18 Nisan 2024 Perşembe

Olcay Çelik yazdı: Burjuvazinin yeni kıdem tazminatı seferi

Kıdem tazminatı işçinin hem ücretinin hem de iş güvencesinin en sağlam sütunlarındandır. İşçinin verimlilik artışına değil, iş ve gelir güvencesine ihtiyacı vardır. Kıdem tazminatında sermaye lehine en ufak düzenlemeye bile izin vermek "zararı minimuma indirmek" değil, kolunu dişliye kaptıran işçinin akıbeti ile karşılaşmak anlamına gelir. Bunu engellemenin tek yolu da masaya oturmak veya düzenlemelerin meclise gelmesini beklemeden, her türden müzakereyi ve iletişimi reddederek karşı-saldırıya geçmek ve üretimi genel grev ile, yaşamı genel direniş ile kilitlemektir. 

Türk burjuvazisi yeni bir "Kıdem tazminatı seferi" düzenlemenin arefesinde. Daha önce de çeşitli kereler gündeme getirilen ancak tepkilerden dolayı rafa kaldırılan gasp planına belli ki bu sefer daha ciddi çalışılmış. Çukur medya borazanları aracılığıyla tanıtılan yeni saldırı şimdi de "Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi" denen Truva atı ile işçi sınıfı saflarına sokulmak isteniyor. Hoş, niyet öylesine açık ki, tahta atın her yerinden mızraklar, kılıçlar gözüküyor.

Saldırı planının detaylarına girmeden önce kıdem tazminatı nedir, işçi için neden bu kadar önemlidir ve sermaye neden takıntılı bir şekilde kıdem tazminatını hedeflemektedir, ona bakalım.

İŞÇİNİN İŞ GÜVENCESİ, PATRONUN EN BÜYÜK DERDİ
Kıdem tazminatı patronun işçiyi atması halinde ona ödemek zorunda olduğu bir tazminattır. Bu tazminatın bir kısmı işçinin brüt ücretinden yapılan kesintiyle, bir kısmı da patron tarafından yapılan ödemeyle birikir. Bir işçi işyerinde kaç sene çalışmışsa, yani kıdemi ne kadar ise, o kadar aylık brüt ücreti işten atılması halinde patrondan tazminat olarak almaya hak kazanır. Yani denebilir ki, kıdem tazminatı çalışan işçinin henüz almadığı 13. maaşıdır.

Elbette kıdem tazminatı sadece bir ücret meselesi değil, aynı zamanda patronun işçiyi "kolayca" işten atmasını önleyen bir iş güvencesidir. Örneğin, 10 sene boyunca çalışmış ve son brüt ücreti 4000 TL (net 3000 TL) olan bir işçiyi işten çıkarmak için ona 40 bin TL ödemesi gereken bir patron, tıpkı belinde silahı olan bir siyahı, Kürdü, mülteciyi vurmak isteyen bir polis gibi, bunu yapmadan evvel iki kere düşünmek zorunda kalacaktır.

Kıdem tazminatı işçi için ne kadar önemli bir kazanımsa, burjuvazi için de bir o kadar önemli bir dert. İşbirlikçi-tekelci sermayenin sınıf örgütleri olan TİSK ve TÜSİAD Türkiye'de işverenin kıdem tazminatı "yükünün" diğer ülkelerden fazla olduğunu ve bunun uluslararası rekabet güçlerini zayıflattığından yakınıyorlar. Teklifleri ise her sene için 1 ay değil, 15 günlük tazminat ödemek, yani kıdem tazminatının yarısını gasp etmek.

Asıl rolü burjuvazinin sınıf egemenliğini sağlamak olan devlet de uzun süredir bu talebi "uygun" bir forma sokmaya çalışıyor. Bu uğurda bulduğu en son çözüm de Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi denen bir yolla kıdem tazminatlarını emeklilik fonuna devretmek. Bakan Berat Albayrak sene başlarında "Kıdem tazminatını bütünleştirici emeklilik sistemi olarak görüyorum. 2020 emeklilik sisteminde ciddi bir reform yapma zamanı. Emeklilik sistemindeki reform ihtiyaçtan öte bir zaruret" diyerek bunun sinyalini vermişti.

EMEKLİLİK FONU ALDATMACASI
Plana göre 1 Ocak 2022'den itibaren işçi işten atıldığı takdirde her yıl için 1 aylık değil, sadece 19 günlük tazminat alabilecek, 11 günlük kısım ise fona devredilecek ve işçi bunu işten atıldığında değil, ancak emekli olduğunda ve belirli koşulları sağladığında alabilecek.
 
Bu 11 günlük kısım patronun ödeyeceği, onun yükümlülüğünde olan kısım. Yani patronlar kıdem tazminatı paylarını işçiye değil, bu fona verecekler, devlet de emeklilikte bu parayı işçiye ödeyecek. Peki, ya patronlar bu paylarını fona yatırmazlarsa? Plana göre bu pay "sigortalanacak". Patronların çoğunluğunun payını ödememesi halinde ise doğal olarak çökecek olan bu sigortanın yükü de elbette ki "zarar" olarak kamuya, yani yine işçi-emekçinin omzuna binecek.

Şüphesiz ki bu sistem aynı zamanda iktidara kriz için kaynak yaratma amacı da güdüyor. Bilindiği üzere işsizlik fonunda biriken 130 milyar TL tahvil alımı mekanizmasıyla kamu bankalarına aktarılmış, kamu bankaları da bu parayı düşük faizli kredi olarak sermayeye dağıtılmıştı. Bahse konu emeklilik fonunda birikecek olan paranın da benzer şekilde kullanılacağı aşikar. Üstelik bu fonun mevcut işsizlik fonunun en az üç katı civarında olacağı tahmin ediliyor.

'VERİMLİLİK' KİME?
Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi işçiye emekliliğinde "ek gelir" imkanı sağlayacağı ve emek piyasalarında verimliliği arttıracağı söylemleriyle propaganda ediliyor. İşçinin bugün alacağı parayı ona 40 yıl sonra ödeme sözü vermenin hiçbir şekilde ek gelir anlamına gelmeyeceği herhalde izahtan varestedir. "Verimlilik artışı" ise çağımızın en sevilen hileli ajitasyonudur. Bir işçinin verimliliği, aldığı ücret ve kazanımlar sabitken eğitim/teknoloji kullanımı sayesinde üretilen metaların artmasıyla yükseltilebileceği gibi, ürettikleri sabitken aldığı ücret ve kazanımların, yani patrona "maliyetinin" azaltılması yoluyla da yükselebilir. Kıdem tazminatının gaspıyla gelecek verimliliğin ikinci yolla olacağı ortadadır.

Aynı verimlilik masalı bu ayın başlarında İstihdam Kalkanı adıyla sunulan saldırı planında da anlatılmıştı. Faşist şef, "Sürecin en önemli göstergelerinden olan kısmi ya da esnek çalışma alanında işgücü piyasamızı daha da verimli hale getirecek düzenlemeleri hayata geçireceğiz 25 yaş altı gençlerin ve 50 yaş üzerinde olanların kolay şekilde istihdam edilmelerini sağlayacağız" diyerek "istihdamı kolaylaştıracaklarını" ilan etmişti. Buradaki "verimlilik", 25 yaş altı ve 50 yaş üstü çalışanların iş güvencesini, yani kıdem tazminatı, yıllık izin, belirsiz süreli sözleşme gibi yükleri sermayenin sırtından atmaktır. Dolayısıyla kolaylaştırılacak olan da istihdam değil, işten atmalar olacaktır. Bundan daha büyük kolaylık ücret köleliğindeki "ücret" zorunluluğunu atıp, düz kölelik getirmektir!

SERMAYE İLE MÜZAKERE MÜMKÜN MÜ?
Salgın, zaten inişli-çıkışlı bir durgunluk içerisinde olan ve yeni bir krize yuvarlanmanın eşiğinde olan kapitalist üretim tarzını sert bir şekilde vurdu. Küresel üretim işbölümündeki rolü uluslararası tekellerin taşeronluğu olan ve salgında küresel ticaretle birlikte ekmek-su gibi ihtiyaç duyduğu yabancı sermaye akımları da iyice kesilen Türkiye kapitalizmi için kârlarını korumanın asıl yolu, emeği çok daha ucuz, esnek ve güvencesiz hale getirecek düzenlemeler oldu. Kısa çalışma, telafi çalışması, ücretsiz izin gibi uygulamalarla salgının faturası işçi ve emekçilere kesildi. Yetmemiş olacak ki, sermaye sınıfı ve onun faşist iktidarı şimdi de kıdem tazminatı gaspını tekrar gündeme getiriyor.

İşçi konfederasyonlarının bu gasp girişimine karşı ilk açıklamaları epey yüksek perdeden oldu. Bu çok değerlidir. Ancak tepkilerin bu düzenlemenin işçi-patron-devlet temsilcilerinden oluşan Üçlü Danışma Kurulu'nda (ÜDK) görüşülmemesi, yani sürecin sendikalardan habersiz yürütülmesi üzerinde yoğunlaşmaması gerekiyor. ÜDK her sene asgari ücret belirlenirken de toplanıyor, ne işe yarıyor?

Üretimin daha çok iç pazarlar için yapılmasının ve sosyalist kampın burjuva devletler için bir tehdit unsuru olmasının bir sonucu olarak sendikaların refah dağıtımında belli bir rol aldığı 1960-70'lerde değil, sermayenin istediği zaman üretimi en ucuz ve esnek işgücü ülkelerine taşıdığı, sınıfın örgütsüzleştirildiği, kamu varlık ve üretiminin talan edildiği emperyalist küreselleşme evresinde yaşıyoruz. Bu evrede burjuvazi ile oturulan her masada emeğin temsilcilerinin her talebi "ülkenin rekabet gücünün zayıflatacağı" gerekçesine, "verimlilik" gerekliliğine ve üretimi başka ülkeye taşıma, üye işçileri işsiz bırakma tehdidine çarpıyor. Bu, bütün dünyada böyle. Türkiye gibi uluslararası tekellerin taşeronluğunu yapan mali-ekonomik sömürgelerde daha da böyle. Burjuvazisinin rekabet edebilmesinin tek yolunun emeği daha da sefilleştirmek olduğu bir ülkede müzakere masaları işçi sınıfı için hezimeti resmileştirmekten başka hiçbir rol oynayamaz, oynamıyor da. 

SENDİKAYI YARATAN GREVDİR
Sermayenin ve onun faşist devletinin bu kadar arsızlaşabilmesinin tek sebebi salgında sayısız hak gaspı karşısında emek örgütlerinden neredeyse hiçbir ses çıkmaması, daha doğrusu sadece ses çıkmasıydı. Anlamlı bir iş bırakmaya, greve gitmemenin gerekçesi "üye sayısının azlığı" olarak konuldu. Bu, atı arabanın arkasına koymaktır. Çünkü sendika grevin değil, grev sendikanın temelidir. Tarihte önce grevler, isyanlar, sabotajlar, iş bırakmalar vardı. Sendikalar bunların kazanımı olarak kuruldu ve sermaye tarafından "zor ile" tanındı. Eğer bugün sendikalar mevcut yapıları ve büyüklükleri itibariyle işlevlerini yerine getiremediklerinden yakınıyorlarsa, yapılması gereken sendika olgusunu var eden maddi temele, yani zora, greve, eyleme dönmektir. Savaşılmadığı takdirde üye sayısının artmasını beklemeyi bırakalım, mevcudu korumak bile hayaldir. Çünkü savaşmayan bir sendika hak arama/koruma/kazanma örgütü olamayacak, işçi kitleleri için bir cazibesi kalmayacaktır. Sendikal örgütlülüğün tüm dünyada gerilemesinin başta gelen sebebi de reformizmden bile geri bir hattı tarifleyen ve nesnel olarak sınıf işbirliği anlamına gelen bu pasifliktir.

Kıdem tazminatı işçinin hem ücretinin hem de iş güvencesinin en sağlam sütunlarındandır. İşçinin verimlilik artışına değil, iş ve gelir güvencesine ihtiyacı vardır. Kıdem tazminatında sermaye lehine en ufak düzenlemeye bile izin vermek "zararı minimuma indirmek" değil, kolunu dişliye kaptıran işçinin akıbeti ile karşılaşmak anlamına gelir. Bunu engellemenin tek yolu da masaya oturmak veya düzenlemelerin meclise gelmesini beklemeden, her türden müzakereyi ve iletişimi reddederek karşı-saldırıya geçmek ve üretimi genel grev ile, yaşamı genel direniş ile kilitlemektir. Bu eylemlilik sadece kıdem tazminatına sahip çıkmayı değil, salgında uygulamaya konulan her türden ucuzlaştırma ve esnekleştirme adımlarının geri çekilmesini, herkese iş ve gelir güvencesini de kapsamalıdır. Bu, hedefi bulanıklaştırmaz, ancak ve ancak bayrağımız altında toplanan kitleyi büyütür.

Tüm bu kararlılığın altın anahtarı da sözde ilerici burjuvaziye ve onun muhalefetteki temsilcilerine değil, doğrudan doğruya sınıfa, sınıfın eylemine güvendedir. "Biz yürürsek sınıf yürür" diyenler yürüyüşüne başlarlarsa işçi sınıfı gereken cevabı elbette ki verecektir. Aksi takdirde sınıfın kendiliğinden ayağa kalktığı bir gerçeklikte yerlerinin işçinin önünde değil, ayaklarının altında olması işten bile olmayacaktır.