KADIN
Kadın özerkliği için mücadeleye
Tüm Hindistan İlerici Kadınlar Birliği (AIPWA) sekreteri ve Hindistan Komünist Partisi ? Marksist Leninist (CPI-ML) Politbüro üyesi Kavita Krishnan, Junge Welt gazetesine verdiği demeçte mücadele deneyimlerini anlattı.
Tüm Hindistan İlerici Kadınlar Birliği (AIPWA) sekreteri olarak bize örgütünüzün faaliyetlerini tanıtabilir misiniz?
Ülkemizde 1970 ve 80'lerden itibaren aynı hedeflere sahip ve ideolojik olarak birbirlerine yakın diyebileceğimiz bölgesel ve ulusal örgütler ortaya çıkmaya başladı. Bu örgütler 1994 yılında AIPWA'yı kurdu. Biz Marksist Leninist toplum anlayışına sahip bir birliğiz. İşçi sınıfı kadınlarını güçlendirmek ana eksenimizi oluşturuyor ancak aynı zamanda üniversiteli kadınlara yönelik de çalışma yürütüyoruz. AIPWA olarak Hindistan toplumunun farklı kesimlerine ulaşabiliyoruz. Bu zamana kadar özellikle topraksız tarım işçisi kadınların ve çoğunluğu ezilen kastlara mensup kent temizlik işçisi kadınların mücadelelerinde kazanımlar elde ettik. Ekonomik anlamda önemli mücadeleler veriyoruz. 80'li yıllarda Hindu dili konuşulan bölgelerde kast sistemine dayalı toplumsal çelişkileri hedef aldık ve kalıcı bir değişim sağlama adına mücadele ettik. Orada toprak ağaları ile topraksız kiracılar arasında kurulan feodal ilişkilerin artık sessiz bir biçimde kabul görmemesini sağladık. Bu toprak sahipleri, tarımla uğraşan aileleri haklarından yoksun bırakıyorlardı. Özellikle de ailelerin siyasal örgütlenmeleri yasaktı. Ancak ekonomik baskıların yanı sıra, toprak ağalarının cinsel saldırılarına da maruz kalan emekçi kadınlar yine de üstelik bizim birliğimiz altında, örgütlenmelerini sürdürdüler. Ve bizler de onlarla birlikte ücretler ve toprak için mücadele ettik.
AIPWA cinsel şiddete karşı da sesini yükselten bir örgüt. Aralık 2012'de yüz binlerce kişi cinsel şiddete karşı ayağa kalkmış ve eylemleri dünya çapında ilgi görmüştü. Bu bağlamda o zamandan bugüne neler değişti?
Bu ayaklanma hareketi, Jyoti Singh Pandey'in vahşi bir biçimde toplu tecavüze uğrayarak katledilmesine karşı bir cevap olarak ortaya çıktı. Pandey 23 yaşındaydı ve ilk yardım sağlıkçısı olarak eğitim görüyordu. Bu hareket Hindistan hukuk sisteminde bir çok değişime yol açtı. Ancak en önemli değişim, hukuksal olarak tecavüz tanımında değil, "kadınların artık kendi özgürlüklerinin korunmasını talep etmeleri" düzleminde gerçekleşti. Kadınlar, tecavüz vakalarının bahane edilip özgürlüklerinin ve hareket alanlarının kısıtlanmasına karşı çıktılar. Tecavüz gerçeği, kadınların yaşamlarının kısıtlanmasına yol açıyor, mesela üniversite yurt yönetimleri veya aileler bu anlamda baskı yapıyorlar. Kadınlar, "o saatte falanca yerde gezilir mi?" veya "ailenin sözünü dinleseydin böyle olmazdı" gibi söylemlerle karşı karşıya kalıyorlar. Ancak gün geçtikçe daha fazla kadın, buna benzer yargılar üzerinden kendi özerkliklerinin kısıtlanmasına karşı çıkıyor. AIPWA, bu meselenin kamuoyunda tartışılması adına büyük çaba sarf etti. Ayrıca toplumda hala yok sayılan ev içi şiddet meselesini de gündeme taşıdık. Bununla birlikte, Hindistan'da kadının genel rolü üzerine geniş ölçekte bir tartışma başlattık, zira öncesinde tartışmaların merkezinde hep erkek suçluların aldıkları ağır cezalar durmaktaydı. 2013 itibariyle sadece tecavüz değil, aynı zamanda cinsel taciz de yargılama kapsamına girdi.
Feministler hala bu yasanın bazı bölümlerini protesto ediyor...
Evet. Çünkü yasanın bir paragrafında, yanlış ifade verme durumda kadınların yargılanacağı geçiyor. Bu paragraf bir çok kadını dava açmaktan alıkoyuyor, çünkü tacizi ispatlamak pek çok durumda oldukça zor oluyor. Bundan dolayı bu paragrafın kaldırılması için mücadele ediyoruz.
2012'den sonra başka hangi yasal değişikliklerin gerçekleşmesini istediniz?
Mesela tecavüz tanımı; tecavüz tanımlamasında yalnızca penisin kriter olarak alınmasına karşıyız, zira kadının istemediği başka herhangi bir şeyin vajinaya penetrasyonu da tecavüzdür. Bunun yanı sıra, rıza anlayışında da değişikliğin olmasını istedik ve bu yönde kazanım elde ettik. Artık yalnızca kadınların özel olarak pozitif bir söylemde bulunması rıza kapsamında değerlendiriliyor. Tecavüz tanımlaması da bizim isteklerimiz doğrultusunda değişti. Aynı zamanda stalking ve asit saldırıları da ceza kapsamına girmiş oldu.
Ancak diğer yandan kadın hareketinin istemediği düzenlemeler de oldu, mesela belli koşullar altında uygulanan idam cezası böyledir. Veya cinsel ilişkinin ceza kapsamında değerlendirilmesi için belirlenen yaş sınırı 16'dan 18'e çıkarıldı. Kadın örgütleri bu gibi baskıların tehlikeli sonuçlara yol açacağını vurguladılar. Gençlerin cinsel aktiviteleri aile içinde zaten yadırganan bir durumken şimdi bu, karşılıklı rızaya dayalı bir cinsellik olsa da artık onlara karşı hukuksal olarak da uygulanabilir bir baskı biçimine dönüşmüş oldu. Bu değişiklik, özellikle farklı kast ve dinlere mensup olanlar arasındaki ilişkilerde de kullanılabilir ve ailelerin aşk ilişkilerini kriminalize etmeleri için bir araç haline gelebilir.
Bizler ayrıca, yasada öngörüldüğü üzere, evlilik içi tecavüzlerin de cezalandırılması için veya ordu mensuplarının tecavüz ve cinayet vakalarındaki dokunulmazlıkları gibi her çeşit özel hukuk biçiminin kaldırılması için de mücadele ediyoruz.
Birliğiniz yasal değişikliklerin yanı sıra toplumsal koşulları değiştirmeyi de amaçlıyor. Kadının kendi kaderini tayin hakkı bakımından bu nasıl karşılık buluyor?
Birliğimizde, kadın hareketinin legalist yönelimlerine karşı güçlü bir eleştiri var. AIPWA olarak kadınların er ya da geç, mağdurun suçlanmasını meşrulaştıran ve kadınların kendi kaderini tayin hakkını yok sayan bir yasal sistemle karşı karşıya kalacaklarını vurguluyoruz. Yani yasalar gerçek anlamda kadınların hayatını etkileyen bir yerde duruyor. Ancak bizler sadece daha iyi hukuki koşulları veya basit yasal değişiklikleri istemiyoruz. Burjuva hukukuna dair bir yanılsama içerisinde değiliz ve yasal düzenlemelerin kadınların hayatında büyük dönüşümler yaratmayacağının da bilincindeyiz. Ancak yine de yasaların ne kadar kadın düşmanı olduğunu göstermek gerekiyor. Ve bazen de daha kötü yasaların çıkmasının önüne geçilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Bu, mücadelelerimizin stratejik olduğunu gösteriyor. Bu anlamda mesela tecavüzcülere yönelik idam cezalarına da karşı çıkıyoruz, çünkü bu, mağdurların yararına yönelik bir anlam ifade etmiyor ve egemen bilinç olan erkek egemenliğinin kadının üzerine nüfuz etme hakkını da değiştirmiş olmuyor.
Kadın özerkliği bizim için sınıf mücadelesinin temel bir unsurudur. Zor bir durumda olduğumuzu söyleyebiliriz; devlet uzun yıllardır Hindistan'ı hindu-faşist bir ulusa dönüştürmeyi hedefleyen hindu-ulusalcı faşist parti tarafından yönetiliyor. Hükümet partisinin temsilcileri, hem ideolojik olarak hem de somut pratikte kadına yönelik şiddete dahil oluyorlar. Son yıllarda kadın hareketinin elde ettiği bir çok kazanım onlar tarafından yok edildi. Kadınların özerkliğine, hareket alanlarına ve cinselliklerine yönelik hindu-ulusalcı grupların örgütlü saldırılarının arttığını görüyoruz. Bu saldırıları, 'aşk cihadı'na dönük kampanya olarak adlandırıyorlar. Bu kavramla Müslüman ve Müslüman olmayanlar arasındaki ilişkiler hedef alınıyor. Örneğin, genç Müslümanların, Müslüman nüfusunu arttırmak için hindu-kadınlarını İslama ikna etmeye çalıştıkları söyleniyor. Bu safi propagandadan ibarettir. Mesela Hindu ağalar, nüfus dairelerinden aldıkları bilgilerle Müslümanlarla evli Hindu kadınlarının peşine düşüyor ve sonrasında polisi ve yerel hakimleri de dahil ederek Hindu kadınlarını, eşleri tarafından tecavüze uğradıkları ve zorla evlendirildikleri yönünde beyanda bulunmaya zorluyor, karşı çıkanları da dövüyorlar. İstedikleri şey bu evliliklerin azalması. Hem Müslümanlara hem de kadının özgürce sevgili tercih etmesine yönelik bu tarz islamofobik ve milliyetçi şiddet son yıllarda oldukça arttı.
Kendinizi Marksit Feminist olarak tanımlıyorsunuz. Bu sizin için ne anlama geliyor?
Öyle tanımlıyorum, çünkü kendini Marksist olarak tanımlaman, tahlillerinin ve mücadelenin otomatik olarak ve daima erkek egemenliğe yöneleceği anlamına ne yazık ki gelmiyor. Benim marksizm anlayışım, ayrıca bu partimin de tutumudur, onun zaten feminist olduğu yönündedir. Aslında bunu kanıtlamak için marksizmin başkaca sıfatlara ihtiyacı yoktur. Bize yön veren marksist teori ve pratiktir. Bu tabi ki de erkek egemenliğine karşı mücadele hakkında bilmemiz gereken her şeyin Marx ve Engels'te bulunduğu anlamına gelmiyor. Fakat onlar bize bir hat gösteriyor ve destek sunuyorlar. Marksizmin ve Leninizmin analitik ve örgütsel araçlarını uygulamak için komünist hareket olarak sınıf mücadelesinin çok yönlü biçimlerini anlamak ve anlamlandırmak gerekiyor. Ne yazık ki güney doğu Asya komünist hareket içerisinde cins sorununa dair çok güçlü bir muhafazakarlık mevcut ve bu durum sadece erkek yoldaşlar için değil kadın yoldaşlar için de geçerli. Örneğin ailenin marksist eleştirisinden ziyade muhafazakar-erkek egemen argumanlar oldukça yaygınlık gösterir; "kapitalizm aileyi yıkmak istiyor, oysa aile huzurun ve güvenliğin ortamıdır" gibi. Evet, kapitalizm aile bağlarını yıkıyor ancak diğer yandan toplumsal yeniden üretim yapıları olarak ona ihtiyaç duyuyor. AIPWA olarak egemen aile konseptine yönelik temel bir eleştirimiz var. Ve ayrıca komünist hareket içerisinde hala kuvvetli olan homofobiye de karşı çıkıyoruz. Bizler, Rusya'da 1917'den sonra bile ortaya çıkmış olan homofobiye karşı, Sovyetlerin kadın eşitliği mücadelesi temelindeki erkek egemen karşıtı kazanımlarını dayanak alıyoruz. Unutmayalım ki o dönem toplumda ötekileştirenler için gerçek devrimci değişim ve dönüşümler yaşanmıştı.
Bu bağlamda hem partimde hem de komünist hareketin toplamında değişimi görebiliyorum. Örneğin son 10 yılda homofobiye karşı programatik değişikler gerçekleştirdik ve bu da kendi örgütümüzün yanı sıra LGBTQI hareketinin mücadeleleri sonucu elde edildi. Yani diyebilirim ki, umut vardır!
Hindistan'da cinsiyet ve kast aidiyetine bağlı ekonomik sömürü ve zulüm hangi biçimlerde birbirine eklemleniyor?
Bunu bir örnekle iyi bir şekilde anlatabiliriz. Son yıllarda toprak mücadeleleri oldukça sık yaşanmaya başladı. Punjab kentindeki emekçi kadınların mücadelesi buna örnektir. Punjablı kadınlar, aslında devletin kendileri için garanti verdiği bir alanda ev inşa etmek istediler ancak bunun için toprağı işgal etmek durumunda kaldılar. Marx-200 Kongresi'nde toplumsal yeniden üretiminin rolü başlıklı tartışmalarda bazı sol kesimler, Punjab kadınlarının mücadelesini ekonomik değil sosyal bir mücadele olarak tanımladılar, yani bir sınıf mücadelesi olarak değil. Böyle olmasının sebebi, bu kadınların bir çoğunun Dalit kastına veya diğer ezilen kesimlere dahil olmasıdır. Bundan dolayı onların mücadeleleri sınıf mücadelesinin dışında görülüyor, fakat bu yanlış bir değerlendirmedir.
Marksist tanımlamaya göre emek gücünü satmakta özgür olan işçi, kötü ücret koşularında iş değiştirme olanağına da sahiptir. Fakat Hindistan tarım işçileri söz konusu olduğunda, bir çoğunun barındıkları evlerin arazisi bir toprak sahibine ait olduğu için bu aslında görünür olmayan bir kölelik anlamına geliyor. Dolayısıyla toprak mücadelesi, bu köleliği ortadan kaldırmak adına kadınlar açısından oldukça hayati bir yerde duruyor. Çünkü onlar için kendi topraklarının üzerinde ev inşa etmek, kendi hayat koşullarında radikal bir değişimin sağlanması anlamına geliyor. Böylece haklarına yönelik saldırılara daha az açık olmuş oluyorlar ve toplumsal yeniden üretimleri, yani gündelik yaşamlarında bir dönüşüm sağlanmış oluyor. Bunlar önemli ilerlemelerdir ve bu anlamda kadınlar açısından ekonomik sömürü ve toplumsal baskı arasında bir ayrım koymamak gerekir. İşçilere dönük yaptırımlar cinsiyet, ulus ve kasta göre değişiyor. Ancak hepsi birbirine bağlıdır ve bütünsel olarak değerlendirilmesi gerekir. Sınıf mücadelesi, sömürü ve ezilmişliğe karşıdır; hepsi birdir.
*Kavita Krishnan'ın Alman Junge Welt gazetesine verdiği demeç, Ivana Benario tarafından ETHA için kısaltılarak çevrildi.