16 Nisan 2024 Salı

Heimebane, Ada Hegerberg, Football Leaks...Demirören?

Mikkelsen, erkek futbol liginin ilk kadın teknik direktörü olarak daima kendini ispatlamak zorunda bırakılıyor. Sahadaki başarısından öte onun duruşu, oyuncularıyla ilişkilenişi, kişiliği, seçimleri herkes tarafından sorgulanıyor. Kadınlar için tanıdık bir durum olsa gerek.
"Aptal kutusu" televizyonlar vardı bir zamanlar. Bir zamanlar dediğime bakmayın hâlâ var ama internetin yayılmasıyla tahtınu mobil cihazlara bırakıyor. Akıllı telefon ve laptop/tabletin birer kitlesel tüketim aracına dönüşmesiyle daha önce televizyona özgü koşullara göre şekillenen "eğlence" sektörü de bu cihazlara uygun bazı değişimler geçirdi. İzlemenin kişiselleşmesini ve her an her yerde mümkün olmasını sağlayan bu teknolojik gelişmeyle kapitalizmin yabancılaştırdığı yalnızlaşmış bireyler, televizyonun sağladığı çekirdek aile bir aradalığından bile mahrum hâle geldiler. Dizi başında geçen saatlerde daha da yalnızlaşırken insanlar, gerçeğinden çok daha büyük heyecanlar yaşatan bu alternatif dünya üzerine konuşarak yeni bir paylaşılabilir yalnızlık üretiyorlar. Tabi bunlar interneti daha yaygın kullanan toplumun genç kesimleri için daha çok geçerlidir ve Türkiye'de toplumun tamamına dair bu yeni mecradan bir okuma yapmaya el vermez henüz ama yeni "aptal kutumuz" bizi dünyaya bağlayan yegâne kaynak olma yolunda ilerliyor. Bu bahiste lafı çok uzatmayacağım zira anlatmak istediğime beni tam da bu dizilerden biri götürdüğü için konuyu buradan açtım.
 
Bu yazıda kadın kahramanı olan bir futbol dizisinden girip en az dizi kadar heyecan verici gerçek bir kadın futbolcunun başına gelenlerden çıkacağım, kadın futbolundan başlayıp Football Leaks'e geçip meşhur Ziraat Bankası kurtarma hamlesiyle bitireceğim. Karışık ama bir arada olan konular bütünü olarak okuyun lütfen. Futbolu izlemeyi, oynamayı, ona bir şekilde dahil olmayı sevenlerdenseniz, zaten bu daldan dala atlamalara, 'yahu laf lafı açıyor işte' gözüyle bakabilirsiniz. Yok öyle değil de 'Futbol mu, bu lümpen sporunu, bu kitlelerin afyonunu mu seveceğim, hele de Türkiye'deki ırkçı, milliyetçi, erkek futbolu mu takip edeceğim' diyorsanız da çok diyecek bir şeyim yok. 'Sevmek bazen de nedensiz sevmektir' diye tüm romantik futbolseverlerin içine düştükleri çelişkili varoluşu vurgulayım. Futbolu elbette toplumsal gerçeklikten kopuk ele alamayız, ondaki sorunlara göz yumamayız. Yaşamın her alanında ne mücadele yürütülüyorsa burada da o, ama burada mücadele eden çok az, hiç de görünemiyorlar sorun belki de orada ki onların başında da kadınlar geliyor. Hikâye de burada başlıyor, konumuza dönelim.
 
HEİMEBANE
 
John Carew'i hatırlar mısınız? Hani şu Beşiktaş'ta da futbol oynamış dev santraforu? Peki Carew'i en son nerede izlediniz? Beşiktaş'tan ayrıldıktan sonra kariyerine Lyon, Aston Villa, Stoke City ve West Ham United'da devam eden Norveçli futbolcu 2013'te futbolculuk kariyerini noktaladı. O zamandan bu yana onu izlemediyseniz, futbolu bıraktıktan sonra oyunculuğa adım atarak iki uzun metraj filmde rol alan Carew'i yeşil sahalarda bir kez daha görmek için bir şansınız var. Ülkesinde 2018 yapımı Heimebane (Home Ground) dizisinde yıldız bir veteran futbolcu-antrenör Michael Ellingsen olarak dizi oyunculuğunda da adeta kendini oynuyor Carew. Heimebane dizisine duyacağınız ilgi ise sadece John Carew'i bir de dizi oyuncusu olarak görmekten ibaret kalmayacak.
 
Bu dizi kadınların yaşamın her alanında olduğu gibi futbolda da nasıl önyargılarla, cinsiyetçi tutumlarla mücadele ettiğini sade bir dille anlatan özgün bir yapım. Son yıllarda kadın özgürlük mücadelesini, ana akım kültür-sanat dünyasına ve oradan da tekrar sokaklara taşıyan bir araç, özneleşme süreci olarak beliren #MeToo hareketinin ilham alındığı bir hikâyeyi de içinde barındırıyor. Dizide Norveçli oyuncu Ane Dahl Torp, teknik direktör Helena Mikkelsen karakterini canlandırıyor. Mikkelsen, bir kadın futbol takımı çalıştırırken Norveç'in en üst erkek futbolu ligi Eliteserien'e yeni çıkmış Varg IL takımının başına geçiyor. Takımın başına geçişinden yönetime kendini kabul ettirmesine, takımda saygı görme mücadelesinden tribünlerle ilişkisine kadar kadın olmanın zorluklarıyla başa çıkmaya çalışıyor. Varg IL kulübü tamamen hayal ürünü bir takım olsa da dizi Norveç'in batısındaki Ulsteinvik'te bir kasabada geçiyor. Norveç televizyonu NRK'de yayınlanan diziye mâlum ortamlarda ulaşabileceğinizi tahmin etmişsinizdir.
 
Mikkelsen, erkek futbol liginin ilk kadın teknik direktörü olarak daima kendini ispatlamak zorunda bırakılıyor. Sahadaki başarısından öte onun duruşu, oyuncularıyla ilişkilenişi, kişiliği, seçimleri herkes tarafından sorgulanıyor. Kadınlar için tanıdık bir durum olsa gerek. Ama karşınızda bunlarla baş etmesini bilen bir karakter var. Takıma yaptığı tek transfer Adrian bir sene önce yıldız adayı olarak parlayıp Hollanda'nın en büyük takımlarından Ajax'ta sadece 1 maça çıkıp geri dönmüş, özgüveni kırılmış bir genç futbolcu. Adrian'ın Ajax'taki başarısızlığı ise babasının üzerinde kurduğu baskının yanı sıra sahip olduğu obsesif kompulsif bozukluktan kaynaklanıyor. Henüz liseye giden kızıyla iyi bir arkadaşlık ilişkisi geliştirmiş Helena Hocamız, Adrian'ı da zamanla takıma kazanmayı ve onu ligin yıldızı yapmayı başarıyor. Adrian'ın kendini bilerek sakatlayacak derecede baskı hissettiği süreci işine odaklanarak aşıyor Mikkelsen. Ligin ara transfer döneminde duygularıyla aklı arasında kalırken yine takımın başarısını ön plana koyarak takımdaki en sevilen oyuncusunu göndermekten geri durmuyor.
 
Bunlar çok klişe geldiyse veya gerçekçi görünmediyse size Almanya 5. Ligi'nde, Aşağı Saksonya'ya eyalet liginde mücadele eden BV Cloppenburg'u çalıştıran Imke Wübbenhorst'un maruz kadlığı Heimabane'ye konu olacak kadar saçma, seksist yaklaşımlara, sorulara bir bakın. Bakın bir örnek, muhabirin sorusuşu: "Soyunma odasına girdiğinizde oyuncularınız giyinik mi olmalı." Imke Hocamız da dizideki Helena karakteri kadar cesur ve akıllı bir cevap veriyor: "Hayır, takım oyuncularını penis boylarına göre seçmiyorum".
 
Futbolu sevenler için biraz daha cazip kılmalı belki de diziyi. Biraz teknik detaylara girelim.
 
Takımın lige yeni çıkmış güçsüz kadrosu nedeniyle defansif 4-5-1 dizilişiyle oynayan Helena Mikkelsen, futbolda elindeki malzemeye göre takım yapan teknik direktörler ekolünden. Dizide futbolseverlere heyecan verecek kadar maç görüntüsü var. Bu anlarda gördüğümüz Mikkelsen hocamızın bu taktiği, Mauricio Pochettinho'nun iki sezon önce Tottenham'da oynadığı ve bu sezon da zaman zaman kullandığı 3-5-2 ile Guardiola'nın Barcelona'daki son döneminde ve şimdi Mancester City'de zaman zaman kullandığı 3-4-3 arasında geçiş yapmaya müsait aslında. Yine iki sezon önce İngiltere'de şampiyon olan Chelsea'nin Antonio Conte ile oynadığı 3-6-1'de ona ilham olmuş olabilir, zira Conte de takımını defansta tutmayı ve kontra atağa çıkmayı seven bir hocaydı. Tabi ki bu futbolun en üst düzey liglerinden örnekler bir anlam ifade etse de dizide de sık sık vurgulandığı üzere Mikkelsen'in futboldaki esas besin kaynağı Norveç futbolunun tarihindeki başarılar, örnekler. Genelde uzun boylu ağır defanslar ve teknik kapasitesi kısıtlı hücumcular yetiştiren ülke futbolunda uzun toplara dayalı klasik 4-4-2'nin hükmü uzun süre sürmüştü. Elbette dizide bu taktiksel konular çok az yer tutuyor ve karakterler arasındaki gerilimlerde zaman zaman gündeme geliyor; ancak yine de bir takımın soyunma odasında ilişkiler nasıl yürüyor anlayabiliyoruz.
 
Heimebane futbol içindeki sponsor kültürünün ürettiği kirli ilişkileri, taraftarların aidiyet-kimlik algısını en sade haliyle anlatırken bir grup oyuncunun takım olması için gereken insanî saflığı da öne çıkarıyor. Takımdaşlık ve iyi insan olma çabasını gördükten sonra diziden mutlu son beklentisi o kadar yakıcı olmuyor. Bir kadın kahramanın öne çıktığı bir spor yapımı çok nadirdir. Dizi, çok da politik doğrucu veya didaktik bir tarza bürünmeden kadınların bu alanlardaki varoluş mücadelesini iyi bir kurguyla vermeyi başarıyor.
 
Bu arada dizideki başrol Ane Dahl Torp, dizideki karakterin sevilmeyeceği nedeniyle senaryonun baştan yazılmasını kabul etmemiş ve kadın karakterin birilerinin hoşuna gidip gitmemesi üzerinden değerlendirilemeyeceğini söyleyerek değişiklikleri oynamayı reddetmiş ve sonunda karakterin dizideki sert mizacını kendi istediği gibi korumayı başarmış.
 
ADA HEGERBERG
 
Dizi belki de ülkede futbol oynayan binlerce genç kadının öykülerinden esinlenmiştir. Norveç, kadın futbolunun erkek futboluna yakın düzeyde takip edildiği, sevildiği nadir ülkelerden birisi. Ulusal takımı 1995'te Kadınlar Dünya Kupası'nı kazanmış ve her turnuvada favoriler arasında yer alsa da son yıllarda eski gücünde değil. Öte yandan bireysel yetenekler yetiştirmeye ise devam ediyor. 1995 doğumlu Ada Hegerberg de bunlardan birisi. Fransa'da Lyon takımında forma giyen kadın futbolunun son yıllardaki en büyük yeteneklerinden birisi ve bu yıl Dünya'da Yılın Oyuncusu Ödülü'nü kazanarak erkek futbolcuların önünde bunu başaran ilk kadın futbolcu oldu. Kariyerinin en önemli günlerinden birisini geçirdiği ödül töreninde ise belki de o anın önüne geçen berbat bir tavırla karşı karşıya kaldı. Program sunucularından DJ Martin Solveig, ödülü kutlamak için "twerk" yapmayı biliyor musun diye sordu kadın futbolcuya. Ödülü elinde bir anda yüzü düşen genç kadın hayır cevabını vererek sahneden indi.
 
Sunucu törenden sonra özür diledi, Hegerberg konunun üzerinde durmadı ve ödülün gururunu yaşamak istediğini söyledi, konu twitter'da uzun uzun tartışıldı ve utanç verici bir an olarak tarihte yerini aldı. Ancak işin zirve noktasında bile yaşanan bu tipik örnek kadınların maruz kaldığı anlayışın henüz yıkılmaktan uzak olduğunu gösteriyor. Hegerberg de yeni nesilin cins bilinci yüksek üyelerinden ve bu anlayışa karşı da kendince tavrını koyuyor. Daha ödül töreni rezaletini yaşamadan 2017 Kadınlar Avrupa Şampiyonası'ndan sonra ülkesindeki genç kızların erkeklerle aynı şansa sahip olmadığını söyleyerek ülke milli takımını bırakma kararını açıklamıştı. Röportajlarında sık sık kadınların futbol içinde daha görünür olması gerektiği konusunda ve kadınlara yönelik ayrımcı davranışlara karşı konuşan Hegerberg, bu protestosuyla Haziran 2019'da Fransa'da gerçekleşecek Kadınlar Dünya Kupası'na katılmama kararı da almış oldu ve cins kimliğini kariyerinin önüne koymayı bildi.
 
Daha geçen ay Afganistan kadın milli takımı oyuncularının 6 federasyon yöneticisinin sistematik cinsel tacizine uğradığı futbolcuların uluslararası basına seslerini yükseltmeleri üzerine açığa çıkmıştı. 2010'da tarihinde ilk kez milli takım olarak sahaya çıkmış Afgan kadınlar, ülkelerinde spor yapan kadınların aşağılandığını ve bunun bir sonucu olarak federasyondaki yöneticilerin buna cüret ettiklerini söylüyorlar. Yine 2017'de Danimarka kadın futbol milli takımı oyuncuları da Avrupa Şampiyonası sırasında ve sonrasında erkek futbolcularla aynı prim ve kontrat maddeleri talep ederek bir süre antremanlara çıkmamış ve bir nevi kadın grevi gerçekleştirmişlerdi. Bu direnişleri de kazanımla sonuçlanmıştı. Kadınların oyuncu olarak maruz kaldıkları cinsiyetçi tavır yönetici katında ise çok daha belirgin. Futbolda kadın yönetici sayısı tüm ülkelerde ve uluslararası federasyonlarda parmakla sayılır düzeyde. Şu an FIFA'da 13 kişilik reform komitesinde bile sadece 3 kadın yer alıyor, 36 kişilik FIFA konseyinde ise sadece 6 kadın var. Keza Avrupa'nın en üst liglerinde kadın hakemlerin sayısı da bir elin parmaklarını geçmiyor. En ünlü kadın hakemlerden Bibiana Steinhaus ise hakemlikte öncü konumunda.
 
Erkekliğin arşa erdiği bu toplumsal alan sistemin kendini en iyi yeniden ürettiği sektör aynı zamanda. Ekonomik büyüklüğünün yanı sıra tıpkı ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerde olduğu gibi bir sömürü düzeni üzerinden gelişen üst düzey futbolun (yani futbolun ülkelerdeki en üst ligleri) bu yapısı çok az sorgulanır. Kapitalist futbol sistemi kendini meşrulaştırmayı belki de başka tüm alanlardan daha başarılı bir şekilde gerçekleştirir. Taraftarlık-kimlik-aidiyet getiren futbol, insanların yaşamının bir parçası olur. Kadınların bu kadar az sorgulanan bir alanda erkeklikle mücadeleleri çok büyük bir uğraş gerektirecektir. Kadın futbolunun kapitalist futbol sistemi içindeki yeri burada irdelenemeyecek kadar uzun ve derin bir konu; ancak biz kapitalist futbol sisteminin kendisinin ülkemizdeki son hâline dair bir iki kelam edebiliriz.
 
FOOTBALL LEAKS
 
Son yıllarda kapitalizmin çürümüş iç yüzü çeşitli belgelerin ortaya saçılmasıyla ilk elden ortaya konulmuştu. Kapitalistlerin sistemin krizi içinde kendi burjuva yasallıklarına dâhi uyma gereği duymadan adeta bir ilksel birikim misali küplerini doldurmanın peşine düştüklerine her yerde tanık olmuştuk. 2006'da WikiLeaks ile başlayan dijital belge sızıntı skandallarını Türkiye'de de 17-25 Aralık'ta, Panama Papers, Man Adaları ve Paradise Papers belgelerinde gördük. Football Leaks de bu sızıntı haberciliği çalışmalarından birine verilen ad. 2015 yılında Portekizli John'un 70 milyon belgeyi internete sızdırmasıyla ve sonra da Alman basın kuruluşu Der Spiegel'e tüm belgeleri teslim etmesiyle patlak vermiş bir skandal. Skandal belgelerin incelenmesi ve Türkçe'ye çevrilmesi için The Black Sea adlı medya platformu (theblacksea.eu) çalışmalara dahil olmuş ve 2016 yılından itibaren ünlü futbolcuların, yöneticilerin milyonlarca dolarlık vergi kaçakçılığı işlemleri ortaya çıkmıştı. Cristiano Ronaldo bu belgeler sonucu açığa çıkan İspanya'daki vergi kaçakçılığından hapise girmemek için 18 milyon Euro ceza öderken belgeler üzerinde çalışanlar belgelerin sahte olmadığından emin olduklarını söylüyorlar. (Detaylar için Bianet'te çıkan habere okuyabilirsiniz.)
 
Belgelerde şu an Türkiye Futbol Federasyonu başkanı olan Yıldırım Demirören'in Beşiktaş başkanı olduğu dönemde menajer Ahmet Bulut ve Jorge Mendes üzerinden yaptığı transferlerde kulübü 63 milyon Euro borca soktuğu, bu işlemlerde off-shore şirketlerin kullanıldığı da açığa çıktı. 6 Aralık'ta çıkan belgede ise federasyonun lisanssız menajerlere yapılan ödemelerden haberdar olduğu belgelendi.
 
Bunları herhangi bir ana akım medya kuruluşunda gördünüz mü? Göremezsiniz, üstü örtülmüştür, en basitinden pisliğin içindeki aktörlerden Demirören'in aynı zamanda ana akım medyanın büyük çoğunluğunu kontrol ediyor oluşu buna sebeptir. Türkiye'de futbol kültürü hiçbir zaman sağlam temellere oturmamıştı, her zaman devletin manipülasyonlarına açık bir alandı; ancak bu kadar büyük bir yozlaşma ve tribünler için taşıdığı anlam bakımından içinin boşaldığı bir dönem yaşanmamıştı. Futbol kadar toplumsal bir olgunun politikadan kopuk olması beklenemez elbet ama onun bu kadar doğrudan etki alanında olduğu bir dönem de yine olmamıştı.
 
Çöküş ve çürüme içinde bir toplumsal yaşamda bunlar beklenebilir, anlaşılabilir. Peki bu çürümeden kendine internet mecralarında bir "alternatif" yaratan yeni futbol medyasında dahi gündem olmamasına ne demeli? Mesela çok popüler "düşünen spor dergisi" Socrates dergisi bu konuyu neden ele almadı? Veya diğer meşhur futbol dergileri? Muhalif kimlikleri öne çıkan eldeki birkaç futbol yazarı neden bir kez bile gündeme getirmedi? (Evrensel'den Mithat Fabian Sözmen'in yazıları dışında özgür medyada bile yer almadı) Herkesin ekmek yediği yerin devamlılığı uğruna pisliğe gözünü kapaması, 'aman bana bir şey olmasın' tavrına girdiği görülüyor.
 
Bu yeni mecralarda Avrupa futbolunu takip edip Türk futbolundan uzak durma hali ve bunu da kalite eksikliğiyle açıklamak en yaygın tavır. Kalite eksikliği açık, ancak futbolseverler, futbolu sadece uzaktan izleyen değil onun parçası olan, kulüp taraftarı olan, sahaya çıkıp oynayan, sosyal ilişkilerinde bir yere koyan insanlar çoğunlukla. Bu uzak duruşta mücadeleden kaçma ve biraz da toplumsal gerçekliğe gözünü kapatma hâli var. Her alanda olduğu gibi sporda da, özel olarak futbolda da yaşam alanı daralıyor; ancak futbolun pastası o kadar büyük ki ve internetin yaygınlaşmasıyla o kadar hızlı büyümeye devam ediyor ki bu pislik içinde dahi dar alanda gözü kapalı yaşamak mümkün olabiliyor.
 
DEMİRÖREN VE 'KURTARILAN' FUTBOL KULÜPLERİ
 
Geçtiğimiz günlerde Sayıştaş raporlarının açıklanması sonrası ilginç bir gündem vardı. Sayıştay raporları adeta bir Football Leaks kaynağıydı. Tek işi park eden araçlardan para toplamak olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı İSPARK şirketinin binlerce lira zarar ettiği açığa çıkmıştı ve bu çokça yerde tartışılmıştı. Konunun devamını takip etmeyenler belki bunun nasıl olduğunu kaçırmışlardır. Bu ve bunun gibi İstanbul'daki pek çok kamu şirketinin kaynakları Başakşehir Futbol Kulübü'ne sponsorluk geliri olarak aktarılıyor, zarar da böyle oluşuyor. 2014 yılında, Gezi'de öne çıkan taraftar gruplarının tutuklama terörü ve 6224 Sporda Şiddet Yasası ve Passolig ile tasfiye edilmesinin hemen ardından İstanbul Büyükşehir Belediye Spor'un hakkını devretmesiyle ligde yerinin alan yeni kurulmuş Başakşehir FK, 1930'lardaki Güneşspor gibi tipik bir diktatörlük projesiydi. Tıpkı Güneşspor'un 1937-38'de şampiyonluğa ulaşması gibi bu sene de Başakşehir bunu başarabilir mi futbolun iç yasalarına bağlı olarak değişebilir; ancak faşist şef Erdoğan'ın bu başarıdan öte onun politik getirisiyle ilgilendiğinden emin olabiliriz. (Tam da Sayıştay raporuyla aynı günlerde BBC Türkçe servisinden Çağıl Kasapoğlu Başakşehir tribün grubu lideriyle bir video-röportaj gerçekleştirdi. Futbolda siyasetin yalın bir örneği için bakınız.)
 
Bu politik getirinin farkında olan faşist şef yaklaşan yerel seçimler öncesi mali-ekonomik krizin toplumsal etkilerini azaltmak için mali krizi derinleştirecek hamleler atmaktan çekinmiyor. Ziraat Bankası'nın futbol kulüplerinin banka borçlarını üstlenerek yapılandırma kararı da bunun bir örneği.
 
80 sonrası dönemde kapitalist dönüşüme giren futbol, bir yandan piyasalaşırken 90'larda kulüplere getirilen kamu yararına dernek statüsüyle de vergi affı, tesis-arazi sübvansiyonu, yayın gelirleri aracılığyla devlet kaynaklarını açıktan kullanabiliyordu. Tamamen kapitalistleşen futbol piyasasında devletin bu mali eli hiç eksilmedi. Futbolun toplumsal etkisi bu maliyeti karşılamayı göze alacak kadar büyüktü zira.
 
Türkiye'nin ekonomisi gibi borca dayalı bir ekonomik model uygulayan ve bu borcun temini ve kendi politik-ekonomik kariyerleri gereği yöneticileriyle tamamen AKP kontrolüne girmiş büyük kulüpler, mevcut krizle birlikte devleti bir kez daha yardıma çağırdılar. Erdoğan diktatörlüğü, Başakşehir aracılığıyla sağladığı "Yeni Türkiye'nin" futboldaki yüzünü bu kriz döneminde kulüpleri doğrudan kendi hizmetine sürerek daha büyük bir fırsata çevirecektir bu kurtarma planıyla. Demirören ve Ziraat Bankası başkanı, A Spor özel yayınında, yani hiçbir gazeteciden soru almadan, kamu kaynaklarını nasıl batmış kulüpleri kurtarmak için harcayacaklarını açıkladılar canlı yayında. Gerçekten vergi affı ve ücretsiz arazi tahsisi yaşanmıştı ama cebimizdeki parayla kulüp kurtarmamıştık hiç! Ne diyelim, batsın bu futbol düzeni, batsın bu kulüpler. Halkın futbolunu kazanmak için belki de Türkiye'de de kadınların ön açıcılığına ihtiyacımız vardır, zira futbolda kapitalizmin krizi neyse erkeklerin varlığı da o.