26 Nisan 2024 Cuma

Erkek egemen çarka çomak sokmak

Katledilen kadınların çok büyük oranı en yakınları tarafından öldürülüyor. Sistemin 'öncelikli kurtarılacak' tabelası yapıştırdığı 'aile'nin erkek bireyleri tarafından öldürülüyor. Mülksüzleştirilerek biat altına sokulan kadınlar, kendilerini mülk sahibi görenlerce yok ediliyor. Bu tablo içinde, kadınlara tek yol kalıyor. Kadını mülksüzleştiren ve erkeğin mülkü haline getiren mülkiyet düzenini ortadan kaldırmaktır. Sınıfsal, toplumsal devrimsel dönüşüme aynı zamanda kadın devriminin eşlik etmesidir.

25 Kasım, kadınlara yönelik devlet ve erkek şiddetinin görünür kılındığı ve mücadele çağrısının dillendirildiği, kadın özgürlük mücadelesinin önemli bir tarihsel günü oldu. Dünyanın dört bir yanında, kadına yönelik şiddetin tüm boyutları bu tarihi günde tekrar hatırlanır, mücadele vurgusu yapılır.

25 Kasım elbette ki bir simge, tarihsel bir sembol. Ancak kadına yönelik şiddetin dünya çapında yaygınlığı ve derinleşmesi, emperyalist küreselleşmenin ulaştığı boyutla doğrudan ilişkili. Ekonomik, siyasi, toplumsal ve kültürel alandaki yansımasıyla uzlaşmaz çelişkinin derinliğine işaret ediyor.

Toplumsal alanın bütününde erkeklerin uyguladığı şiddet, kapitalizmin küreselleşme boyutlarıyla paralel yayılıyor ve derinleşiyor. Kapitalizmin küresel çaptaki gelişmişliği, sadece sınıf çelişkisini, yöneten-yönetilen çelişkisini değil aynı zamanda erkek ile kadın arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi daha fazla görünür kılıyor ve çatışmanın da sertleşmesini beraberinde getiriyor.

"Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir" der, Engels.

İlk ortaya çıkış sınıfsal, yani ekonomik toplumsal maddi gerçekliğe içkinse, erkek şiddeti sadece konjonktürel veya yerel olarak görülemez. Daha çok şiddetle karakterize ettiğimiz erkeklik, en çıplak göründüğü kapitalizmle yapısal bir uyum halindedir. Erkeklik, sınıflı toplum içinde vücut bulmuş, sınıflı toplumun kök hücresidir. Bu anlamıyla kapitalizmin varoluşsal krizi, aynı zamanda erkek egemenliğinin de varoluşsal krizidir. Cins olarak erkeklerin, toplumsallaşmış erkeğe dönüşümünde bu kalıtımsal sürecin oksijenini sağlayan özel mülkiyet düzenin ta kendisidir.
Erkek şiddet olgusu, bu nedenle siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültüreldir. Verili koşullar içinde ortaya çıkan ve bu verili koşullarda oluşturduğu genetik kodlamayı, tarihsel süreçle birlikte kültürel kalıtımla yeni nesillere aktarılmasıdır. İktidarı elinde tutanların, egemenliğin değişmez olduğu ideolojik saldırısı, özel mülkiyet düzenini olduğu kadar aynı zamanda erkek cinsinin egemenliğinin değişmeyeceği algısını da kalıcılaştırır.

Ne var ki bu durum sürdürülebilir olamaz. Kapitalizmin, emperyalist küreselleşme niteliğine bürünmesi, varoluşsal kriz öğelerinin daha fazla olgunlaşmasından başka anlama gelmez. Toplumsal üretimin bu yaygınlık düzeyine bağlı olarak paylaşımın tek elde toplanması, sistemin kendi ömrünü kısaltması gibi, kadınların hem toplumsal üretime hem de yönetimine katılması, birey kadını kolektif cins bilinciyle buluşmasına hizmet eder ve bu niteliksel değişim, erkek egemenliğinin yönetme iradesini kıran bir olgu olarak kendini gösterir. Erkek egemenliğine ise daha fazla şiddet uygulamak başka bir çare görünmez.

Katledilen kadınların çok büyük oranı en yakınları tarafından öldürülüyor. Sistemin 'öncelikli kurtarılacak' tabelası yapıştırdığı 'aile'nin erkek bireyleri tarafından öldürülüyor. Mülksüzleştirilerek biat altına sokulan kadınlar, kendilerini mülk sahibi görenlerce yok ediliyor. Boşanmak istediği için, yeniden barışmadığı için, baskısına boyun eğmediği için, kendisine hizmet etmediği için katlediliyor kadınlar. Özel mülkiyetin ilk ortaya çıkışından nesillere aktarılan bu 'sahiplik' kodunun bugün geldiği aşamadır. Tekil, münferit bir olgu değildir, erkeklerin kadınlara açtığı bir savaştır bu. Türkiye'de son 3 yılda, bin 236 kadın katledildi. Bu, erkek cinsinin devleti arkasına alarak ilan ettiği savaş değilse nedir? Her aşaması planlı, her aşaması örgütlü yürütülen bir savaş var karşımızda.

Devletin rolü ise 'öncelikli kurtarılacak' olan ailenin bekası gereği, bütün kurumsal araçlarını devreye sokmak oluyor. Karakollar, mahkemeler, medya ve bilumum devlet kurumları bu aşamada devreye giriyor. Ölen kim, öldüren kim. Sistemin çarkı, 'egemenlerin-ayrıcalıklıların bekası'nın hiyerarşisine göre dönüyor. Çarka çomak sokanlar çıkana kadar da bu böyle işliyor.

***

Şule Çet, Rabia Naz, Nadira Kadirova cinayetleri bu çarkın nasıl işlediğine dair dikkat çekici örnekler. Cinayetlerin arkasında devlet, kapı duvar olmuş durumda. 'Adalet Sarayları', tüm saraylarda olduğu gibi sistemin en altında bulunanlara kapalı durumda. Saray kapıları kadınların öfkesi ve isyanıyla zorlanıyor.

Şule Çet'i katleden sanıklardan Çağatay Aksu'nun ailesi, parayı bastırarak polis fezlekesi örneği bir raporla, erkek devletin adalet sistemine öfkesini dile getiren kadınları suçluyor. Rabia Naz örneğinde olduğu gibi, Saray'ın vekilleri ve sözcülerince hedef gösterilerek gözaltı saldırıları, akıl sağlığı raporları vs. devreye sokuluyor. AKP'nin asker kökenli Milletvekili Şirin Ünal'ın evinde öldürülen Göçmen kadın Nadira Kadirova'nın apar topar ülkesinde toprağa verilmesi ve olayın bir an önce kapatılması için MİT elemanlarının bile devreye girmesi örneğinde olduğu gibi...

Bu panik halini, sadece katillerin ortaya çıkarılması olarak görmemek de gerekir. Bu panik hali, erkek-devlet suç ortaklığının kadınların kolektif iradesiyle deşifre edilmesinin, bu suç ortaklığına karşı hesap sormasının sonucudur aynı zamanda. Ancak bu hesap sormanın sadece adliye koridorlarında kalmadığı da görülüyor. Kadınları 'Ölmek istemiyorum' çaresizliğine 'Yaşamak istiyorum' iradesi ve gücü erkek egemenliğinin kodlarını bozuyor. Nevin'in, Çilem'in, Name'nin kendiliğinden sergilediği özsavunma eylemi, kadınların kolektif bilincine, örgütlü karşı duruşa evriliyor. Sistemi korkutan da bu kolektif bilinç ve örgütlü duruş oluyor. Bu nedenle, Şule İçin Adalet başta olmak üzere kadın örgütleri hedef gösteriliyor, mahkemelerde katillerin avukatları tarafından kadın dayanışmasının davaları etkilediği için engellenmesi isteniyor. Susmayacağını ve itaat etmeyeceğini haykıran kadınların önü polis kalkanlarıyla kesiliyor, gözaltı ve tutuklama saldırıları devreye sokuluyor. Öncü ve önder kadınlar, on yılları bulan hapis cezasıyla cezalandırılıyor. Nafaka tartışmasını gündeme getirerek, aileyi koruma adına kadınlar şiddete mahkum edilmek isteniyor. Çocuk, evlilik yardımı adıyla kadınlara 'aileye mahkum' olma dayatılıyor.

Bu tablo içinde, kadınlara tek yol kalıyor. Kadını mülksüzleştiren ve erkeğin mülkü haline getiren mülkiyet düzenini ortadan kaldırmaktır. Sınıfsal, toplumsal devrimsel dönüşüme aynı zamanda kadın devriminin eşlik etmesidir. Ve her devrim gibi kadın devrimi de kendi örgütlü kitlesini, savaş gücünü oluşturması gerekiyor. Erkek yargı mekanizmalarını teşhirden tutalım da şiddet uygulayan erkeklere ve onları koruyan devlet kurumlarını hedeflemek, erkeklerin gücünü temsil ettiği her mekanizmaya kadınların özgücüyle hücum etmek, politikanın, eylemin konusu haline getirmek önem kazanıyor.

Katledilen kadınların hesabını sormak aynı zamanda yeni katliamların önüne geçmektir. Hem makbul hem de mağdur kadın dayatmasına karşı özgür kadın bilincini kuşanmak, sadece bireysel kurtuluşumuz için değil, kadın cinsinin kolektif özgürlüğü için mücadele etmek ve kadınları özgürlüğe çağırmak sadece tarihsel günlerin değil, her günün şiarı olmak zorunda. Tek bir kadın bile özgür olmadan özgür olamayacağımızı akıldan çıkarmadan, erkek egemen sistemin çarkı nerede dönüyorsa, o çarka çomak sokmak özgürlüğümüzün tek yoludur.