21 Kasım 2024 Perşembe

Olcay Çelik yazdı | Peki biz işçi direnişlerine ne katacağız?

Sosyalistlerle ile işçiler arasındaki öğrenme-öğretme ilişkisi tek yanlı değil, diyalektiktir. Bir momentte devrimciler kitlelerden öğrenir, diğerinde devrimciler kitlelere öğretir. Bugün devrimcilerin işçi direnişlerine ne öğretebileceği sorusuna verilecek cevabımızın ana çizgisi "faşizme karşı siyasal özgürlüğün kazanımı" olduğu müddetçe, verimli, somut bir siyasi hat da önünde sonunda somutlanacaktır.

Sosyalistlerin, sayısı her geçen gün artan ve daha da artacağı görülen işçi direnişlerine katacağı şey ne olabilir, sınıfa nasıl bir siyaset önerebilirler?

Bu soru bazılarımıza anlamsız gelebilir. Zira sosyalistlerin görevinin işçilere ekonomik mücadelelerinde destek olmaktan, bu direnişleri arttırmaya ve birleştirmeye çalışmaktan başka bir şey olacağı pek düşünülmez.

Soru, bazıları için de anlamsız olmaktan öte, açıkça tehlikelidir, zira sosyalistlere "üstenci", "öğretici" bir rol yükler. Oysa yürüyüşü öğretecek olan sosyalistler değil, yolun kendisi değil midir? Dolayısıyla sosyalistler bu siyaset işlerini bırakmalı, işçi sınıfının kendi eyleminin önüne geçmemelidir.

Devrimci mücadele şu ya da bu sebeple gerileyince, ekonomik mücadele ile siyasi mücadele ya da sendikacılık ile devrimcilik arasındaki farkların ideolojik olarak böylesine belirsizleşmeye başlaması şaşırtıcı değildir.

Aslında Lenin de 1900'lerin başında Rusya'da benzer bir durumdan şikayetçidir. Siyasi polise karşı savaşımda ustalaşmış, profesyonel bir parti aygıtı ve işleyiş kuramamış olan ilk devrimcilerin yenilgisinin ardından işçilerin hak ve ekmek mücadelelerini asıl mücadele biçimi olarak gören, siyasi mücadeleyi küçümseyen sapmanın özellikle "Legal yayınlardaki Marksizm kırıntılarıyla tanışıklığı olan aydın gençlik" arasında nasıl hızla yayıldığını anlatır.

Daha da ilginci, tıpkı bugün olduğu gibi, o gün de bu "işçi dostu" eğilimin kendini devrimciliğe tepki olarak inşa ettiğini ve bu kökenini unutturmak için de büyük çaba sarf ettiğini belirtir.

Devrim kitlelerin kendi eyleminin eseri olacaksa, bugün işçi sınıfının ücret, işe iade vb. ekonomik talepler temelinde de olsa, kendi eylemini yükseltmeye başlamasının elbette ki çok büyük önemi vardır. Zira sınıf bilincinin tohumlarını eken bu mücadeleler işçilere çok şey öğretir. Lenin de bu "pedagojik" unsurun zorunluluğunun altını kalınca çizer: "Günlük her faaliyet içinde belli bir pedagojik unsurun var olduğunu tekrarlamalıyız. Bu faaliyeti gözden kaçıran devrimciler zaten devrimci olmaktan çıkar." (Lenin, Kitle İçinde Parti Çalışması)

Ancak bunu diyen Lenin "yolun yürüyüş öğreteceği" tezine de itiraz eder. Kendiliğinden hareketin, ne kadar radikal, ne kadar örgütlü olursa olsun, burjuva ideolojisinin sol sınırını aşamayacağını felsefi, politik ve nihayetinde de pratik olarak gösterir. Ekonomik mücadelenin önemsizleştirilmesine karşı çıksa da, devrimcilerin asıl görevinin işçiler içerisinde siyasi çalışma yürütmek, yani işçileri siyasi sınıf bilince ve mücadeleye sevk etmek olduğunu belirler ve uyarısını bu sefer tersten yapar: "Siyasetin görevlerini pedagojiye indirgeyen bir devrimcinin de devrimci olmaktan çıkacağı da sık sık unutulmaktadır. Bu 'pedagoji'yi özel bir slogan haline getirmeyi, onu 'siyasetin' karşısına koymayı, bunun üzerinde özel bir eğilim yaratmayı ve […] bu slogan altında kitlelere gitmeyi düşünenler, derhal ve kaçınılmaz bir şekilde demagojiye düşerler" (a.g.y)

Elbette ki işçiler arasında siyasi çalışmayı etkili bir biçimde yürütmek için dahi öncelikle onların işe iade, ücret, iş güvenliği, çalışma koşulları vb. taleplerle yürütecekleri mücadelelerin, yani işçi ile işveren arasındaki ilişkinin "içine" girebilmek gerekir. Güven bağı başka nasıl kurulabilir, dövüşmek başka nasıl öğrenilir? Devrimcilerin bugünkü en temel eksiklerinden birinin bu olduğu maalesef yeterince ortadadır. Siyasi çalışma yürütme görevimiz, bu geriliklerimizi meşrulaştıracak bir mazeret olmaktan çıkmalıdır.

Ancak iki yanlış bir doğru etmez. "Pedagojideki" eksiklikler, sosyalistlerin işçi direnişlerine katacağı şeyin ne olduğu sorusunu asla önemsizleştiremez, erteleyemez. Diyalektiğin bir kutbundan diğerine savrulmak bir eleştiri değil, tepkidir. Olumsuzlamanın olumsuzlanması değil, basitçe, olumsuzlamadır.

"Nasıl bir siyaset" sorusunun cevabı ise toplum ve devlet biçiminin, dolayısıyla güncel devrimin niteliklerini ne olarak tespit ettiğinize göre belirlenebilir.

Türkiye'de toplum biçimi kapitalist, devlet biçimi ise faşisttir. Dolayısıyla güncel olan devrim, halkçı demokratik devrimdir. Burjuvazinin bu devrimi yapma ya da onun bir parçası olma yeteneği yoktur. O halde işçi sınıfının öncelikli görevi de faşizmi yıkma yolunda bağımsız siyasi bir sınıf olarak diğer tüm halklara ve halk sınıflarına önderlik etmek, siyasal özgürlüğü kazanmaktır. Siyasal özgürlük, basitçe, tüm halk için söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğünün kazanımıdır.

İyi de, siyasal özgürlüğün işçi direnişleri ile nasıl bir ilgisi olabilir? Dahası, ödenmeyen ücretinin, işine iade edilmenin derdine düşmüş ve "Biz siyaset değil, ekmek kavgasındayız" diye bas bas bağıran, yani tüm meşruiyetlerini siyaset-ötesi olmaktan kuran işçilere bunu nasıl anlatacağız?

İşçi-emekçiler bugün en ağır ekonomik saldırılara karşı savunmasızlar, çünkü sendikal hak ve özgürlüklerden neredeyse tamamen mahrumlar. İşyeri ve işkolu barajları örgütlenme hakkını kadük bırakıyor. Asgari ücreti belirleme veya ona itiraz etme hakları zaten yok. Ücret talebine sıkıştırılmış grev ve eylem hakları da fiilen ortadan kaldırılmış durumda. Tüm engelleri aşıp sendikada örgütlendikleri an işten atılıyorlar. Basit bir işe iade hakkı için bile bazen aylarca savaşmak zorunda kalıyor ancak kazanımı da koruyamıyorlar. Özetle, İşçi hakları açısından dünyanın en kötü 10 ülkesinden birinde yaşıyorlar.

Eğer bu engeller olmasaydı, yani işçiler asgari burjuva demokratik anlamda sendikal hak ve özgürlüklere sahip olsalardı, kıvılcımlar çok daha hızlı yayılabilir, çok daha geniş kesimler mücadeleye katılabilir ve böylece bin bir kavgayla elde edilen tekil kazanımlar da korunabilirdi.

Peki, sendikal hak ve özgürlükler dediğimiz şey tastamam "siyasi özgürlük" tanımının en temel parçalarından biri değil mi? O halde işçilere "ekonomik mücadele yürütebilmek için dahi öncelikle ekonomik mücadele yürütme hakkı için siyasal özgürlük mücadelesi yürütmek zorunda olduklarını" anlatmanın nasıl bir zorluğu olabilir?

İşçilerin gerçek kazanımı ancak ve ancak giderek genişleyen birlikleri olacaksa ve faşizm altında bu birliği sağlamanın yolunun da siyasal özgürlüğün kazanımından geçtiği açıksa, sosyalistlerin işçi direnişlerine katacağı ilk şeyin de onları siyasal özgürlük hedefiyle faşizme karşı ortak bir işçi kavgasında birleştirmek olacağı açık olmalı.

Tekrar belirtelim… Krizi ertelemek için giderek daha fazla yoksul, işsiz, örgütsüz ve güvencesiz bırakılacak olan işçilerin tekil ekonomik mücadelelere katılımı elbette artabilir ve artacaktır da. Bu mücadeleleri örgütleyen herkes çok önemli ve ilerici bir rol oynamaktadır, şüphesiz. Tartışmamız, sosyalistler olarak bu kendiliğindenliğe daha şimdiden nasıl bir devrimci siyaset hattı önereceğimiz üzerinedir, bu mücadelelerin önemsizliği ve/ya terki üzerine değil.

Ekmek mücadelesi, işçi kitlelerin (şimdilik) sandığı ve bugünkü sendikalist öncülerinin de en iyi ihtimalle sessizce onayladıkları gibi siyaset-dışı/ötesi bir mücadele değildir. Böyle havası alınmış bir fanus yoktur. İşçiler ekonomik mücadele yürütürken dahi zaten ideolojik olarak burjuva siyasetinin tam kapsamlı etkisi altındadır. Zira bilincini patrondan ya da en iyi ihtimalle devletten ekonomik hak talebiyle sınırlamıştır. Mesele, bizim de burjuva siyasetinin bu ideolojisine tâbi olup olmayacağımız meselesidir. Bu noktada açıkça koymalıyız ki, işçiyi siyasal özgürlüğü kazanmanın, yani faşizmi yıkıp iktidarı almanın aciliyetine yöneltmeyen hiçbir siyaset devrimci olarak görülemez.

Tabii, önerimiz "devrim lafazanlığına" sıkışıp kalmaktan fazlası olacaksa, bazı somut/yakın talep önerileri de üretmek durumundayız.

Örneğin, mücadeleci sendikalarda örgütlendiği için işten atılmak bugün en yaygın direniş sebeplerinden biridir. O halde, her tekil işe iade direnişi aynı zamanda sendikal örgütlenme özgürlüğünün önündeki tüm yasal ve fiili tüm engellerin kaldırılması, kara listelerin yasaklanması talepleriyle ortak bir bayrak altında da örgütlenebilir.

İşçilerin direnişlerde uğradıkları jandarma/polis saldırısı, bu tekil direnişlerin talepleri askıya alınmadan, tüm işçiler için toplantı-gösteri özgürlüğünü hedefine koyan bir kampanyanın örgütlenme vesilesi haline getirilebilir.

Veya örneğin, tek tek düşük ücrete karşı mücadeleler sürerken, asgari ücretin belirlenmesinde işçilerin doğrudan söz ve veto hakkı olması gündemiyle devasa bir kampanya da örgütlenebilir.

Örnekler elbette çeşitlendirilebilir, detaylandırılabilir, çok daha fazla somutlanabilir. Burada vurgulamak istediğimiz, bu ve benzeri mücadelelerin her birinin hem tekil direnişlerin dayanışmacılığı aşıp ortaklaşması için, hem de işçiler arasında faşizmin teşhiri ve yıkılışının örgütlenmesi için etkili bir zemin hazırlayacağıdır.

Bu noktada belki çok ama çok önemli bir uyarı da bu kampanyaların imza birliği/basın açıklaması seviyesinde kalmaması ve bir-iki eylemi, itişmeyi ve gözaltıyı aşamayan "yetersiz direnişçilik" hastalığından artık sıyrılması gerekliliğidir. Agrobay, Fedaş ve Trendyol işçilerinin ısrarlı, öfkeli ve hak almaya odaklı mücadeleleri bu açıdan yolumuza ışık tutmalı. Hastalıklarımızı aşmamızı sağlayacak olan kilit kavram "cesaret" değil, bu işçilerin her bir beyanında şahit olduğumuz üzere "haklılık bilinci" olmalı.

Faşizme karşı siyasal özgürlük mücadelesinin bir avantajı da, işçi sınıfının kendi öz devrimi olacak olan sosyalist devrime yürümek için ihtiyaç duyduğu demokratik devrim mücadelesinde en güçlü ve önemli müttefiki olan Kürt halkıyla bugüne kadar olduğu gibi eklektik değil, organik bir buluşma imkanı yakalayacak olmasıdır.

Siyasal özgürlük bir bütündür. Ya vardır ya da yoktur. Örneğin, basın ve seçme-seçilme özgürlüğünün olmadığı yerde sendikal özgürlükler de bir işe yaramaz, ya da kendi kaderini tayin hakkının olmadığı yerde propaganda özgürlüğünün de bir anlamı kalmaz. Ayrıca siyasal özgürlük kesimsel de olamaz. Örneğin, işçiye sağlanacak söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğünün Kürt'e, LGBTİ+'ya, mülteciye yasak olması işçinin şovenizmle, homofobiyle, mülteci düşmanlığıyla zehirlenerek burjuvazisinin çıkarlarını kendi çıkarı sanmasına kapı aralar (ve zaten aralamaktadır da). Yani işçi sadece ekonomik çıkarını etkin bir şekilde kazanmak için dahi tüm ezilenlerin siyasi özgürlüğü için mücadele etmek zorundadır.

Demokratik devrim yolunda Kürt halkının sömürgeciliğe karşı destansı mücadelesi ile işçi sınıfının mücadelesini doğrudan ve organik olarak birbirine bağlayacak olan da, işte siyasal özgürlük kavramının bu gerçeğidir. Hatırlanacağı üzere, Gezi, Kobanê Direnişi, HDP'nin inşası ve seçim zaferi gibi bu bağın fragmanı niteliğindeki gelişmeler dahi rejimi sarsmaya yetmişti.

Sosyalistlerle ile işçiler arasındaki öğrenme-öğretme ilişkisi tek yanlı değil, diyalektiktir. Bir momentte devrimciler kitlelerden öğrenilir, diğerinde devrimciler kitlelere öğretir. Bugün devrimcilerin işçi direnişlerine ne öğretebileceği sorusuna verilecek cevabımızın ana çizgisi "faşizme karşı siyasal özgürlüğün kazanımı" olduğu müddetçe, verimli, somut bir siyasi hat da önünde sonunda somutlanacaktır.