24 Kasım 2024 Pazar

Deniz Yıldızı*

9 Ekim 2019'da Rojava'nın işgaline dönük saldırıda Serêkaniyê'de ölümsüzleşen Kerem Pehlivan'ın anısına…

"…fırtınalı havalarda
okyanusta yürekleriyle kulaç atanlara…"

Yorulduğunu hissetti, göz kapaklarına çöken ağırlık direncini kırıyordu. Yarı uykulu hali istemsiz bir şekilde başının birkaç kez öne düşmesine neden olmuştu ama elindeki romanı okumaktan da kendini alıkoyamıyordu. Gerçi son okuduğu sayfadan da bir şey anlamamıştı ya; yeniden okusam mı diye bir düşündü, yatık tuttuğu koltuğu biraz dikleştirerek gevşeyen vücuduna gerginlik kazandırmak istiyordu. Susamıştı, içi yanıyordu. Bir el hareketiyle muavine su istediğini belirtti. Sonra yanında sade bir kahvenin de iyi gideceğini düşündü. Bu kez seslenerek istedi.

Bursa garından hareket edeli yarım saat kadar olmuştu. İstanbul'a dönüyordu. Önceden kesilen bir randevusu vardı, muhakkak yetişmesi gerekiyordu. Üç gündür de Bursa'daydı. Metal işçilerinin görkemli direnişini haberleştirmek için gelmişti buraya. Birçok işçiyle görüşmüş, direnişin seyriyle ilgili çok önemli bilgiler edinmişti. Haberleştirmesi gerekiyordu, hatta edindiği bilgilerle yazacağı değerlendirme yazısının taslağını bile kafasında oluşturmuştu. Direnişin yarattığı heyecanı dipdiri içinde yaşıyor, işçilerin kararlı ve militan bir duruşla sergiledikleri kolektif sınıf tutumu coşkusunu artırıyordu. İçinde yaşadığı başka bir coşku daha vardı; yüreği çifte kavruluyordu…

Muavinin uzanan elini fark etti. Önce suya uzandı, bir dikişte içip bitirdi. Derin bir serinleme hissetti. Şeker istemediğini belirterek kahvesini aldı, birkaç kez üst üste yudumladı. İyi gelmişti; yarı uykulu halini de üstünden atmış gibiydi. Tekrar kitabına uzandı. Kaldığı sayfaya dönmeden gözleri uzunca kapağa daldı. Romanla kapağı arasında ilişki kurmaya başladı. Uyumluydu, sayfaları devirdikçe romanla daha da bütünleştiğini hissediyor, kişiliği ana karakterin kişiliğinde eriyordu. "Eğer o dönem yaşasaydım, yaşam hikayem romanda anlatılan hikâyeden farklı olmazdı" diye düşündü. Gerçi okuduğu her bir romanda önüne açılan ayrı dünyaları, herbirinde yeni insan karakterleri ile toplumsal davranış biçimleri örneklerinin nasıl ustaca sunulduğunu gözlemleyebiliyordu. "İnsan ideallerinin toplumların yaşamında ve bireylerin karakterlerinde nasıl yaşam bulduğunu gözlemek, gözlemlemek bakımından romanların ne kadar önemli olduğunu" düşündü. Bazı arkadaşlarına da kızdığını hatırladı; kimi can sıkıntısını gidermek için okuyordu, kimi de hoşça vakit geçirmek için…

Bu tarz bir okumayı doğru bulmuyordu; isabetli seçilen, özel tercih edilerek okunacak bir romanın bu amaçlarla okunması onun için romanın katlinden başka bir şey değildi.

Peki bir roman nasıl okunmalı, bir romanda neyin izi sürülmeliydi? Yolculuk boyunca bu soruya kendince yeni cevaplar bulmaya çalışacaktı.

Yan tarafında oturan yaşlı teyzenin bakışlarını hissetti, bir süredir de hissediyordu aslında ama anlam veremiyordu. "Terlemişsin evladım!" dedi. Çantasından çıkardığı ıslak mendili uzattı. Tereddüt göstermeden aldı, alnını ve yüzünü sildi. Gülümsedi, gülümseyerek teşekkür etmek istemişti.

- Senin yaşlarında bir torunum var, şu yaşına geldi daha elinde bir kitap görmedim. Varsa yoksa telefonu, varsa yoksa oyun oynamak, başka da bir şey yaptığı yok, sanırım bildiği bir şey de yok…

Gülümsemesi yüzünde duruyordu. Gözlerini de dahil etti, yeşilden maviye çalan gözleri gülümsemesine ışık saçıyordu. "Doğrudur!" demekle yetindi. Kafası düşüncelerindeydi. Dağılmak istemiyordu. Ama teyzenin sevimli hali karşısında bir şeyler söylemenin doğru olacağını düşündü. Fakat ne söyleyecekti; düşündü, aklına bir şey gelmedi.

- Ben seni meşgul etmeyeyim evladım, belli ki yorgunsun. Allah zihin açıklığı versin, sen okumana bak, devam et yavrucuğum!

"Teşekkür ederim teyzeciğim!" dedi. Bu kadar kolay olacağını düşünmemişti. Aslında kolayca diyalog kurabilen bir yapısı vardı. Hiç tanımadığı insanlarla başlattığı sohbetlerin ucunu bile rahatlıkla goygoya bağlayabilirdi. Sadece uygun bir zaman değildi, bulunduğu mekân da buna fırsat vermiyordu. Ahh ahh(!) koşullar uygun olacaktı ki, bak sen gör o zaman teyzeye saatler süren "sosyolojik açımlama!" nasıl yapılıyordu. İçinden muzipçe bir gülümseme daha geçti. Belli etmemek için uğraştı, etmedi de.

Romana döndü. Yaşanmış bir savaşın özel bir kesitini anlatıyordu. Bu savaşın 'sosyalist anayurt savunması' olarak kabul edildiğini daha önce okuduğu kitaplardan biliyordu. Ve bu savaşta 22 milyon insan ölmüştü. "22 Milyon insan!" dedi, "5 değil, 10 değil, 22 milyon insan!" Daha ürkütücü ne olabilir diye düşündü. Teyzeye baktı; gülümsedi, teyzede bir ürkütücülük yoktu. İçindeki muziplik yapma duygusu kafesinden çıkmak istiyordu, kavgaya tutuştular. Zamanı değildi, "hayır hayır, zamanı değil" diye mırıldandı. İçindeki canavara daha ürkütücü olanın savaşta yaşamını kaybedenlere istatistik olarak bakılamayacağıyla yanıt vermişti. "22 milyon insan ne bir sayıydı ne de istatistiki bir veri…"

Yaşamını yitiren milyonlarca insanı düşündü. Haklı bir savaş olsa da arkasında bıraktığı enkaz, savaşa katılmış milyonlarca insanın ruhunda açtığı derin yaralar da büyük olmalıydı. 22 milyon insan, gerçekten büyük bir kayıptı. Acılarını hisseder gibi oldu; sonra bu insanların tarihin birer yapıcısı olduğunu düşündü. Acaba tek tek hepsinin nasıl bir hikayesi vardı? İçini bir merak sardı; çünkü bu insanlar muhtemelen savaş öncesinde yeni bir yaşamın inşasına da katılmışlardı ve hepsinin bir de özel yaşamı olmalıydı. Savaş gibi yıkıcı bir eyleme, marangozundan mühendisine, ressam ve tiyatrocusundan doktoruna, öğretmenine kadar çok sayıda mesleği olan milyonlarca insan katılmıştı; onlar soyut olamazlardı, yaşanmış birer hikayeleri vardı, somut olmalıydılar. Ama hepsini ortak kılan bir payda vardı ki, o da onların tarihin birer yapıcısı oldukları gerçekliğiydi; her biri dünya halklarının gönüllerinde yerlerini alarak ayrılmışlardı. Yol açarak, iz bırakarak…

Yanı başındaki coğrafyada da bir savaş hüküm sürüyordu. Zordu, eşitsiz ve adil olmayan bir savaştı bu. Oradaki insanların yaşamını düşündü. Dünyanın her yerinden yeni bir yaşamın inşasına katılanlar vardı aralarında, şüphesiz tanıdıkları da vardı. Acaba daha önce muhabirlik yapanlar da var mıydı? Kadınların oranı neydi, bu savaşta kadınların belirleyici rolünü düşündü. Okuduğu başka bir romanı anımsadı, adını pek çıkaramadı. Yirmi kişilik komsomol üyesi genç kadınların sınıra yakın bir köyde geçen hikayesini anlatıyordu. Derin bir nefes aldı, yeni bir yaşamın inşasını düşündü. "Devrim uçsuz bucaksız bir deniz ise ben de o denizde 'deniz yıldızı' olmak isterdim!" dedi. Aklına tuhaf tuhaf sorular da gelmiyor değildi; bu insanlar gözünü kırpmadan nasıl ölürlerdi, onları bu denli "gözükara" yapan neydi, acaba aynı cesareti ben gösterebilir miydim? Peki ya bir insanı öldürmek arkasında nasıl bir duygu bırakıyordu. İçi çekildi, boğazında oluşan düğüm nefes almasını zorlaştırdı. "Yok yok, ben bir insan öldüremem" dedi. Kitabının kapağına yeniden baktı, elinde tuttuğu mavzerle "hücuuumm!" komutuna kalkan askere gözü ilişti. Daha önce fark etmemişti, askerin kendisine benzediğini düşündü. Bilemedi, belki de onu etkileyen romanın güncelliğiydi. Yeni insanlar, yeni bir hikâyenin yazımına başlamışlardı. Yeni romanı okumakla- yeni bir hikâyenin yapıcısı olmak arasındaki farkı sorguladı.

"Yeni bir yaşamın inşasına katılanların ayakları toprağa sağlam basıyordur" diye düşündü. "Sanırım savaş gibi yıkıcı ama aynı zamanda kurucu bir şey, benim için romanlarda güzel" dedi. Tehlikesi de yoktu. Bir taraftan da ortada bütün yerküreye söylenen bir türkü söz konusuydu. Yeni bir yaşam ideali, yalnızca boy verdiği topraklara ait olamayacak kadar engin, yeryüzünü tepeden tırnağa kesecek kadar geniş olmalıydı. Çelişkiye düştüğünü fark etti; bir yanı doğruluyor bir yanı ise korkularına esir düşüyordu.

Yeni bir yaşam, başka coğrafyaları da içine alarak dönüştürebilme gücüne, yeteneğine sahip olmalı; kendi güneşini kendi rüzgarını kendi yağmurunu taşıyabilmeli, belki de yeni bir 'aşk'ın tohumlarını beslemeliydi.

Yeni bir yaşam yeni bir aşk demekti. "Aşk" dedi, göğsündeki şiddetli çarpıntıyı hissetti. Yüreğinde canlanan yeni bir aşk vardı. İçini parçalıyordu, çiçeğin açması için önce tohumun parçalanması gerektiğini biliyordu. Dizginsizdi, sınır ve engel tanımayacak kadar da asi… Daha önce yaşadığı aşklardan da farklıydı bu duygu. "Yoldaş aşkıydı yaşadığı!" Gerçi tam olarak açılmamıştı sevdiğine, ama biliyordu, o da boş değildi. Uzun bir süredir duygularının izini sürüyordu. Görüşeceği yoldaşa da duygularını açacak, kolektifin bilgisine sunacaktı.

Bir korku kapladı içini, zordu onun için. Duygularını ilk defa "kolektif" bir parçanın görüşleriyle şekillendirmek, içinde açan çiçeği de bu özsuyla beslemenin gerçekliği ve bununla samimi bir yüzleşme ister istemez tedirgin ediyordu onu. Olumsuz bir yanıt alacağından değil de, aşka karşı sorumluluğun kolektif bir sorumluluk getirdiği bilinci ağır geliyordu yüreğine. Denetime açık bir aşk yaşamamıştı daha önce, gençti, deneyimsiz sayılırdı. Boğulduğunu hissetti; nefes alması gerekiyordu, cebindeki telefonu çıkararak sevdiğinin fotoğrafına baktı. Güzel gülüyor, güzel bakıyordu. İçinin ısındığını hissetti. İl dışındaydı sevdiceği; bir kampanya faaliyeti için bir süre daha il dışında kalacaktı.

Yanındaki teyze fütursuzca söylendi; "Allah var, güzel kızmış!" Şaşırmıştı, dili dolandı, ağzına bir şeyler geldi ama yine söyleyemedi. "Güzeldir, hem de çok güzel!" demekle yetindi.

- Bizimki beceriksiz oğlum, kedi olalı daha bir fare yakalayamadı. Gerçi kim ne yapsın onu, telefondan başını kaldıracak da… bir kız görecek de… onu tavlayacak da… Ben de göreceğim…

İçindeki muzip şeytanı uyandırıyordu teyze farkında değildi. Gülümsedi, ama yüzündeki gülümsemeye bu sefer şeytanın silueti eşlik ediyordu. Tuttu kendini, hıçkırığa benzer bir gülümseyişle karşılık verdi.

- Vardır bir sevdiği teyze, şimdiki gençlik bildiğin gibi değil, ben sana söyleyeyim; en az iki tane sevgilisi vardır, demedi deme…

- Neerrdeee! Birini buldu da ikisi kaldı. Bizimkisi mal oğlummm… Ne malı, malın yediği ot bile değil…

Tutamadı kendini, kendini tutsa bile içindeki muzip şeytandan çıkan kahkahayı tüm otobüs duymuştu. Biraz utanır gibi oldu, sonra kendini serbest bıraktı. Teyze kendi kendine mırıldanmaya devam ediyordu. Zamanla da sessizleşmişti.

Kitabı elinden bıraktı, arkasına yaslanarak gözlerini kapadı. Uykusuz geçen onlarca gecesini anımsadı. Sevdiğini düşünüyordu; her hareketini, sözünü, bakışını kafasından binlerce kez geçirip aralarında bir bağ kurmaya çalışmıştı. Sonra o bağın ucunu bu işin karşılıksız olmadığı hayaline tutturmak için uğraşmaktan yorulduğu sayısız çabayı düşündü. Gülümsedi; gecelerden bir gece kendisiyle savaşa tutuşmuş, baktı ki bu böyle olmayacak, onu aklından çıkarmaya yemin etmişken, sabaha "söyleyeyim de kurtulayım" kararıyla uyanmıştı. Taşıdığı bir candı sonuçta, acıyla kıvranan bir candı ve bir yere kadar tutabilirdi içinde. İşin ilginci, karşılık alamayacağından da neredeyse emindi, öyle hissediyordu. Zaten "karşılıksız" olmasa söylemek gibi bir derdi de olmazdı. Duygular kendi kendine gelişir, kendi kendine olgunlaşarak yürekleri birbirine bağlardı. Dediği gibi de olmuştu. Yürekleri birbirine akmış, mecrasında buluşarak birbirine bağlanmıştı. Mutluydu, coşkusu yüzüne vurmuş, ağız dolusu gülüşlerinden canlılık fışkırıyordu.

(…)

Buluşacakları yere tam saatinde gelmişti. Güzel bir çay bahçesiydi, burayı sevmişti. Bir çay söyledi kendine, "yoldaş da gelmek üzeredir!" diye geçirdi içinden. Duygularını nasıl anlatacağının baskısı da çökmüştü çökmesine ama belli etmeyen bir davranış kalıbı da geliştirebilmişti. En azından o öyle sanıyordu. Yoldaşını çok seviyordu, daha önce onlarca konuyu onunla konuşmuş, içindeki kapalı dehlizleri ona cesurca açmıştı. Birikimli bir yoldaştı, yaşamın diliyle konuşmasını da iyi biliyordu. Ona karşı içtendi, hata ve zaaflarını gizleme ihtiyacı duymadığı nadir yoldaşlarından biriydi. Buradan aldığı cesaretle duygularını açıkça söyleyebileceğini düşünüyordu.

Elinde iki çayla gelmişti yoldaşı. Garsonun bu tarafa geldiğini görünce elindeki çaylardan ikisini almış, ben götürürüm, sen işine bak diyerek kapıp gelmişti çayları. Sımsıcak bir kucaklaşmanın ardından masaya oturmuşlardı.

Kısa süren havadan sudan konuşmaların ardından yoldaşı merakla Bursa'daki gelişmeleri detayına kadar aktarmasını istedi.

- Senden sadece kuru bir aktarım istemiyorum yoldaş; duygularını, direnişin senin üzerinde bıraktığı tüm etkileri, sana katıp öğrettikleri de dahil gidip yerinde gördüğün sınıfın dünyasının portesini çizmelisin bana. Öyle bir anlatmalısın ki, içimde "ben de oradaydım" duygusunu yaşamalıyım?

Uzun uzun aktardı; işçilerle yaptığı röportajlardan bahsetti. Onların dünyasına girip, onların dünyasından çıkmıştı. Konuştukça yoldaşının yaşadığı heyecanı duyumsadı. Heyecanları birbirine karışıyordu. Arada bir sözünü keserek "ee, daha daha!" diyordu yoldaşı, dahası olmalı; çıkar heybendeki azığı da birlikte bölüşelim diyerek coşkusunu kamçılıyor, sevincine de yoldaş oluyordu. Gencecik bir adamın, sınıfın içinden gelen bir kültürü olmamasına karşın sınıfa ve eylemine bu kadar yakın olması, ona özel bir ilgi ve hassasiyet duyması; bu gencecik adamın nabız atışlarını, sınıfın nabzına bağlayarak kendisine sağlam ve köklü bir can damarı bulması yoldaşında memnuniyet yaratıyordu. Yoldaşı biliyordu, uzun soluklu bir devrimciliğin parolası "sınıfın içindeki havayı solumaktan geçiyordu!"

Kerem konuşurken yoldaşı gözleriyle onu süzüyor, bu genç devrimcinin değişim haritasını çiziyordu. Ait olduğu kuşağın temel zaaf ve karakteristik özelliklerini barındırıyordu bünyesinde ama gelişimin yönünü temsil eden "bilinçli" bir çabanın da çizgilerini taşıyordu. Kerem kendisini çevreleyen kabuğa sığmıyordu; içindeki değişim iradesi bünyesini çevreleyen kabukla sert bir çarpışma halindeydi. Bazen bu iç direnç karşısında yenildiği de olmuştu. Umutsuzluk içinde kıvrandığı anlara tanık olduğunu bizzat gözlemlemişti. Eski alışkanlıklarının bağrında yeninin zor ebesiyle kavga halindeydi.

"Her birimizin yaşadığı devrimci dönüşüm ve gelişim çizgisi biraz da bu süreci-süreçler zincirini andırmıyor mu" diye düşündü yoldaşı, üstelik değişmeye de devam ediyorduk herbirmiz…

Düşüncelerinden sıyrıldı, dayanamadı, kalktı bir kez daha sımsıkı sarılmanın sıcaklığını yaşadı, yaşattı. Hiç çekinmedi, bu genç adamın karşısında buğulanan gözlerini saklamayı da düşünmedi.

Konuşmalarının ardından ikili arasında uzun süren bir sessizlik oluşmuştu. Kerem'in içinde besleyip büyüttüğü duygular onun güçlü olduğu kadar hassas ve kırılgan yanını da ele veriyordu. Konu ne zaman aşka ve sevdaya dair cümlelerden açılsa bakışlarındaki kaçamak yüzündeki kızarıklığa; sesindeki çatallaşma kendisinin bile anlam veremediği ürkütücü bir ürpertiye dönüşüyordu.

Yoldaşı hangi duyguları taşıdığını da biliyordu, bilmenin de ötesinde Kerem'i iyi tanıyordu. Kerem genç bir devrimciydi ve kolektifle yeni tanışmış sayılırdı ama gövdesiyle buradaydı. Gövdesiyle yer alan birini tanımak zor olmamalıydı.

Yoldaşın sessizliği bozma zamanı gelmişti. "Hissettiğim bir şey var Kerem yoldaş" dedi. Ya bahar coşkusu ya da …; belki de ikisi birden!

Kerem bakışlarındaki kaçamaklığı sürdürmeye devam ediyordu. Önceden tasarladığı "davranış kalıbı" da kuş olup uçmuştu. Geriye de apaçık, çıplak bir Kerem'den başka bir şey kalmamıştı. Artık tüm duvarları yıkılmıştı, savunmasızdı.

"Sevgili yoldaş dedi, hissetmek idealist bir düşünce sisteminin ifadesi gibi gelebilir ama bana kalırsa materyalist temellerden ve ilkelerden kaynaklanan yanı daha ağır basar."

"Bazen kişiler hakkında verileri yanlış okuyup yanıldığımız anlar da olur tabii. Bu konuda senin adına yanılmak istemem ama dünyanın en güzel şeylerinden birine sahip olabilmek yaşamın en güzel ödülü gibi gelir bana. Ve her şeyden önce bunu devrimcilerin hak ettiğine inanırım ben."

Kerem, duygularını sıkıca kaptırdığı bu el karşısında direnemiyordu. Yoldaşın da bırakmaya hiç niyeti yoktu.

İçindeki sessizliği bozarak "ben birini seviyorum yoldaş" dedi. Konuşurken gözlerini kaçırması ve sesindeki titreme "ne olacaksa olsun artık!" duygusunu ele veriyordu. Teyzeyle konuşurken yüzünde oluşan muzip bakışlar gitmiş yerine daha çocuksu, saf ve utangaç bakışlar yerleşmişti.

(…)

Konuşmalarını önce bir sessizlik bozdu. Sonra TV'den duyulan bir haber bu sessizliği daha da derinleştirdi. Başlarını bahçedeki TV'ye çevirdiler. Sesindeki tüm kayıtsızlığıyla bir spiker "patlama" haberinden söz ediyordu. Haber altında yer alan koskoca "SON DAKİKA" yazısı gelen felaketin habercisi gibiydi.

"Urfa'ya bağlı Suruç ilçesinde, kendilerine 'sosyalist gençler' diyen bir grubun açıklaması sırasında şiddetli bir patlama meydana geldi. İlk bilgilere göre ölü ve yaralıların olduğu söyleniyor…"

İkisi de taş kesilmişti. Konuşmuyorlardı, birbirlerine de bakamadılar. Vücutları parçalanmış gencecik bedenler görünüyordu yerde. Elbisesinden tanıdı, tüm vücudunu papatyamsı bir güzellikle donatan o elbiseyi tanıdı. Yerde uzanıyordu sevdiceği, yanında taşıması için verdiği oyuncak, onlarca oyuncakla birlikte kan gölüne saçılmıştı…

***

* 9 Ekim 2019'da Rojava'nın işgaline dönük saldırıda Serêkaniyê'de ölümsüzleşen Kerem Pehlivan'ın anısına…