24 Kasım 2024 Pazar

M. Ender Öndeş #ETHAİçin yazdı: Biz kimseyi bağırtmıyoruz baba!

Bir savaşta, haberin kaç öznesi olur? En az iki. Ve bu öznelerden birinin söyledikleri ne kadar haberse, ötekinin söyledikleri de o kadar haberdir. Peki, siz, bu öznelerden sadece birinin elinize tutuşturduğu kâğıtları 'haber olarak' verirseniz ne olur?
Babamın en beylik lafıydı, hiç unutmam, askerlik zamanlarından edinilmiş bir tecrübe olmalı: "En önde asla yürüme, hep göz önünde olursun, en arkada olursan da dayak yersin. Ortalardan bir yerden git her zaman." Doğrusu, kötü bir evlat olarak bu öğüdü hiç tutmadım ama özellikle baskı dönemlerindeki insan davranışlarını gördükçe de hep hatırladım.
 
Ortalarda yürümek... Aralara bir yerlere kaynayıp fazla dikkat çekmemek... Böyle paçayı kurtarabilen bir gazetecilik türü de hep oldu ve bir zaman işe yaramıştır mutlaka. Bir ömrü böyle geçiren insanlar da vardır hatta ama artık oraları çoktan geçtik. Şimdilerde, göze batmamak için ne yaparsan yap, birileri seni yakalıyor ve sesleniyor: Hey sen! Ortadaki mavi elbiseli olan! Yeterince coşkuyla alkışlamıyorsun sanki. Bir sorun mu var?
 
Dizüstüne çökmek yetmiyor çünkü; ya dümdüz yatacaksın yere ya da ayakta dimdik duracaksın. Şimdi oralardayız işte.
 
Bu bir gazetecilik şekli de oluyor. Eskiden de vardı. Hep vardı. "Ama patron bize hiç karışmaz ki" diyenlerin ucuz numaralarıydı olup biten. Patron sana karışmaz, niye karışsın ki? Sen zaten karışılması gerekmeyecek bir durumdasın! Gözünü resmi olana, egemen olana dik, yeterli.
 
Eskiden de vardı. Bir türlü unutamam; 90'lardaydı, yeğenimin evindeydim o akşam ve sırtım televizyona dönük yemek yiyordum. "Milli futbolcu Emre bir trafik kazası geçirdi" diye başladı haber ve ben hakikaten üzüntüyle, "Ya genç çocuk bak, ne oldu acaba?" diye geriye döndüm. Haber devam etti sonra ve anladık ki, Emre arabasıyla otoyolda bir adamı ezmiş. Ölüp gitti adamcağız. Emre haklıydı değildi bilmem, trafik uzmanı da değilim. Beni ilgilendiren, haberin başlangıcı: "Milli futbolcu Emre, kaza geçirdi..."
 
Bu işte! Böyle!
 
Misal, bir savaş oluyor değil mi? Bir ülke, şu ya da bu nedenle, başka bir ülkenin toprakları içindeki bir şehri 'tehlikeli' buluyor ve orduyla oraya giriyor. Bir savaşta, haberin kaç öznesi olur? En az iki. Ve bu öznelerden birinin söyledikleri ne kadar haberse, ötekinin söyledikleri de o kadar haberdir. Peki, siz, bu öznelerden sadece birinin elinize tutuşturduğu kâğıtları 'haber olarak' verirseniz ne olur?
 
Uzaklardaki bir sıradağda silahlı bir güç var mesela. Üç beş adam olsa neyse ama değil. Bölgedeki milyonlarca insanı ve siyasal olayları etkileyen büyük bir güç bu... Ayrıca, dört ülkede halen sürmekte olan siyasi ve askeri çatışmaların da bir parçası... Kötü insanlar mıdırlar? Eh, öyledirler zaar. Muhtemelen canavardırlar, tamam, olsun. Ama şimdi siz, bu bölgede siyaset yapan insanlar, başbakanlar, elçiler, gazeteciler, vs. olarak her sabah bilgisayarlarınızın VPN'sini açıp, bu insanların ne dediğini okuyorsunuz. Okuyorsunuz okuyorsunuz, hiç inkâr etmeyin. Başka türlüsü mümkün değil ki. Bölgede olup bitenleri anlamak için okumak zorundasınız. Ama sonra, aynı satırları bir yerde görürseniz, savcılar harekete geçiyor! Yani aslında diyorsunuz ki, "Biz okuruz evet ama bizim sağlam antibiyotiklerimiz var; bağışıklık sistemimiz mükemmel. Oysa halk öyle mi? Maazallah mikrop kapan olursa ne olacak?"
 
Bu işte! Böyle! Memlekete haber lazımsa, onu da biz yaparız! Halkın bilmesi gerekenler ve bilmemesi gerekenler listemiz var, biz oradan size uygun olanları seçeriz! Azı karar fazlası zarar!
 
İş sade böyle makro düzeyde mi? Değil... İstiklal caddesinde bilmemne şirketinin işten attığı işçiler açıklama yapıyor; sen de oturup onlar ne demişse haber haline getiriyorsun. Üç gün sonra tekzip kapına dayanıyor: Söz konusu haberin gazetenizin intermet sitesinden çıkarılmasına. Neden internet sitesi? Çünkü mesele 'Google' meselesi. Herhangi biri Google'a o bilmemne şirketinin adını yazdığında, işten atılmış işçiler haberi tık diye geliyor ve beylerimiz bunu "ticari itibar" açısından sakıncalı buluyor... Atma o zaman işçileri! Ne zorun var adamların ekmeğiyle? Hayıır! O atacak ama sen yazmayacaksın!
 
Ya da mesela bir okulda, üniversitede filan, herifin biri azgın teke gibi önüne gelene sarkıyor, taciz ediyor, vatandaş feryadı figan! Sen oturup yazıyorsun ve tekzip kapında: Okulumuzun itibarı... Öküz sanki benim öküzüm! Bağla o zaman yularını, bana niye haber oluyor senin okulun?
 
TÜİK zaten ayrı bir âlem! Ayda bir "işsizlik hesaplamaları konusunda kendilerine haksızlık yapıldığı" konusunda bir alınganlık yazısı gönderiyor. Bütün dünya diyor ki senin bu hesaplaman yanlış, yok! Bir o biliyor doğruyu bir de Allah!  
 
Komik gelecek şimdi ama iş nerelere kadar gidiyor bakın. Bir ara bir köşe yazımda, bazı holding veliahtlarının kadınlara yaptıklarıyla ilgili 7-8 örnek vermiştim. Münevver Karabulut olayı en kötüsüydü ama daha bir sürü üstü kapatılmış olay da vardı. Tecavüzler, hatta cinayetler... Hiç unutmuyorum, büyük gazetelerden birinin tanınmış magazin yazarı, bizimki gibi lanetli bir gazetenin kapısına kadar gelip benimle görüşmüştü. Yazıda sözü geçen ailelerden birinin aracısı olarak "Abi şu çocuğun adını internet sitesinden çıkarsak" diye rica minnet ediyordu. Yüce 'Google' sen nelere kadirsin! Düşünün, adam mikrop bulaşır diye gazetenin kapısından içeri bile girmiyor ama tecavüz sanığı olan gencin ailesinin ricalarını yarım saat anlatıyor. 
 
Bu işte! Budur! Bunu istiyorlar! Bundan fazlasını da istemiyorlar!
 
En üst düzey devlet ricalinden en alttaki fastfood patronuna kadar hepsinin derdi aynı. Ne yazacağınız onların ilgi alanına girmiyor, ne yazmayacağınızı söylüyorlar size. Bazen rica, bazen tekzip, bazen kelepçe... Gazetecilik, ne kadar yapılıyorsa bu ülkede işte böyle yapılıyor.
 
***
Bizim memlekette, 70'lerde mitingler, cenazeler filan olduğunda babam hiç katılmaz ama mutlaka kenardan sonuna kadar izlerdi. O zamanlar da abim TÖB-DER başkanı, bir başka abim yine bir ilçede siyasetin içinde, hakeza ben de öyle... Bazen üçümüzün de yürüyüş sırasında gruplara slogan attırdığımız anlar olurdu. Rahmetli babam akşam öfkeyle eve gelir anneme bağırırdı: Bu deyyuslar bağırtıyo herkesi! Bunlar bağırmasa kimse bağırmıcek!
 
O gün bugündür, ne babama anlatabildim gerçeği ne de devlete. Vallahi biz bağırtmıyoruz milleti! Millet kendi bağırıyor. Çünkü bağırmak istiyor, bağıracak yere kadar gelip dayanmış millet! Böyle giderse hem, çok pis bağıracak, haberiniz olsun!
 
Ha, biz yazmayalım mı? İyi. Yazmayalım tamam ama bağıranı nasıl susturacaksınız? Malum, bunun iki yolu var. Ya bağıranın ağzını kapatırsınız ya da kendi kulaklarınızı.
 
Üçüncü bir yol var mı? Var. Onu da yakında göreceksiniz.
 
Babam da göreydi iyiydi ama...