21 Kasım 2024 Perşembe

Ruhlar Evi'nden darbeye bakış

"Ölümsüz ölüler" tüm roman boyunca kitabın üzerinde dolanır durur. Bu haliyle "köşedeki o büyük ev" olayların bir mekanı değil, romandaki bir karakterdir. Yazgısı, ülkenin yazgısına bağlıdır. Darbe ile birlikte ölmeye başlar.
Edebiyat, şüphesiz gerçeğin tıpatıp yansıması değildir ancak gerçeği de tamamen yadsımaz. Bu nedenle kurgu, gerçeğin üzerinde yükselir. Alber Camus'dan alıntılarsak; "Nietzsche, 'Hiçbir sanatçı gerçeği çekemez' der. Doğrudur. Ama hiçbir sanatçı gerçekten vazgeçemez de."
 
Isabel Allende'nin "Ruhlar Evi" romanı da gerçek ile kurgu arasında salınır. Latin Amerika edebiyatında "büyülü gerçekçiliğin" Gabriel García Márquez ile birlikte temsilcisi olan İsabel Allende, gerçekçiliğin büyülü dünyasını öyle bir kurar ki, hem ruhlar dünyasında aklınız karışarak ürkerek dolaşır hem de karşınıza dikilen tarihin aynasında kendi geçmiş ve geleceğinizi görürsünüz. Çünkü Latin Amerika'dan Türkiye'ye halkların kaderi ortaktır; darbe ve darbeye karşı mücadele.
 
İsabel Allende, Şili'de ABD destekli darbeye teslim olmayan halkçı lider Salvador Allende'nin yeğenidir. Bu nedenle roman, "yeğen İsabel"in, bir döneme ilişkin doğrudan tanıklığını da içerir. Kitabı, sürgünde olduğu dönemde, ölmek üzere olan dedesine bir mektup şeklinde kaleme alır. Mektubun, gidip görme imkanı olmayan dedesine yetişmeyeceğini bilmesine rağmen yazar ve ortaya "Ruhlar Evi"nin temeli çıkar.
 
Kitaptaki şu ifade, "Ruhlar Evi"nin neden yazıldığını da anlatır: "Bu öyküyü yazmamız gerektiğini düşünen dedem oldu. 'Bu sayede, günün birinde buradan ayrılmak zorunda kalırsan köklerini de beraberinde götürebilirsiniz, kızım' diyordu."
 
Romanın 4 kadın karakteri vardır. Anne Clara, eşyaların yerlerini değiştirmek, gelecekten haber vermek, kayıpları bulmak ve ruhlarla konuşmak gibi doğaüstü yeteneklere sahiptir. Kızı Blanca da, Clara'dan izler taşır. Torun Alba ile Amanda ve Ferula da kitabın ana karakterleridir. Bir bakıma "kadınlar romanı"dır. Çünkü tüm kadınlar güçlü karakterlerdir; erkek karakterlerin nesnesi olarak değil, kendileri olarak vardırlar; her biri cesur ve inatçıdır.
 
Örneğin Alba; darbe günlerinde, hakkında yakalama kararı bulunanlara, evsizlere, yoksullara yardım etmekten kaçınmaz. Arananlara kalacak yer ayarlar, onların kaçmasına yardımcı olur, bir dönem kullanılmasın diye dedesinin deposundan çalarak gömdüğü silahları da zamanı gelince darbeye direnen gerillalara verir. Elbette silahlı direnişçi Miguel'e de aşıktır. Darbeye karşı direnişin ve aşkının bedelini de işkence ve tecavüzle öder. Alba, İsabella Allende'nin hayatından izler taşır. Yazar da darbeden sonra ülkesini terk etmez, iki yıl boyunca çeşitli yardım organizasyonlarında yer alır. İsabella, ailesinden giden son kişidir. Kendi deyimiyle "Artık dayanamayacak hale gelene kadar kalır", sonunda eşi ve çocukları ile birlikte ülkesini terk ederek Venezuela'ya sığınır.
 
Romanın ana karakteri ise Esteban Trueba'dır. Maden ocaklarında altın aramakla başlayan zengin olma hayalini gerçekleştirmiş, çok zengin olmuş, muhafazakar bir liderdir. Tüm hayatı boyunca komünizme karşı mücadele etmiştir. Halkçı rejimin devrilmesi için darbe yapılması gerektiğini ilk dile getiren kişidir. Darbe olduğunda mutluluktan uçmuştur. İyi patron olduğunu, çiftliğinde çalışan köylülere iyi davrandığını söyler durur ancak zalimdir. Darbeden sonra yaptığı ilk iş çiftliğindeki köylülerin kaldığı evlerin hepsini ateşe vermektir. Böylece, devrim günlerinde kooperatif kurarak topraklarını paylaşan ve yöneten köylülerden intikam almıştır. Ancak, tüm öfkesine rağmen hayatın kendisini haklı çıkarmadığını, fena halde yanıldığını ömrünün son yıllarında anlar. İki oğlundan biri, darbeciler tarafından işkence ile öldürülmüştür. Aylarca bunun bir "komünist karalaması" olduğuna, oğlunun bir yerlerde bulunduğuna ve geri döneceğine inanır. Ancak gerçek ortadır. Çok sevdiği torunu Alba, zaten gerillalara yardım etmektedir. Daha da önemlisi, askeri rejim, gelmiş ve bir daha gitmemiştir. Artık "parlamenterliğinin" de bir anlamı kalmamıştır. Bütün ömrünü adadığı değerler kalesi üzerine yıkılmıştır.
 
Ruhlar Evi'nde Alba ile Miguel arasındaki aşktan Trueba'nın "gayri meşru" torunu Albay Garcia ile ilişkisine kadar tüm kişisel ilişkilerin ardından Şili'nin siyasi tarihi vardır. O siyasi tarihte ana figür ise 11 Eylül 1973 tarihinde gerçekleşen Amerikan darbesidir.
 
İşkence, gözaltında ölüm, infaz ile anılan darbeyi en iyi anlatan ise şu cümledir: "Askeri yönetim bir kalem vuruşuyla dünya tarihini değiştirdi, rejimin hoş görmediği kaç olay, ideoloji ve kişi varsa hepsini sildi. Haritaları yeniden düzenlediler, çünkü Kuzeyin tepede, sevgili anavatandan uzaklarda olmasına hiçbir nedence yoktu; aşağıya yerleştirilirse göze daha hoş görünürdü. Yetkililer elleri değmişken uçsuz bucaksız kıyı suları da çizdiler."
 
Askeri yönetim, bugünkü AKP/Saray darbesinin yaptığı gibi kendi tarihini yazmakta, kendi gerçeğini uydurmaktadır, bunun için de her şeyi sansürler; sadece kitaplar değil, şarkı ve film de yasaktır. Hatta askeri emirle bazı kelimeler bile yasaklanır; örneğin companero, yani yoldaş.
 
Ancak, tüm işkence, öldürme, kaybetmeye, yasaya, sansüre, şiddete rağmen direniş çeşitli biçimlerde sürer. Örneğin, "şair"in cenaze töreni bir direniştir: "Sessizlik içinde yürüyorlardı. Birden birisi boğuk bir sesle Şair'in adını çağırdı ve herkes bir ağızdan yanıtladı: 'Burada! Şimdi ve her zaman!' Sanki bir sübap açılmış ve o günlerin olanca acısı, korku ve öfkesi oradakilerin bağırlarından kopup sokağa dökülerek müthiş bir haykırışla kapkara bulutlara yükselmişti. Bir başkası 'Companero Başkan!' diye bağırdı ve hep bir ağızdan yas tutanların vaveylasıyla yanıtladılar: 'Burada! Şimdi ve her zaman!' Şairin cenaze töreni özgürlüğün simgesel törenine dönüşmüştü."
 
Cenaze törenine katılan Trueba, torunu Alba'ya "Komünist olması ne yazıktı" der. Alba'nın yanıtı ise nettir: "Yaşamasını bildiği gibi ölmesini de bildi!" "Ruhlar Evi", yaşamasını bildiği gibi ölmesini de bilenlerin, darbeye karşı direnenlerin kitabıdır aynı zamanda.
 
"Ölümsüz ölüler" tüm roman boyunca kitabın üzerinde dolanır durur. Bu haliyle "köşedeki o büyük ev" olayların bir mekanı değil, romandaki bir karakterdir. Yazgısı, ülkenin yazgısına bağlıdır. Darbe ile birlikte ölmeye başlar.
 
İşkenceli gözaltı ve tutukluluktan sonra Alba evine döner: "Eve pırıl pırıl bir kış sabahında, uyuz bir atın çektiği bir arabayla döndüm. İki yandaki yüzyıllık kestane ağaçları ve soylu konaklarıyla sokağımız böylesi gösterişsiz bir taşıt aracına hiç uymayan bir dekor yaratıyordu, ne var ki araba dedemin evinin önünde durunca pek güzel uyum sağladı. Köşedeki büyük ev anımsadığımdan da eski ve acıklı duruyordu; mimari tuhaflıkları, özentili Fransız stili ve hastalıklı sarmaşıklarla kaplanmış cephesiyle."
 
Ancak, hayatta kalan dede ile torun yeniden eve çeki düzen verirler; darbeye karşı direnenlerin, kaderlerine boyun eğmemesi, hayata kaldıkları yerden başlamaları gibi.
 
İsabel Allende, bir röportajında yazarlar için "iyi hırsızlar gibidir" diyor ve ekliyor: "Gerçek olan bir şeyi, mektuplar gibi, alırlar ve bir büyü numarasıyla onu tümüyle yeni bir başka şeye dönüştürürler.” Edebiyatı ise görünenlerin ötesinde saklı olanları araştırmak için bir çağrı olarak kabul ediyor. "Ruhlar Evi" de, unutmamak ve saklı olanları araştırmak için bir çağrıdır aslında.