4 Aralık 2024 Çarşamba

Koray Can yazdı | Hukuk devleti mi dediniz!

Devleti sınıflar üstü bir olgu olarak ele alanların savundukları "hukuk devleti" burjuva hukuktan başka bir şey değil. Geniş kitleleri burjuva düzenin, kapitalist sistemin esasta çok da kötü olmadığına, sorunun iktidara gelen yöneticilerin yürürlükte olan hukuku bir kenara bırakıp kendi kurallarını topluma dayatmasından kaynaklandığına inandırma çabasından başka bir şey değildir.

"Türkiye'nin polis devleti mi yoksa hukuk devleti mi?" olduğuna dair tartışmalar sıkça yapılmaktadır. Polis devletinin ne anlama geldiği az çok biliniyor. Bu bakımdan tartışmaya değer bir tarafı yok. Lakin "hukuk devleti' kavramı tartışmaya açık bir konu...

"Hukuk devleti" kavramını ilk olarak hukukçu ve Prusya Kraliyet Parlamentosu Milletvekili Otto Baehr tarafından kullanıldığı söylenir. "Hukuk devleti"; "sınırları içerisinde 'kamu erki'nin değişmezlik ve süreklilik temeline dayalı olarak değer ve hukuk düzenine bağlı olduğu bir devlet şekli" olarak tanımlanır. Özellikle bağımsız mahkemelere gidebilme hakkı Baehr'e göre "hukuk devleti"nin olmazsa olmazlarındandır. "Hukuk devleti" konusunda hemfikir olanlar genellikle "hukuk devleti" ile; devletin faaliyetlerinde hukuk kurallarıyla bağlı olması, hukuk önünde eşitlik ve devletin tarafsızlığı, temel hakların güvence altına alınması, devletin denetimini, hâkim ve yargı bağımsızlığını kastettiklerini belirtirler. Peki şu anda dünyada bu ilkelerle hareket eden bir devlet var mı? Yok...

"Hukuk devleti" ile tanımlanan ilkeler kulağa hoş gelse de bugün dünyanın hiçbir yerinde bu ilkelere uyan ya da "hukuk devleti" olarak tanımlanan bir devlet bulamazsınız. Fakat yer yer kendi hukuklarını dahi hiçe saysalar da (Türkiye vb. faşist ülkelerde olduğu gibi) her devletin bir hukuku olduğunu ve bu hukuk sistemiyle devletlerin ülkeleri yönettiğini biliyoruz. Faşist diktatörlükle yönetilen ülkelerin de bir hukuk sistemi olduğunu ve bu hukukla yönettikleri bilinmektedir. Nazi Almanya'sında da Türkiye'de de bu böyledir. Türkiye'nin hala 12 Eylül faşist askeri darbe anayasasıyla yönetildiği biliniyor. Fakat buna rağmen faşist şef Erdoğan'da dahil olmak üzere devleti yöneten egemen sınıf temsilcileri Türkiye'nin bir "hukuk devleti" olduğunu dillerinden düşürmezler.

"Hukuk devleti" ile devletlerin hukukunun olması ve bu hukuk kurallarıyla yönetilmesi gerektiğini söylemek aynı şey değildir. "Hukuk devleti" yukarıda ifade edilen biçimiyle tanımlandığına göre bu tanım üzerinden esasen konuyu irdelemek gerekir.

Feodal toplumun bağrında kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla birlikte ortaya çıkan burjuvazinin, kendi pazarına ve ticari ilişkilere egemen olma arzusu sonucu kendi siyasal iktidarı altında modern bir merkezi birlik oluşturmak amacıyla feodal gericiliğe karşı giriştiği mücadele sürecinde, ulus-devlet ve ulus olgusunun düşünsel temelleri de yaratılmış oldu. Bu nedenle burjuva demokratik devrimlerin ana temaları, somut bir pazar birliği temelinde yeni bir topluluğun oluşumu şeklinde biçimlendi ve siyasal hedef olarak belirginleşti. Burjuvazi, feodal beylere karşı yürütmüş olduğu iktidar mücadelesinde başarı sağlaması için feodalizmin yoğun baskısı altında olan geniş köylü yığınlarının desteğini alması gerekiyordu.Feodal beylerin ellerinde olan toprakların köylülüğe dağıtılmasının yanında burjuvazinin en önemli argümanlarından biri de eşit yurttaşlık hakkıydı. Yeni oluşturulacak ulus devlette tüm yurttaşların eşit haklara sahip olacağı belirtiliyordu. Burjuva devrimlerin olduğu ülkelerde burjuvazi, kendi iktidarını kurdu. Ama aynı zamanda alaşağı ettiği feodal sınıfın despotizmini, feodal sınıf ve kilisenin elindeki toprak mülkiyetine son vererek, köylüleri "özgürlüğe" ve toprağa kavuşturdu. Fakat yeni oluşturulan burjuva ulus devlet düzeninde de hukuk karşısında herkesin eşit olduğu bir devlet yapısı söz konusu olmadı. Özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla toplumun sınıflara ayrışmasıyla başlayan eşitsizlik burjuva ulus devletlerde de çözüme kavuşturulamadı/ kavuşturulamazdı da. Ne devlet tarafsız olabildi ne de hukuk karşısında herkes eşit olabildi. Ne mahkemeler bağımsız ne de hâkim ve yargı bağımsızlığını koruyabildi. Yani anlaşılacağı üzere "hukuk devleti" bir hayal olmanın ötesine geçemedi. Peki tanımlandığı biçimiyle bir hukuk devleti mümkün müydü/mümkün müdür? Buna cevap olarak tek kelimeyle "hayır" diyebiliriz. Peki neden?

"Devlet bir egemenlik organıdır." "Marx'a göre" der Lenin, "Devlet bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesinin organıdır; sınıfların çatışmasına gem vurmak suretiyle bu baskıyı yasa mertebesine yükseltip pekiştiren bir 'düzen'in yaratılmasıdır."

Devlet denilen oluşum sınıflar üstü bir oluşum olmadığı gibi egemen sınıfın diktatoryasıdır. Bu burjuva devlet içinde böyledir, proletaryanın devleti için de böyledir. Aynı şey köleci ve feodal devletler için de böyleydi. Egemen olan sınıfın, her türlü çıkarını diğer sınıf ve katmanlara dayatmasını ve onlar karşısında çıkarlarını güvence altında tutmasını sağlayan belirleyici bir iktidar mekanizması olan devletin buna uygun bir hukuk ve işleyişe sahip olması kaçınılmazdır. Böyle bir hukuk karşısında herkesin eşit olma durumu söz konusu olamaz. Ayrıca her devlet bir ideolojiye dayanır. Sınıflar üstü bir devlet olamayacağı gibi ideolojisiz bir devlet de yoktur. İdeoloji dediğimiz ise; üretim ilişkileri tarafından koşullanan, belli sınıf çıkarlarını dile getiren ve insanın düşüncesini, duygularını ve eylemlerini etkileyen, kendi doğrultusunda görüşler ve değer yargıları yaratmaya ve davranış normları oluşturmaya yönelik toplumsal-politik, felsefi, dinsel, sanatsal hukuksal, ahlaksal vb. fikirler sistemidir. Görüldüğü gibi hukuk denilen şeyin kendisi de ideolojiden/ideolojilerden bağımsız değildir ve her zaman sınıfsal bir karakter taşır. Üstyapının bir parçası olan hukuk, yazılı veya sözlü olarak toplumda uyulması güçle sağlanan kurallar bütünüdür. Her sosyo-ekonomik kuruluşun/yapının kendine özgü bir hukuk tipi vardır. İçeriği bakımından da toplumun üretim ilişkilerinden ve en başta da mülkiyet ilişkilerince belirlenir. Demek ki esas tartışılması gereken "Nasıl bir sosyo-ekonomik yapı içerisinde yaşamak istersiniz?" sorusudur. Bugün dünyada belirli farklılıklar içerse de esasen egemen olan kapitalizmin ve burjuvazinin hukukudur. Bu hukukun da hiç adil ve eşitlikçi olmadığını biliyoruz. Liberallerin yere göğe sığdıramadıkları emperyalist ABD'de bir beyazın bir siyahi ile eşit haklara ve hukuka sahip olmadığını biliyoruz. Tıpkı Türk halkıyla Kürt halkının eşit haklara ve hukuka sahip olmadığı gibi, işçi ve emekçilerin sermaye sınıfıyla, kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmadığını bildiğimiz gibi...

Meselenin özü şu; ezilenlerin hukukundan mı yoksa ezenlerin hukukundan mı yanasın? Bir diğer ifadeyle burjuva hukuktan mı yoksa sosyalist hukuktan mı yanasın? Tartışılması gereken doğru soru budur. Devleti sınıflar üstü bir olgu olarak ele alanların savundukları "hukuk devleti" burjuva hukuktan başka bir şey değil. Geniş kitleleri burjuva düzenin, kapitalist sistemin esasta çok da kötü olmadığına, sorunun iktidara gelen yöneticilerin yürürlükte olan hukuku bir kenara bırakıp kendi kurallarını topluma dayatmasından kaynaklandığına inandırma çabasından başka bir şey değildir. Tıpkı sağ ve sol liberal yazar çizerlerin, örgüt ve partilerin faşist şefin 'hukuk devleti'nin gereğini yerine getirmediğini iddia ettikleri gibi... Oysa faşist şef ezenlerin adalet anlayışına ve hukukuna sıkı sıkıya bağlı biri. Zamanında Türk sermaye oligarşisinin en önde gelenlerinden Rahmi Koç'un, Churchill'in, "En iyi idare tarzı diktatörlüktür. Akıllı diktatörlüktür" söylemine atıfta bulunması boşuna değildir. Faşist şef Erdoğan'ı ne kadar akıllı bulduklarını bilmiyoruz lakin Erdoğan ve çetesinden, faşist diktatörlükten yana sermaye oligarşisinin ciddi bir rahatsızlık hissettiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Kürtlerin helikopterlerden atılarak katledilmesinden, işkencenin karakollardan, kışlalardan sokaklara taşırılmasından, Kürt halkının seçilmişlerin vekilliklerinin düşürülmesinden, hapsedilmesinden, belediyelere atanan kayyımlardan, zindana atılan binlerce devrimci, sosyalist, ilerici aydın ve yazarlardan, kadın katliamlarından, faşist şefin yayılmacı işgalci politikalarından dolayı sermaye sınıfının ciddi bir rahatsızlık duyduğunu mu düşünüyorsunuz? Tam tersine yapılanları saltanatlarının bekası için gerekli görüyorlar ve bunlara hayati bir önem veriyorlar.12 Eylül 1980'de gerçekleşen faşist askeri darbeyi alkışlayan, darbecilere her türlü desteği sunan, darbe sonrası "Artık gülme sırası bizde" diyenlerde bu aşağılık burjuva temsilcilerinden başkası değildi. Hitler'i yaratan da Almanya burjuvazisiydi. Alman burjuvazisi de Hitler'in yaptıklarından bir rahatsızlık duymadı. "Hukuk devleti"nden söz edenlere sormak gerekir: Karakollar, hapishaneler, mahkemeler, kışlalar, istihbarat servisleri, kontrgerilla aygıtları niye var? Burjuva devlette bunlar, egemen sınıf tarafından anayasa ve yasalarla hukukileştirildiğini sosyalizmin sağında, liberallerin solunda duranlar da iyi biliyor. Ayrıca şunu da çok iyi biliyorlar ki; burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde bile sınıf karşıtlıklarının keskinleştiği anlarda devletin çıplak bir burjuva diktatörlüğü olduğunu sergilemekten geri durmaz. O demokrasinin beşiği dedikleri, hayranlık duydukları ülkelerde de gerçek durum budur.

Tekrar pahasına bir kez daha vurgulamakta yarar var. Kapitalizm eşitsizliklerin dünyasıdır. Adaletsizlik kapitalizmin mayasında var. Adalet ve eşitlik kapitalizmin doğasına aykırı. Kapitalizmi temellerinden dinamitlemeden, onu yerle bir etmeden, özel mülkiyeti ortadan kaldırmadan, cins çelişkilerini yok etmeden, adaleti, eşitliği sağlayamazsınız.

Ezilen halklardan, kadınlardan, işçilerden yana gerçek adalet, eşitlik ve özgürlüğün olduğu gün kapitalizmin de tarihin çöplüğüne atılmış olduğu gün olacaktır.