20 Aralık 2025 Cumartesi

Sarin Amed yazdı | Hakikatin denetimi ve gazeteciliğin hedef alınması

Rojava'dan Başûr'a, Bakur Kürdistan'dan Türkiye metropollerine kadar katledilen yurtsever, sosyalist ve devrimci gazeteciler; kalemleriyle faşizmin, şovenizmin ve savaş politikalarının karanlık yüzünü açığa çıkardıkları için hedef alınmaktadır. Bu cinayetler münferit değildir; planlı ve süreklilik gösteren bir devlet politikasının ürünüdür. Amaç yalnızca susturmak değil; hafızayı silmek, direnişi görünmez kılmak ve alternatif bir yaşam tahayyülünü boğmaktır.

Tarihi her zaman egemenler yazmak ister; çünkü tarihi kontrol etmek, bugünü ve geleceği kontrol etmenin en etkili yollarından biridir. Egemen güçler ve burjuva devletler, tarih yazımını iktidarlarını meşrulaştıran, suçlarını gizleyen ve direnişi görünmez kılan ideolojik bir araç olarak kullanmıştır. Tarih yalnızca geçmişe dair bir anlatı değil, aynı zamanda bugüne dair bir mücadele alanıdır. Bu nedenle ezilen halklar, sınıflar ve cinsler kendi tarihlerini ve direnişlerini yazmak, kalıcılaştırmak için büyük bir mücadele vermektedir. Ancak bu çaba, her zaman egemenlerin baskısı, engellemeleri ve saldırılarıyla karşı karşıya kalmıştır.

Faşist ve otoriter rejimler, halkın doğru ve gerçek bilgiye ulaşma imkanlarını genişleten teknolojiyi, hakikati bastırmanın; yalanı örgütleyip yaymanın bir aracına dönüştürmüştür. Medya alanı bütünüyle denetim altına alınmış, gerçeklik devlet merkezli anlatılara hapsedilmiş, iktidarın çizdiği sınırların dışına çıkan her söz ve bilgi "tehdit" olarak tanımlanmıştır.

Bu nedenle diktatörlük rejimlerinde halkın neyi bilip neyi bilmeyeceği, ne kadarını öğreneceği önceden belirlenir. İktidarın istemediği hiçbir bilgi dolaşıma girmemelidir; çünkü hakikat açığa çıktığında savaş suçları, işgal politikaları ve sistematik yalanlar da görünür hale gelir. Tam da bu noktada, yalanları ifşa etmek isteyen devrimci, sosyalist ve yurtsever gazeteciler hedef haline gelir. Çünkü ezilen halklardan yana olan devrimci gazetecilik, egemenlerin yazmak istediği tarih ile halkların yaşadığı gerçeklik arasındaki çatlağı görünür kılar.

Faşist Türk devletinin gazetecilere yönelik yürüttüğü sistematik saldırı politikası da bu bağlamdan bağımsız değildir. Gazetecilerin hedef alınması, "basit" bir basın özgürlüğü ihlali değil; tarihin, hafızanın ve hakikatin denetim altına alınmasına yönelik bilinçli ve planlı bir devlet stratejisidir.
Rojava'dan Başûr'a, Bakur Kürdistan'dan Türkiye metropollerine kadar katledilen yurtsever, sosyalist ve devrimci gazeteciler; kalemleriyle faşizmin, şovenizmin ve savaş politikalarının karanlık yüzünü açığa çıkardıkları için hedef alınmaktadır. Bu cinayetler münferit değildir; planlı ve süreklilik gösteren bir devlet politikasının ürünüdür. Amaç yalnızca susturmak değil; hafızayı silmek, direnişi görünmez kılmak ve alternatif bir yaşam tahayyülünü boğmaktır.

TİŞRÎN-QEREQOZAK HATTINDA SAHADAN AKTARILAN HAKİKAT
27 Kasım 2024'de cihadist HTŞ çetesinin Halep'e yürüyüşüyle birlikte, Suriye'de planlanan iktidar değişikliği doğrultusunda savaş yeni bir evreye girdi. Suriye'deki kaos ve savaş ortamını fırsata çeviren işgalci Türk devleti, Efrîn'den zorla göç ettirilmiş ve Şehba'da yaşamlarını sürdüren göçmenlere yönelik kapsamlı bir saldırı başlattı. HTŞ ile birlikte Türk devletine bağlı SMO çeteleri Minbic hattına yöneldi; saldırılar özellikle Tişrîn ve Qereqozak ekseninde yoğunlaştı.

Saldırıların başlamasıyla eş zamanlı olarak yandaş medya ve Türk burjuva medyası devreye sokuldu. Daha çatışmalar sürerken, sahadaki gerçeklikle hiçbir bağı olmayan, "Qereqozak ele geçirildi", "Tişrîn düştü", "direniş kırıldı" şeklindeki yalan haberler dolaşıma sokuldu. Bu yalanların amacı yalnızca kamuoyunu yanıltmak değil; direnişi moral olarak kırmak ve işgali meşrulaştırmaktı. Haberlerin dili ve içeriği, algı yaratarak Türk şovenizmini güçlendirmeyi hedefliyordu. Esas amaç ise Türk devletinin yürüttüğü sınır ötesi askeri operasyonları kamuoyu nezdinde meşrulaştırmaktı.

Ancak bu yalanlar, gazeteciler Cihan Bilgin ve Nazım Daştan'ın sahadan aktardığı bilgiler sayesinde daha ilk anda boşa düşürüldü. Saldırıların başladığı andan itibaren doğrudan olay yerinden Tişrîn ve Qereqozak direnişini halka aktaran bu iki gazeteci, canlı bağlantılar, görüntüler ve anlık tanıklıklarla direnişin sürdüğünü; mevzilerin düşmediğini ve Türk devletinin "ele geçirdik" iddialarının tümüyle yalan olduğunu kamuoyuna ulaştırdı.

Cihan Bilgin ve Nazım Daştan'ın gazeteciliği yalnızca bilgi aktarmak değildi; faşist Türk devletinin yürüttüğü psikolojik savaşın ve algı operasyonlarının doğrudan karşısında konumlanmaktı. Sahadan gelen görüntüler ve tanıklıklar, devletin servis ettiği yalanları teşhir etti.

Bu nedenle faşist Türk devletinin SİHA'larıyla hedef alındılar. Çünkü devlet açısından asıl tehlike, yalnızca direnişin varlığı değil; onun halk nezdinde görünür hale gelmesiydi. Nazım ve Cihan'ın kameraları; savaş suçlarını, sivil hedeflere yönelik saldırıları ve zorla yerinden edilmeleri kayıt altına alıyordu. Tişrîn ve Qereqozak'ta açığa çıkan bu hakikat susturulmak istendi; ancak başarılamadı. Onların kaldığı yerden devam eden onlarca gazeteci vardı. Egîd Roj bunlardan sadece biri.

GAZETECİLERİN KATLEDİLMESİ: SÜREKLİLİK GÖSTEREN BİR DEVLET POLİTİKASI
15 Şubat 2025'te Tişrîn Barajında halkın direnişini takip eden gazeteci ve basın emekçisi Egîd Roj, işgalci Türk devletinin SİHA saldırısı sonucu şehit düştü. Egîd Roj, Tişrîn direnişini sahadan izleyen, halkın iradesini ve direncini kamuoyuna taşıyan gazetecilerden biriydi; bu nedenle doğrudan hedef alındı.

Bu saldırı, Kürt gazetecilere yönelik sürdürülen katliam politikasının yeni bir halkasıydı. Daha önce;
Eylül Nuhilat 2016'da Şehba'da,
Heqî, Rewan ve Şilan 25 Nisan 2017'de Qereçox'a yönelik hava saldırısında,
Welat Tolhildan 2018'de Efrîn çağın direnişinde,
Dilovan Gever 2019'da Serêkaniyê direnişinde,
Necmedîn Sînan 23 Ağustos 2023'de Jin TV bürosuna yönelik SİHA saldırısında,
Gulistan Tara ve Hêro Bahadîn 2023'de Süleymaniye Halepçe yolu üzerinde düzenlenen SİHA saldırısında işgalci Türk devleti tarafından katledilen gazeteci ve basın emekçileri oldu.

Bu cinayetler, faşist Türk devletinin gazetecileri hedef alan politikasının istisna değil; süreklilik arz eden bir devlet pratiği olduğunu göstermektedir. Cihan Bilgin ve Nazım Daştan'ın katledilmesi de tekil bir olay değildir. Bu saldırılar; faşist, şovenist zihniyetin, devlet aklının ve sistematik politikaları sonucudur.

Türkiye'de ve Kürdistan coğrafyasının tamamında sosyalist, yurtsever ve devrimci gazeteciler tarihsel olarak hedef alınmıştır. Apê Musa'dan Uğur Mumcu'ya, Metin Göktepe'den Gurbetelli Ersöz'e ve Hrant Dink'e uzanan bu katliamlar silsilesi, devletin ve milliyetçi-şoven ideolojinin ürettiği süreklilik arz eden bir şiddet politikasının ürünüdür.

Dün kontrgerilla güçleri, bombalı suikastlar ve gözaltı merkezleri devredeydi; bugün SİHA'lar, sınır ötesi operasyonlar ve hedefli infazlar devrededir. Yöntemler değişmiş olabilir, ancak zihniyet ve politika aynıdır. Cihan Bilgin, Nazım Daştan, Egîd Roj, Gulistan Tara, Hêro Bahadîn ve Necmedîn Sînan'ın katledilmesi bu sürekliliğin güncel halkalarıdır.

HAFIZA, MÜCADELE VE DEVAM EDEN DİRENİŞ
Cihan Bilgin ve Nazım Daştan'ın katledilmesiyle verilmek istenen mesaj açıktır: "Görmeyin, yazmayın, anlatmayın." Ancak devrimci gazetecilik geleneği bu mesajı hiçbir zaman kabul etmedi. Aksine her katliam, yeni bir hafıza ve mücadele hattı yarattı.

Katledilen gazetecilerin anılmasına dahi tahammül edemeyen faşist iktidar, bugün onları anan gazetecileri yargılamaktadır. Bu nedenle onları anmak yalnızca bir vicdan meselesi değil; aynı zamanda politik bir sorumluluktur.

Onların yarım bırakıldığı sanılan cümleler bugün başka gazeteciler tarafından tamamlanıyor. Kameraları yerde kalmadı. Sözleri yarım kalmadı. Bu coğrafyada hakikat yazılmaya devam ettiği sürece, faşist devletin katliam politikaları asla amacına ulaşamayacaktır.