlanacak. Kentin basınç farklılıkları, rüzgarları gibi en önemli termodinamik özellikleri değişeceğinden mikro-klima değişecek, kentsel ısı adaları artacak. Sadece birkaç ilçe değil, bütün kent ve bölge etkilenecek, başta iklim olmak üzere gezegensel yıkıcı sonuçları olacak. Doğrudan yaşamı hedefleyen projenin yaratacağı yıkımın bu kısa özeti bile politik ve toplumsal etkileri tamamen açıklamaya yetmiyor.

GÜNCEL JEOPOLİTİK TARTIŞMALAR
2020 Temmuz ayında Karadeniz'deki NATO tatbikatında ABD elçisinin Karadeniz'in tüm milletlere açık ve serbest olması temennisinin ardından Ağustos ayında Karadeniz'de keşfedilen fosil yakıt rezervi hızla Kanal gündemini çok boyutlu bir hale getirdi. Çıkarılacak yakıtın ülke içi kullanımı için Zonguldak civarına bir fosil yakıt işleme tesisi inşa etmenin yanı sıra ihracat ve diğer bölgelere taşımak için de Kanal'a ihtiyaç duyulduğu zırvası ortaya atıldı. Boğaz'daki gemi geçişlerinin trafik nedeniyle riskli olacağı belirtildi. Oysa ki küresel ısıtma nedeniyle eriyen Kuzey Buz Denizi'nde açılan yeni su yolu ile Rusya'nın Boğaz'ı daha az kullanması nedeniyle gemi trafiği her geçen yıl azalıyor (2006'da 55 binden 2020'de 38 bine). Dahası Kanal, Boğaz'a göre daha dar bir su yolu. Geçtiğimiz günlerde Süveyş Kanalı'na sıkışarak 1 hafta boyunca küresel ticareti tıkayan gemiye benzer vakalar Kanal için çok daha olası. Dünya'da zaten olan bir geçiş yoluna paralel bir kanal açılmamıştır. Bazı bakanların örnek gösterdiği dünyadaki kanalların ise içinde bulunduğu su ve kara ekosistemi yapılaşmaya açılmamış, tarım arazilerine el konulmamıştır.

Boğazdaki trafik sorunu yalanının yanına Montrö'nün Türkiye'nin elini bağladığı yalanını ekleyen faşist devlet propaganda makinesi, bu farazi sorunları dahi çözemeyeceği açığa çıktıkça ekonomik kazanç hayalini satmaya çalışıyor, ancak geçişlerde neden Kanal'ın tercih edileceğini ise açıklayamıyor. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) planlama eski uzmanı Uğur Emek'in hesaplamalarına göre Kanal tıpkı şehir hastanelerine verilen hazine garantileri gibi bir finansmanla yapılacak. Azalan gemi sayısına rağmen gemi garantisi verilip üstü bütçeden karşılanacak. Çevresel yıkımın büyüklüğü nedeniyle Kuzey Marmara Otoyolu, 3. havalimanı gibi projelerde olduğu gibi yurt dışından kredi bulunamayıp kamu bankalarından kredi sağlanacak ve bunun toplam değeri 400 milyar doları bulabilecek.

AB ve ABD ile ilişkilerinde ekonomik ve politik sebeplerle geri adım atmak zorunda kalan Erdoğan rejimi bunun ilk somut adımını Mavi Vatan söyleminden bir anda vazgeçip, Libya'ya yolladığı çetelerin akıbetini ve yapılan münhasır bölge anlaşmasını gündemden düşürerek, sondaj-arama gemilerini çekip İsrail ve Mısır'a göz kırparak Akdeniz'de yapmıştı. S-400'ü ambalajında tutma sözleriyle Batı emperyalizmine biatını yineleyen rejime AB, 18 Mart'ta yaptırım kararını erteleyerek bir ödül verdi. Biden'ın seçilmesinden sonra Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşılık Verme Yasası (CAATSA) yaptırımları ise 22-23 Nisan'daki iklim zirvesinde yeniden gündeme gelecek ve esnetilecek bir başlık olarak duruyor. Bunların üzerine Donbass'taki çatışmanın, Türkiye'nin ürettiği SİHA'ların iyi bir müşterisi olan Ukrayna ile Rusya arasında bir savaş düzeyine yükselme ihtimali ve ABD'nin NATO ile bu savaşa Karadeniz'den dahil olma isteği, Erdoğan faşizminin Kanal İstanbul'u bir anda Montrö'yü tartıştırdığı bir beka sorununa/projesine çevirmesini sağladı. Rusya ile Rojava'nın işgali, Karabağ savaşı ve Libya'daki ateşkes üzerinden kurulan denge, Montrö ve Ukrayna hamleleriyle bir anda NATO ve ABD emperyalizmi lehine geri plana itildi. Bunun doğal sonucu olarak da iktidar bloku içerisindeki Avrasyacı klikten kurtulma ihtiyacı belirdi. Açıkça istihbaratın önceden haberdar olduğu görülen 104 amiralin bildirisi bu işin hızlı şekilde ilerlemesini sağladı. Bu, darbe palavrasıyla Kanal'a karşı çıkanları amirallerle aynı çizgide göstermek için de bir fırsat sağladı. Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu'ndan yapılan açıklamada ise "Biliyoruz, her şeyi oldu bittiye getirmeye çalışıyorsunuz! ‘Ya Kanal Ya İstanbul' demeye devam edeceğiz" denildi.

Tam da burada zıtlaşmanın iki kutbu varmış gibi görünse de burjuva muhalefetin sözcülerinden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun geçen seneki Kanal çalıştayındaki şu sözleri çarpıcı: "Yapılması gereken, Samsun-Ceyhan Petrol Boru hattı gibi farklı alternatifler geliştirmek ve hayata geçirmektir. Bütün bu boyutları, farklı alternatifleri bir kenara bırakıp, ‘Boğaz güvenliği için, Kanal İstanbul şarttır' sonucuna ulaşmak doğru değildir, rasyonel değildir." Açık ki doğasını, kentini savunanların çıkarları ne amirallerin emperyalist emelleriyle, ne de İmamoğlu'nun burjuva kalkınmacı, projeci, liberal akılcı çıkarlarıyla örtüşmektedir. İstanbul'u ancak İstanbulluların direnişinin kurtaracağını, İmamoğlu'nun partisinin isyandan korkusunda, isyanı yatıştırma ve düzeniçi sınırlara hapsetme çabasında görebiliriz. Erdoğan, amiraller ve İmamoğlu'nun ortaklaştığı devletin bekası denen şey bu topraklarda yaşayan halklara yönelik düşmanlığın burjuva ideolojik örtüsüdür. Emperyalist kapitalist ekonomi politikaların arkasına işçi sınıfı ve ezilenleri yedeklemenin aracıdır.

NASIL BİR MÜCADELE?
Cihan Uzunçarşılı Baysal'ın ifadesiyle, "Devlet hazinesinin boşaltıldığı, gerçek işsizlik oranının yüzde 30'lara ulaştığı, nüfusunun büyük bölümünün yoksulluk ve açlık sınırında yaşamlara mahkum edildiği ülkede, pandemiyle katlanan ve yaygınlaşan mağduriyetler karşısında hızla mevzi kaybeden AKP, iktidarının bekası için Kanal'a şimdi eskisinden daha fazla ihtiyaç duymakta. Kanal, geleceğini spekülatif kentleşmeye, inşaat, emlak rantına bağlamış, üretemeyen ekonominin ve dolayısıyla iktidarın can simididir."

Kuraklık, toplumsal sağlık, geçim derdi gibi ekolojik yıkımın politik sonuçlarının iktidarın yönetememe krizini şiddetlendirirken bu jeopolitik gündemin farklı her başlığının emeğin sömürüsü ve doğanın talanında ortaklaştığını ve sistem karşıtı biriken öfkeyi, egemenlerin dilinden konuşmak zorunda bırakarak pasifize ettiğini anlamalıyız. Yukarıda bahsedilen yıkım başlıklarının, iktidar ve burjuva muhalefeti bir tarafa; sadece İstanbul'daki değil, tüm bölgedeki işçi sınıfı ve emekçileri bir tarafa düşürdüğü ve saflaşmanın da buradan kurulduğu giderek bilince çıkmaktadır. Kritik eşiklerden birisi de budur.

Projeyle, faşist saray rejimine, kaybettiği yerel yönetimlerin karar ve yetkilerini tırpanlanması hamlelerine, bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki olası rakibine karşı bir tür plebisitle hamle yapma şansı da ortaya çıkmıştır. En ufak bir demokratik katılımcılığın olmadığı süreç, yapılması çok da mümkün olmayan olası bir plebisitle, referandumla demokratikmiş gibi gösterilmek istenebilir. Bu, böyle bir referandumu savunan burjuva muhalefetin, devlet aklında birleşen ama faşizme karşı burjuva klikler arasındaki çıkarlara oynayan "ilk seçimde gidecekler" stratejilerinin bir yansımasıdır. Türkiye'de son yıllarda akıl dışı addedilen her tür politik girişim, artık bu ikileme sokularak tartışılmaktadır. Burada saflaşmanın burjuva sınırlara hapsedilmesinin önü ancak üçüncü bir hatla açılabilir ki, bu hattın bugün için antifaşist mücadele haricinde oluşma ihtimali kalmamıştır. Bu mücadele, Kanal İstanbul gibi gündemlerde saflarına, artık iktidarın çözülen tabanındaki işçi-emekçi ve ezilenleri ve dahası burjuva muhalefetin saflarından çözülen tutarlı demokrat ve aydın kesimleri de alabilecek bir mücadeledir.

Sermaye çıkarlarının dolaysız koruyucusu burjuva devletin imzaladığı Montrö'yü savunmak, tartışmayı bu anlaşmanın önemi üzerinden yürütmek doğasını, kentini savunan işçi-emekçi ve ezilenlerin çıkarına olmadığı gibi onları burjuva muhalefetin arkasına yedekleyecektir. Avrasyacıların, Kanal İstanbul üzerinden meşruiyet kazanma çabalarına mahal vermemek için kurulan dilde ve eylemde antifaşistlerle, tutarlı bir antiemperyalizmde, adil ve onurlu bir barışın savunulmasında buluşulmalıdır. Bu savaşçı, devletçi, egemen dilin başta Kürdistan'da işlediği suçlar gözden kaçırılmamalıdır. Türkiye'deki çevre hareketinin yerel örgütlerinde öne çıkan kemalistinden politik islamcısına farklı yönelimleriyle burjuva siyasetten kopuşamama haline, Kanal gündeminde, Gezi'de olduğu gibi yüzünü sosyalistlere, emekçi halkın ve tüm ezilen kimliklerin ortak mücadelesine dönen bir politik atmosferle son verilme fırsatı vardır. O günden bugüne gelişen tüm toplumsal mücadele pratiklerinden gereken derslerin çıkarıldığı ve onların üzerinde bir antifaşist niteliğin açığa çıkacağı birikim tüm mücadele kesimlerinde mevcut. Faşist saray iktidarının tüm tekil mücadeleleri, direnişleri faşizme karşı mücadele hattına itiyor oluşu bunu getirmektedir.

Doğanın, kentin, yaşam alanlarının savunulması direnişlerinin, antifaşist bir karakter kazanması için askıya çıkan projeye 14 Nisan 14.00'da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Ataşehir İl Müdürlüğü'ne itiraz dilekçesi verme eylemleri dahil her türlü aracı bir boy gösterme, çarpışma anı olarak kurgulanmalı; kutuplaşmadan iktidar yararlanıyor söylemiyle keskinleşen saflaşmayı hukuki mücadeleye hapsetmeye çalışan burjuva muhalefet karşısına demokratik devrimci güçlerle çıkılmalıdır. Bu saflaşma işçi-emekçi ve tüm ezilenlerin hakları için sömürü düzenine karşı mücadele edenler ile egemenler ve mücadeleden kaçmak için bu tür bahaneler üretenler arasındaki bir saflaşmadır artık. Saflaşmayı işçi sınıfının çıkarlarıyla bir ilgisi olmayan burjuva siyasetçilerin; egemenlerin faşist, ırkçı, milliyetçi, şovenist ve dinci politikalarının belirlemesinin önüne geçmek için mücadeleyi büyütmekten başka çare de yoktur.

Kanal'a karşı mücadeleyi sindirmek için faşist kitle seferberliğinin ilk izleri sosyal medyadaki yüksek perdeden Erdoğan savunusu ile gösterilmeye çalışılıyor. Karşı tepkinin ise sosyal medyada hashtag eylemleriyle verilmesi artık yetmez, süreç kepçenin önüne yatma aşamasına gelmiştir, ki bu kitlesel bir seferberlik gerektirmektedir. Bu süreçte sokağa çıkma yasakları tanınmamalı, 1 Mayıs'ta HDP'nin kapatılmasına ve İstanbul Sözleşmesinden çekilinmesine karşı direnişlerin, Boğaziçi öncülüğündeki öğrenci gençlik direnişinin ve bağımsız sendikalar ve örgütler öncülüğündeki fiili işçi direnişlerinin yanına Kanal İstanbul direnişi de eklenmelidir. Kitlesel bir meydan okuma olması gereken 1 Mayıs haftasonunda "Kanal'a değil, salgına bütçe", "Kanal'a değil, deprem önlemlerine bütçe", "Kanal'a değil, işçiye-işsize bütçe", "Kanal'ın parası yoksulun cebinden çıkıyor", "Beton Kanal'ı, rant Kanal'ı, 5'li çete bunun kazananı" gibi sloganlarla Kanal güzergahının da bir eylem alanı olarak görülmesi direnişi büyütmek adına iyi bir hamle olacaktır. Ekoloji ve çevre mücadelesi yürütenlerin bu tür direnişleri artık politika ve ideolojiler üstü bir konu olarak gördüğü dağınıklık büyük ölçüde geride kalmıştır. Artık önümüzde öncü politik güçlerin yan yana getirilmesi sorunu bulunmaktadır.