29 Mart 2024 Cuma

Sosyalist aydın Kutsiye Bozoklar'ın kaleminden: Daha sonra/boş zaman gereksinimi

Boş zamanın gereksinimler arasına girmesi kapitalizm koşullarında oluyor. Modern kapitalist toplum boş zamanı düzenleyip örgütlerken onu egemenlik ilişkilerini perdeleyen, siyasal dilin şiddetini ve uzlaşmazlığını tekdüzeleştiren bir pozisyon haline getiriyor.

(…) Şiiri de hayatı da ertelememek gerekiyor aslında. Hayatın içinde zamanı aşan bir şiir yaratabilenler, şiirin zamanını ellerinde tutuyorlar hep, şiiri hayata bağlıyorlar, hayatlarını her zaman bir şiir gibi yaşayamasalar da. Hayatın şiiri kavga ve mücadeledir bu gibiler için. Bunlardan biri, Nazım Hikmet. Mücadeleye karar verme sürecini şöyle anlatıyor Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim adlı otobiyografik romanında:

"Karadeniz kıyısından Ankara'ya, sonra oradan Bolu'ya yaptığım otuz beş günlük yayan yolculukla, öğretmenlik ettiğim kasaba, kısacası, uzun lafın kısası, İstanbullu paşazadenin daha doğrusu paşa torununun Anadolu'yla tanışması, bu kere Batum'da Fransa otelinde, rokoko masanın üstünde duruyor, yırtık, kirli kanlı bir yazma gibi serilmiş rokoko masanın üstünde. Bakıyorum ağlamak geliyor içimden. Bakıyorum, kan tepeme çıkıyor yine. Bakıyorum, utanıyorum yine Üsküdar'daki yalıdan. Karar ver oğlum, diyorum kendi kendime, karar ver... Karar verildi. Ölmek var, dönmek yok. Dur acele etme oğlum. Koyalım soruları da şu masanın üstüne. Anadolu'nun yanı başına. Neyini verebilirsin? Ne verebilirsin? Her şeyimi, her şeyi... Hürriyetini evet! Hapishanelerde kaç yıl yatabilirsin bu uğurda... Gerekirse ömrüm boyunca... (...) Peki, asılmak da var, öldürülmek de, Suphi'yle arkadaşları gibi boğulmak da var, komünist olursam, diye sormadın mı kendine Batum'da? Sordum. Öldürülmekten korkuyor musun? diye sordum. Korkmuyorum, dedim. Birden, düşünmeden mi? Hayır, önce korktuğumu anladım, sonra korkmadığımı. Sonra sakatlığa, topallığa sağırlığa, razı mısın bu uğurda? diye sordum. Verem illetine, yürek hastalıklarına, körlüğe? Körlük mü?  Körlük... (...) Razıyım körlüğe de... Biraz çocukça, belki de biraz komik... Ama doğrusu bu. Ne kitaplardan, ne ağız propagandasıyla, ne de sosyal durumum yüzünden geldim geldiğim yere. Beni geldiğim yere Anadolu getirdi. Kıyısından şöyle bir üstünkörü seyrettiğim Anadolu. Yüreğim getirdi beni geldiğim yere... İşte böyle."

Evet, işte böyle. Nazım'ı yüreği getirmiş geldiği yere. Yani haksızlığa karşı duyduğu doğal tepkiyle başlamış her şey. Her devrimci farklı yollardan geçerek gelir mücadeleye. Yürek dediğimiz, duygular dünyasından başka nedir ki? Karşı çıkış duygularla başlar çoğu kez. Düşüncelerle, teoriyle, desteklenir. Her seçim bir kaybediş, bir hesaplaşma ve tercihtir. Her seçimle bir kopuş süreci başlatılır. Öyle görünüyor ki, Nazım hesaplaşmasını iyi yapmış, tercihi net. Ve ikircimsiz girmiş kavgadaki safına.

Kavga dediğimiz sınıf mücadelesinden başka bir şey değildir aslında. Sınıf mücadelesi üstüne konuştuğumuzda, aklımıza hemen daima, politik ve ekonomik mücadele gelir. Oysa sınıf mücadelesine atılmadaki muradımız yeni bir yaşam tarzı yaratmaktır. Bu da mücadelenin başka alanlarını, özellikle de gündelik yaşamı getirir akla. Sınıf mücadelesi yalnızca politik iktidar mücadelesi olarak görülmemelidir. Politik mücadele yeni bir toplum, yeni bir yaşam, yeni bir insan kavgasının amaçlı düzenlenmesidir. Ve bu haliyle yaşamın tüm alanlarını kapsayan, sınıfa değgin tüm etkinlikleri belli bir hedefe yönelten temel ve belirleyici mücadele biçimidir.

Sınıf mücadelesi, işçi sınıfı açısından egemen sınıf olarak örgütlenme mücadelesidir. Egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın nihai amacı ise; sınıfsızlığa varmak, yani kendi sınıf egemenliğine son vermektir. Bu işçi sınıfı egemenliğinin tüm sınıf egemenliklerinden farklı olması anlamına gelir. Tarihte egemenlik peşindeki tüm sınıflar kendi çıkarlarını diğer tüm sınıfların çıkarı gibi göstermeyi başararak iktidarda kalmışlardır. Bu özellikle burjuvazi açısından böyledir. Burjuvazinin hayatın tümü üzerindeki iktidarı yalnızca baskı gücünü; polisi, orduyu mahkemeleri elinde tutmasından kaynaklanmaz. O, gündelik hayatı yeniden üretebildiği, kendi vazgeçilmezliğini kabul ettirebildiği, kendi kültürünü seçeneksiz kılabildiği ve bütün bunlara farklı sınıf kesimlerini inandırabildiği için iktidardır. Toplumsal hayatın bütünü üzerinde denetim kurabilmesinde kendini yeniden üretebilmesindeki sır buradadır. Burjuvazinin iktidarını gündelik hayat içinde yeniden üretebilme yeteneği ve işçi sınıfının sınıfsız bir dünya kurma amacı göz önüne alındığında gündelik hayat ve hatta bireysel ilişkiler önemli bir sınıf mücadelesi alanı olarak belirir. Toplumsal hayatının bütününün bir sınıf mücadelesi alanı olarak görülmesi, egemen olanın da egemenlik altına almanın da, üstünde mücadele ettiği bir alanın varlığının işaretidir. Üretim ve tüketim arasında, yapılar ve üst yapılar arasında, bilgi ve ideoloji arasında belirlenen üretim ilişkileri (kapitalist üretim iliş¬kileri) içinde bir geri beslenme (anlık, geçici denge) vardır. Bir yandan, kültürün boş bir kaynaşma olmayıp bir hayat tarzına bağlı, etkili ve özgül bir şey olduğu; öte yandan, (yapısal olarak üretim ve mülkiyet ilişkilerine bağlı) sınıf çıkarlarının, toplumun bir bütün olarak işleyişini sağlamaya yeterli olmadıkları örtük olarak belirtilmiştir.

Gündelik hayat, geri beslenmenin toplumsal yeri olarak tanımlanır. Küçümsenen, ancak hayati önemde olan bu yerin iki görünümü vardır: O, artakalan (düşünülebilen ve toplumsal pratikten çıkarılabilen, belirlenmiş ve ayrışmış tüm etkinliklerden artakalan) şeydir; ayrıca, toplumsal bütünün ürünüdür. Bir denge yeridir; aynı zamanda tehdit edici dengesizliklerin ortaya çıktığı bir yerdir. Böyle bir toplumda devrim, insanlar gündelik hayatlarını sürdüremez hale geldiklerinde başlar. İnsanlar gündelik hayatlarını sürdürebildikleri sürece, eski ilişkiler yeniden oluşur" diyor Henri Lefebvre. Devrimci gündelik hayatın ve kendi gündelikliğinin önemli bir sınıf mücadelesi alanı olduğunu unutmamalıdır. Gündelik hayatın egemenler açısından yeniden örgütlenmesi özellikle boş zaman kullanımı söz konusu olduğunda ortaya çıkar. Seçimini yapmış bir devrimcinin, düzenden kopmayı başarabilmesi ya da düzen tarafından yeniden üretilmesi tam da burada gerçekleşir.

Boş zamanın gereksinimler arasına girmesi kapitalizm koşullarında oluyor. Modern kapitalist toplum boş zamanı düzenleyip örgütlerken onu egemenlik ilişkilerini perdeleyen, siyasal dilin şiddetini ve uzlaşmazlığını tekdüzeleştiren bir pozisyon haline getiriyor. Dolayısıyla boş zaman "malların ve egemen kültürün pazarlandığı ve piyasalaştırıldığı" bir alan oluyor. Ve bu haliyle doğrudan ideolojik ve politik bir içerik kazanıyor, genel sınıf mücadelesi sürecinin bir parçası haline geliyor. Lefebvre'in deyimiyle "boş zaman emeğin ödülü, özgür bir faaliyet olmak yerine, genelleştirilmiş gösteriye; televizyona, sinemaya, turizme" dönüşüyor. Boş zamanın eğlence sektörüne eklemlenmiş biçimde düzenlenmesi ve örgütlenmesi, bireyin sorgulamasına ve eleştirmesine olanak tanımıyor. Genel tüketim sürecinin bir parçası olarak düzeni yeniden üretiyor. "Tüketiciler, sadece malların değil, aynı zamanda pazarlama stratejilerinin, hükümet programlarının ve reklamcıların çizdiği mutluluk imajlarının da müşterisidirler. Bireyler metaya kişisel refahın anahtarı olarak bakmaya; bazı durumlarda da bizzat kendilerini meta olarak algılamaya cezbedilmişlerdir". Bu koşullarda bireyin yalnızca bir emek gücü satıcısı olarak değil, gündelik hayata katılışı yoluyla da sermayeye bağımlı olduğunu söylemek gerekiyor. Sermaye daima 'toplumsal bir ilişki' olarak beliriyor. Böylece kapitalist ilişkilerden nasibini almamış hiçbir hayat alanı kalmıyor. Boş zamana ilişkin değerler sonuç olarak daima kapitalizmi üretiyor.

Gündelik hayatın devrimcileştirilmesi yalnızca devrimcinin günlük hayatını değiştirmek olmuyor. Egemen sınıf kültürünün, bilinç biçimlerinin değiştirilmesi, kitleler nezdindeki etkisinin kırılması mücadelesini de içeriyor. Toplumsal hayatın bütün alanlarında sınıfa özgü değerlerin benimsetilmesi yolunda yürütülecek kavgayı da buna eklemek gerekiyor. Sosyalist kültürün yaşayan değerleri bunu olanaklı kılıyor. Devrimci açısından bir kopuşu gerçekleştirmek, her şeyden önce örgütlü mücadeleye katılmayı gerektiriyor. Burjuva yaşam biçimini, burjuva kültürünü reddetmenin amentüsü örgütlü siyasallaşmaktır. Nazım işte bunu yapıyor. Ama aynı zamanda gelenekleri, alışkanlıkları, eski değerleri ve eski ilişkilerini ardında bırakıyor. Duruşuyla da burjuva kültürünün etkinliğini kırma, direnme mevzileri elde etme mücadelesinin bir parçası oluyor. Bu yalnız sanatçının işi değil. Yeni bilinç biçimleri ve yeni direnme alanları gerçekleştirmek, gündelik mücadelenin gereklerinden biri oluyor. İşimiz devrimci faaliyetin bütün alanlarına politika içermek ve bireysel yaşamlarımızı da aynı biçimde politikleştirmektir. Politikleşmenin yolu örgütlü kavgalardan geçiyor.

(…)

Seçim yapmak, geride bırakmaktır. Geride bırakılanların yeri, kolektifle ancak gündeliklik içinde doldurulur. Profesyonel devrimci açısından boş zamanın söz konusu olup olmadığı tartışmalıdır. Çünkü o bütün ömrünü adayandır mücadeleye. Onun iş dışı zamanı donanımlarını yenilediği bir zorunlu zaman olarak görülmelidir. İşte bu zorunlu zaman dilimindeki yapıp etmeleri, kolektifleşmesinin ya da geriye dönük beslenmesinin, düzenle bağlarını güçlendirmesinin kanallarını açabilir pekâlâ. Ama kendisini 'komünist' olarak tanımlayan herkes için geçerlidir bu. Çünkü düzenin kendini ürettiği yer, karşı olanın da yeniyi ürettiği alandır. Kopmak için yenilenmek şarttır. Yenilenme eylem içinde gerçekleşir, günübirlikte gelişir. En temel adımı atanların; yani seçimini yapanların yeniden eskiye dönmek zorunda kalmalarının nedeni gündelik hayat içinde, eskiyle yeni bağlar kurmaları, ideolojik ve pratik olarak kendilerini değiştirip geliştirememeleridir.

Devrimcinin işi gündelik hayatın içinde memnuniyetsizliği örgütlemek, ama kendini de aynı sürecin bir parçası olarak değiştirip dönüştürmek, gündelik hayatın en önemli veçhesi olan boş zaman kullanımının içeriğini değiştirmektir. Böyle yaptığında, seçimi ve iç hesaplaşması bir kopuşa yol açacak, düşleri ütopyasının ufkuna doğru yelken açacaktır. Ve işte o zaman ay ışığıyla yüklü gecelerde; hayatın şiiriyle, şiirin hayatı arasındaki o insafsız bölünme sona erecektir. Kapitalizm, insanı yoksulaştırırken onun duygularını ve düşlerinin ufkunu da yoksullaştırır. Sınırlamalardan kurtulmuş insanın, zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına sıçramış insanın, ufku benzersiz olacaktır. Gündelik hayatı devrimcileştirme kavgası, biraz da yeni insanı yaratma kavgasıdır. Niteliği yükselmiş insanın, insanlık kavgası da yüksek olacaktır ve işte o zaman düşlerimiz olay yaratacaktır.

*Sosyalizm, İnsan, Hayat, Ceylan Yayınları, 2009