21 Kasım 2024 Perşembe

Olcay Çelik yazdı | Yeni vergiler ve sefaletimizin siyasal sınırları

Öncelikle, enflasyonu azdıran şeyin ücret değil, bizzat devasa kâr artışları olduğu gerçeğini gizleyenler ve ücretleri reel olarak eriyenlere yapılan (ve muhtemelen bir-iki aya hükmü bile kalmayacak olan) bir zammı bu büyük vergi soygununa sebep gösteren ya sayı saymayı bilmiyordur ya da hiç dayak yememiştir.

Düşen kâr oranları sebebiyle dünya kapitalizminin yıllardır aşamadığı inişli-çıkışlı durgunluk evresini ucuz üretim yapan, ithalata bağımlı, yüksek dış borçlu bir mali-ekonomik sömürge olarak yaşayan Türkiye kapitalizmi 2019'dan bu yana sınıf savaşında yeni bir safhaya geçmişti.

Küresel üretim hiyerarşisindeki konumunu değiştirip, emperyalizme daha az artı-değer teslim edebilecek bir hale gelmesi kısa (hatta orta ve uzun) vadede mümkün değildi.

Geriye tek yol kalıyordu. Bu yolun ilk şeridi, üretimin daha da ucuzlatılmasıyla, en azından emperyalizm için daha gürbüz bir ucuz emek cehennemi haline gelebilmekten, böylece daralan pastadaki payı korumaktan geçiyordu. İkinci şerit ise iç pazarı ayakta tutmak için yerli burjuvaziye sınırsız kredi dağıtmayı içeriyordu.

Pandemide "ilerici" konfederasyonların desteği ile Türkiye işçi sınıfı yarım maaşa ve nöbetleşe işsizliğe mahkum edilmesi; son 4 senede Kod-29 ve türevleri terörüyle 1 milyona yakın işçinin işten atılması; ihracatçı için TL'nin değersizleşmesinin önünün bilerek alınmaması ve fırlayan enflasyonun hesaplanmasına taklalar attırılarak, reel ücret artışlarının gerçek enflasyonun altında bırakılması bu ilk şeritte geçilen duraklardan bazıları oldu. Yolda ezilenler cephesinden anlamlı bir direnişle karşılaşılmadı.

Kredi cenneti yaratmaya dayalı ikinci şeritte ise kurlar salınıp, faizler düşük tutuldu; bol bol para basıldı; varlıklar satıldı; ödenekler, akçeler yağmalandı; bankalar tehdit altında tutuldu ve Kredi Korumalı Mevduat (KKM) ile faiz vurguncularının dövize kaçışı bir nebze engellendi. Böylece, TL ile mal alıp-satan küçük ve orta burjuvazi bu yolla ayakta tutuldu ve bunların istihdam ettiği ve sınıfın yüzde 75'ini oluşturan işçi-emekçiler bu sayede çok büyük bir işsizleşme dalgasıyla yüzleşmek zorunda kalmadıkları gibi, düşük faizler onların da borçlanma kanallarını açık tuttu.

Bu çift şeritli yol ortalama kâr oranının 4 yılda yüzde 19'dan en az yüzde 24'e çıkmasını ve kâr kütlesinin reel bazda en az yüzde 42 artmasıyla sağlandı. Küresel durgunluğun ulusal burjuvazi için bir krize dönüşmesi böyle önlendi ya da daha doğru bir ifadeyle, kriz böyle ötelendi.

Elbette ki bu öteleme uzay boşluğuna değil, işçi sınıfının üzerine yapıldı. Kâr oranı ve kütlesindeki bu artışlar artı-değer (sömürü) oranının yüzde 136'dan en az yüzde 206'ya çıkmasıyla gerçekleşti.

Bu, faturanın tamamı değildi, şüphesiz. Düşük faizli kredilerin ve kuru doğrudan baskılamanın yükünün önemli bir kısmı seçim sebebiyle bir süreliğine kamuya yüklendi ve bütçe açığı patladı.

Örneğin sadece KKM, bütçeye ve Merkez Bankası'na 200 milyar TL'ye yakın bir yük getirdi. Kredi Garanti Fonu'nda 785 milyar TL'lik bir kefalet hacmi oluştu. Ucuz kredi dağıtan devlet bankaları on milyarlarca dolar görev zararı açıkladı. Elbette bu mutlak yoksullaştırma ve borçlandırma stratejisinin görece pürüzsüz ilerlemesi için Kürt halkına yönelik yükseltilen sömürgeci savaşın emdiği yüz milyarlarca TL'lik kamu kaynağını da bu faturaya eklemek gerekiyor.

İşte, bugün yaşadığımız bu vergi-zam kasırgası, 4 senedir yaşanan devasa artı-değer gaspına ve servet transferine ek olarak, diğer bir deyişle, krizi öteleme faturasının "kalan kısmı" olarak karşımıza çıkıyor. Faşist şef Erdoğan, işçi sınıfına karşı bu savaşta ordusuna başarıyla kumanda ediyor.

Yüzeysel bir bakış, bu zam dalgasının "toplumun genelini" etkilediği izlenimini edinebilir. Örneğin, kurumlar vergisinin yüzde 20'den yüzde 25'e çıkması işçi sınıfının yanında sermayenin de bu yükü yüklendiği zannı doğurabilir. Bu elbette ki böyle değildir.

Öncelikle belirtelim ki, senelik kemiksiz net kârı yüzde 250 artan şirketlere ve yüzde 400 artan bankalara uygulanan verginin sadece 3-5 puan artması sermayenin yükü paylaşması değil, sırtındaki yükü atması anlamına gelir. İkincisi, "vergiden kaçınma" ayrıcalıkları sayesinde şirketlere tahakkuk eden oranlar yüzde 5'i zor geçiyor. Kaldı ki, tahakkuk eden bu kuş kadar verginin yarısına yakını da şirketlerden tahsil edil(e)miyor. Ödenmeyen bu vergiler zaten yandaş – candaş ayrımı olmadan bir süre sonra tek kalemde siliniyor.

Ayrıca sermaye kesiminin vergilendirilmesinde kurumlar vergisi bir ölçüt dahi olamaz. Çok daha büyük bir sorun, ülkede servetin ve faiz gelirlerinin vergilendirilmemesidir. Nüfusun en zengin yüzde 1'in serveti nüfusun yüzde 90'nın toplam servetinin 1.5 katıdır. En zengin 13 kişinin serveti ise toplumun yarısının servetine denktir. Vergide bir adaletten bahsedilecekse önce gelirdeki değil, servetteki bu uçuruma bakmak gerekir. Peki servet vergisi oranı nedir? Yüzde 0.

Bankada 1 milyon TL ve üzeri mevduatı olan milyoner sayısı 1 milyona yakındır. Mevduatın yüzde 70'i bunların elindedir. Bu kişiler mevduatlarına düzenli olarak faiz geliri almaktadırlar. Peki, bu gelirlere uygulanan vergi oranı nedir? Yine yüzde 0.

Bu vergi-zam kasırgasının evini barkını yıktığı kesimler sınıfın en altındaki üyelerdir. Temel gıda ve hijyen ürünlerinde yüzde 8 ve 18'den 20'ye çıkan bu dolaylı vergiden işçi-emekçinin "kaçınabilme" lüksü olmadığı gibi, bu yüzde 2 ve 12'lik farkın giderek eriyen ücretler altında tüketime vuracağı darbe misliyle büyük olur.

Burjuva muhalefet cephesinin ise bu vergi-zam kasırgasıyla özsel herhangi bir derdi bulunmuyor. Hatta akademisyenleri, televole iktisatçıları ve sosyal medya maymunları el ele vererek, emekliye ve memura yapılan ücret zammını bu zamlara ve enflasyon artışına gerekçe gösterebiliyor ya da deprem sonrası imar-iskan faaliyetlerinin bütçeye getireceği "yük"ten bahsederek bu gasbı doğallaştırabiliyorlar.

Yarım ağız servet vergisinden bahseden bu zevata göre esas mesele kamu gelirlerini artırmak değil, kamu harcamalarını kısmakmış.

Öncelikle, enflasyonu azdıran şeyin ücret değil, bizzat devasa kâr artışları olduğu gerçeğini gizleyenler ve ücretleri reel olarak eriyenlere yapılan (ve muhtemelen bir-iki aya hükmü bile kalmayacak olan) bir zammı bu büyük vergi soygununa sebep gösteren ya sayı saymayı bilmiyordur ya da hiç dayak yememiştir.

"Deprem maliyeti" bahsini açmaya ise gerek dahi yok. Toplanan yardımlar bir yana, evini yıktıkları insanlara yeni evlerini zaten parayla satacak olan, acele kamulaştırmayla yeni servet alanları yaratan bu kan emici yarasaların kanadının gölgesini dahi normalleştirenler işçi-emekçinin dostu olamaz.

Bunların faşist şef ile tek kavgası, işçi sınıfından sökülen ve sökülecek olan bu devasa artı-değer kütlesini hangi sermaye blokunun yiyeceğine dairdir. Seçim öncesinde enflasyonun azalması için faizlerin artması gerektiğini, yani mali sermaye oligarşisi faiz gelirinden mahrum kalmasın ve büyük tekeller dolar borcunu çevirebilsin diye milyonların işsiz kalması gerektiğini savunanlar ve şimdi de zammın sebebini yoksuldan ve doğadan bilip, çareyi kamu harcamalarının azaltılmasında, yani kemer sıkma politikasında görenler nasıl işçi-emekçinin dostu olarak görülebilir?

Sözü eğip bükmeye dün de gerek yoktu, bugün de yok. Kriz yükünü yaratan genel olarak kapitalizmin kendi işleyişi ve sınırları, özel olarak da bir mali-ekonomik sömürge olan Türkiye kapitalizminin işleyiş ve sınırlarıdır. Türk burjuvazisi krizi erteleyebilmektedir, zira artıdeğer sömürüsünü doğrudan ve dolaylı olarak gönlünce artırabilmekte, faturayı sınıfa kesebilmektedir. Onun iki bloku ve temsilcileri arasında bu temelde ayrılık yok ise, bizim için çözüm de onların düzeninden, emperyalist efendilerinden ve/ya kendi aralarındaki çelişkilerden gelemez.

Örneğin, bu ülkede hiçbir burjuva parti, hatta hiçbir reformist sol veya radikal demokrat parti vergi adaletsizliğini gideremez, servet vergisi uygulayamaz, hiçbir kurumu bedelsiz kamulaştıramaz. Hiçbiri darphane makinelerini işçi sınıfının mitralyözüne dönüştüremez. ABD'deki demokratlar ve AB'deki "sosyalist" partiler ne yaptılarsa, onlar da aynısını, hatta çok daha fazlasını yapar, yapmak zorundadır: sermayesi dışarı kaçmasın veya darbe yapmasın diye onun yükünü azaltır, işçisinin yükünü artırır.

Devrim zorunludur. Ancak bu kaderci bir zorunluluk değil, yaşamak için nefes almanın, su içmenin zorunlu olması kâbilinden bir zorunluluktur. Yoksa ne nefes, ne de su garantidir. Bu yüzden, kapitalistlerin krizlerini erteleyebilmelerinin matematiksel sınırlarını değil, işçi sınıfını ezebilmelerinin siyasi sınırlarını konuşmaya ihtiyacımız var. Bu sınırı, meşruluğunu hiçbir yasadan değil, sadece kendisinden alacak şekilde işyeri işyeri, sokak sokak çekmeye ihtiyacımız var.