Ekim'in 100. yılında kapitalizmin varoluşsal krizi
Sosyalizmin 1950'li yıllarda kapitalist restorasyona uğraması ve nihayetinde revizyonist blokun 90'ların başında çökmesiyle birlikte "Tarihin sonunun geldiğini" vaazeden burjuva ideolojisinin bizi getirip bıraktığı yer büyüme oranları ve sanayi üretimi durduğu, üretkenliğin çakıldığı, işsizlik, gelir dağılımı uçurumu ve kemer sıkma politikalarının giderek arttığı bir dünya oldu. ABD ve AB'de faşizm, ırkçılık ve göçmen karşıtlığı yükselişte. Dünya barışı şöyle dursun, 3. Dünya Savaşı'na doğru koşuyoruz. Ancak asıl sorun kapitalizmin krizleri aşabilme kabiliyetinin ortadan kalkmasından kaynaklanıyor. Ortada ne toparlanmaya dair bir işaret ne de burjuvazinin yeni bir umut yaratacak ideolojik ve politik projesi var. Kısacası kapitalist üretim tarzı varoluşsal bir kriz içerisinde. Kâr için üretimin toplum için üretime dönüşmesinin ve kapitalist demokrasinin yerini de sosyalist demokrasinin almasının vakti çoktandır geldi.
KÂRIN HAZİN ÖYKÜSÜ
Kâr rekabeti, kapitalistleri daha az emekle daha çok üretme teknikleri yoluyla kendi metalarının değerini toplumsal değerinin altına düşürüp diğer kapitalistlerden ekstra kâr emebilmeye zorlar. Üretilen tüm değer başlangıçta ekstra kâr olarak "ilerici" kapitaliste aksa da, mutlak ve göreli artıdeğer sömürüsü teknikleri yaygınlaştıkça metanın bireysel ve toplumsal değeri arasındaki fark kapanacağından, kâr oranları düşer. İşte burada kapitalizmin temel çelişkisi açığa çıkar. Kâr rekabeti üretilen meta sayısını devasa miktarlara ulaştırırken canlı emeği giderek daha fazla üretimden dışladığı için alım gücü kâr getirecek kadar çok meta satışını karşılayamaz ve yaratılan artıdeğer kütlesi gerçekleştirilemez olur. Toplam sermaye ne kadar artarsa artsın, elde edilen kâr kütlesinin artmadığı noktada kapitalizm aşırı üretim krizine girer. Depolardaki stoklar büyür, yeni üretim yapmak anlamsızlaşır.
Bu, kapitalizmin dönemsel krizinin tipik bir seyridir. Çözümü iflaslar ve imhalar yoluyla üretim araçlarının değerini düşürmek ve stokları yok etmek, böylece üretimi ve istihdamı arttırmaktır. Her dönemsel kriz sermayeyi biraz daha merkezileştirir ve yoğunlaştırır. Ancak bir noktada pazarların doygunluğu krizlerin burjuva ideologlarının "yaratıcı yıkım" dediği bu yollarla çözülebilmesine müsaade etmez. İhtiyaç olan şey yeni pazarlar ve çok daha yüksek bir merkezileşme ve yoğunlaşma düzeyidir. Bunu sağlayacak olan şey de sömürgecilik, tekelleşme, yani emperyalizm olmuştur.
Kapitalizm ilk ciddi aşırı-üretim krizini 1870'lerde yaşadı ve bu krizi dünya ülkelerini sömürgeleştirerek aştı. Emperyalizmin tekelci kapitalizm evresi olarak adlandırılan bu süreç sonrasında 1930'larda gelişen ikinci büyük aşırı-üretim krizi ise tekelci devlet kapitalizmi yoluyla aşıldı. Hem dünya pazarlarını hem de iç pazarları tehdit eden Bolşevik Devrimi karşısında kapitalist sınıf, liberalizmin en temel ilkelerini ve iç çelişkilerini bir kenara bıraktı ve burjuva devleti kolektif bir sermaye gücü olarak sahaya sürdü. 2. Paylaşım Savaşı'nın Büyük Antifaşist Savaşa dönmesiyle Sovyet iktidarını alt edemeyen, üstüne üstlük bir de yeni devrimlerin doğmasına yol açan tekelci sermaye bu sefer de SSCB'yi ekonomik ve ideolojik kuşatmaya aldı.
EMPERYALİST KÜRESELLEŞME EVRESİ
1974-75'de kapitalist üretim tarzı yeni bir aşırı-üretim krizi ile yüz yüze geldi. Bu kriz, öncelikle emperyalizmin tekelci devlet kapitalizmi evresinde kendi eliyle kurduğu ulus-devletlerin parçalanması ile aşılmaya çalışıldı. Böylece giderek büyüyen bir sermaye gücü olan sosyal devlet aygıtı özelleştirmeler yoluyla sermayenin krizi aşabileceği yeni pazarı haline geldi.
Emperyalizmin hala içinde bulunduğumuz son evresi olan ve emperyalist küreselleşme evresi olarak adlandırılan bu evrede üretim süreci de verimliliği en üst düzeye çıkaracak ve sermaye devresini kısaltacak ölçüde dönüşüm geçirdi. Önceden klasik ve yeni sömürgecilik yoluyla meta ve sermaye ihracına dayalı olan üretim örgütlenmesi yerini üretim sürecinin bizzat kendisinin parçalanarak tüm dünyaya yayılmasına bıraktı. Uluslararası tekeller üretim sürecinin düşük teknolojili ve emek-yoğun kısımlarını mali-ekonomik sömürge haline getirdikleri ucuz emek cenneti klasik ve yeni sömürge ülkelerin işbirlikçi kapitalistlerine devrederek hem emek maliyetlerini azalttılar, hem de devasa orandaki sabit sermaye yatırımından boşanmış oldular. Bu da tekel fiyatı uygulayarak bu ülkelerde üretilen artıdeğeri emebilmelerini sağladı. Sermaye dolaşımının önündeki tüm engeller kaldırıldı, iç pazarların yakın ilişkisine dayalı dünya pazarı, entegre hale gelmiş tek bir pazara dönüştürüldü.
Ancak bu model kârların azalışını durduramadığı gibi, bu düşüşü kâr kütlesini arttırarak telafi etme çabaları da sıkışmayı engelleyemedi. Üretimden gelen kâr kütlesi artık yeniden üretime değil, hiçbir yeni değer üretmeyen ve tamamen önceden üretilmiş olan değeri yeniden paylaşmaya ve daha önemlisi, işçi sınıfının gelecekte üreteceği değeri bugünden gasp etmeye dayalı olan hayali sermaye pazarlarına akmaya başladı.
İÇE DOĞRU PATLAMA
Ancak tüm bu önlemler 2008'de başlayan son krizin aşılmasına yetmiyor. 2010'da uluslararası tekellerin yüzde 8 olan kâr oranları 2016 itibariyle 2008 krizi seviyesi olan yüzde 5-6'lara düşmüş durumda.(1) OECD küresel ekonominin ortalama büyümesinin 2014-2030 arası yüzde 3.6 olacağını, 2060 sonrasında ise yüzde 0.5'e düşeceğini öngörüyor.(2) Toparlanma sinyalinin aranacağı en önemli göstergelerden biri olan toplam sabit sermaye yatırımlarının dünya hasılasına oranı 1980'de yüzde 26 iken, 2015'de yüzde 23.5'e gerilemiş vaziyette.(3) Diğer bir önemli gösterge olan üretkenlikteki, yani göreli artıdeğer sömürü kapasitesindeki artış hızı da 90'lardan bu yana geriliyor.(4) Üretime dönmeyen kâr kütlelerinin hayali sermaye alanına yönelişinin boyutları da devasa miktarlara ulaşmış vaziyette. 2017 itibarıyla toplam borcun küresel ekonomiye oranı yüzde 220'ye ulaştı. Yani mevcut üretimin toplamı kadar bir miktar gelecekten borç alınmış vaziyette!
Sıkışan kârların işçi sınıfına yoksulluk, işsizlik ve gelir adaletsizliği olarak yansımasını da verilerden açıkça görebiliyoruz. Bugün en zengin yüzde 1 dünya zenginliğinin yarısını alırken, en yoksul yüzde 80 ise bu zenginiliğin yüzde 5.5'ini paylaşıyor. Yedek işçi ordusuna 2017 yılında yaklaşık 4 milyon işsizin daha katılacağı tahmin ediliyor.(5) Küçük burjuvazinin durumu da farksız değil. Orta sınıflar mülksüzleştirilip proleterleştiriliyor, yani proletaryanın tabanı giderek genişliyor. Öte yandan, kafa emeği ile kol emeği arasındaki gelir ve statü farkları ortadan kalkıyor.
Özetle, fethedecek bir "dışarısı" kalmayan, üretim sürecini yeniden düzenleyen, mekansal sömürü yetmeyince bu sefer hayali sermaye yoluyla geleceği gaspa kalkışan kapitalizm aşırı üretim krizini aşamadıkça içe doğru patlıyor.
İDEOLOJİK KRİZ, İSYANLAR VE DEVRİMLER
Ekonomik düzlemde yaşanan bu kriz hem giderek azalan yeni pazarlar üzerindeki emperyalist paylaşım savaşının şiddetini, hem de tekeller üzerindeki maliyet azaltma baskısını arttırıyor. Bu da kendini dışarıda politik İslamcı faşist hareketlerin yükselmesi ve mültecileştirme ile, içeride ise düşen reel ücretler, bireysel borçlandırma, çalışma rejiminin esnekleştirilmesi ve kemer sıkma politikalarıyla, gösteriyor. Giderek daralan emek pastasındaki payını korumak isteyen işçi sınıfının eski imtiyazlı üyeleri ve işçi aristokrasisi arasında ezilen ulus işçilerine, göçmenlere, mültecilere karşı faşizm, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı yükselişe geçiyor. Emperyalistler kendi elleriyle yarattıkları bu ayrışmaları egemenliklerinin yeniden tesisi ve ilerletilmesi için kendi politika yelkenlerine rüzgar yapıyorlar ve sağ siyasetlerin yükselişinin yolunu döşüyorlar. Burjuva ideolojisinin demokrasi, bir arada yaşam, çok kültürlülük, refah toplumu vb. söylemlerinin maddi temeli azalan kârlara bağlı olarak gelişen kemer sıkma politikalarıyla birlikte ortadan kalkınca, yeni ideolojik düzenin üretebildiği tek şey sözde Batı medeniyetini barbarlardan koruma politikasından başka bir şey olmuyor.
Bu süreç eşitsiz gelişim yasasından kaynaklı olarak mali-ekonomik sömürgelerde çok daha sert yaşanıyor. Dünya-tarihsel konumu gereği düşük üretkenlikte emek-yoğun üretim yaparak, yaratılan artı-değerin aslan payını uluslararası tekellere aktarmak zorunda olan ve bu yüzden büyümeye devam edebilmek için emeğin çok daha yoğun baskılanmasına ve yüksek oranda yabancı sermaye girişine ihtiyaç duyan ülkeler, fonlar çekilince krize girmeye daha meyilli oluyorlar. Düşük tasarruf oranına bağlı olarak sosyal politika anlamında ileri kapitalist ülkeler kadar marjlarının olmaması bu ülkeleri hayatta kalabilmek için demokrasi meselelerini toptan rafa kaldırmaya, sömürgeci politikalara geri dönmeye, yayılmacı stratejilere başvurmaya sevk ediyor. Yaratılan iç savaşlar toplumu faşist ve gerici histerilerle örülmüş bir "kurtuluş" ideolojisi ile ayakta tutulmaya çalışılıyor.
Tabii bu kriz devrimci olanakların doğmasına da yol açıyor. Sömürgeci boyunduruk altındaki ezilen uluslar bağımsızlıklarını ve özerkliklerini talep etmeye başlıyor. Öte yandan, emperyalist savaşın ortasında yeşeren, antiemperyalist, demokratik ve halkçı bir devrim olan Rojava devrimi ezilenler için yeni bir yaşamın somut alternatifi olarak öne çıkıyor ve emperyalizmin içini boşalttığı ve artık savunulamaz duruma getirdiği demokratik ve çoğulcu toplumu inşa etmeye çalışıyor.
KRİZ ANCAK SOSYALİZM İLE AŞILABİLİR
Sosyalistler bilirler ki, bir toplumsal sistemin çökmesi ve aşılması tarihin belli bir döneminde alınan siyasi yenilgiyle değil, üretici güçlerin ve mülkiyet ilişkilerinin ilişkisinin hareketinin sonucu belirlenir. Üretici güçleri geliştirme yeteneğini kaybeden üretim tarzları yıkılmak durumunda kalırlar. Sosyalizm emperyalist saldırılar karşısında yenilmiştir. Ancak kapitalizm Pirus zaferlerinden bağımsız olarak "çökmektedir", çünkü hiçbir dış etken olmadığı halde kendi kendisinin biricik engeli haline gelmiştir. Kâr için üretim sürdürülememekte, üretici güçleri geliştirememekte, üretimin toplumsallaşma düzeyi ona giydirilen mülkiyet düzeni gömleğine dar gelmektedir.
Tüm toplumsal sorunların temel kaynağı olan kâr için üretimin aşılmasının tek yolu, toplum için üretimdir. Üretim araçlarının mülkiyeti toplumsallaştırıldığı ölçüde üretim bizzat üretenler tarafından ve üretenlerin ihtiyaçları doğrultusunda planlanır, böylece hem üretenlerin refahı yükselir, hem de yaşamın maddi temellerini geliştirecek yatırımlar kapitalist üretim tarzına kıyasla çok daha yüksek oranda yapılabilir. Ekim Devrimi bu gerçeği bizzat göstermiştir. Planlı dönemde (1930-1956) üretici güçleri henüz yeterince gelişmemiş olan SSCB'nin milli geliri işçi sınıfının refahından taviz vermeden 12, sanayi üretimi 22.7, üretkenlik 7.5 kat artmıştır. Oysa aynı dönemde kapitalizmin amiral gemisi ABD'de bu oranlar sırasıyla 2, 2.7 ve 2 kat gibi cılız rakamlar olmuştur.
Toplum için üretim, liberal demokrasinin maddi temelinden boşandırarak anlamsızlaştırdığı bir arada yaşama ve çok kültürlülük ideallerinin tam anlamıyla vücut bulacağı yegane üretim tarzı olacaktır. Kendi anayasasına, ordusuna, anadilde eğitimine ve ayrılma hakkına sahip olan 15 ayrı cumhuriyetin ve 40'tan fazla halk topluluğunun gönüllü ve eşit birlikteliğini tesis etmiş olan Ekim devrimi bunun en büyük kanıtıdır.
1) UNCTAD World Investment Report 2017
2) Bu arada, gerçek büyümenin OECD'nin her tahmininden çok daha az gerçekleştiğini de belirtelim.
3) Dünya Bankası Veri Seti
4) UNCTAD Trade and Development Report 2016
5) ILO World Employment and Social Outlook 2017 Report