17 Nisan 2024 Çarşamba

Sosyalist aydın Kutsiye Bozoklar'ın kaleminden: Devrimci yaşamak

Devrimci yaşamanın içeriğini, örgütlü yaşamak olarak doldurmak gerekir. Örgütlü yaşamak, amaçlı yaşamaktır. Örgütlü yaşam olmazsa insan bireysel eğilimlerine daha çabuk esir düşer. Bir süre sonra bir de bakarsınız, polis korkusunun, hapishane korkusunun yerini, konforunu kaybetme korkusu almış. Düzenin insanı asimile etmesinin en kolay yoludur bu. Resmi düzenle kavgadaki süreklilik için örgütlü yürümeye, kolektif akla sahip olmaya gerek var. Bir hayatı devrimci gibi tamamlamak böyle mümkün oluyor.

Arada sırada kitapçıları dolaşırım. En büyük sevinçlerimden biridir kitapları seyretmek. Son gidişimde aldığım birkaç kitaptan biriydi Emin Karaca'nın; 12 Eylül'ün Arka Bahçesinde adlı kitabı. Okumaya başladım. Bitirdiğimde ilk saatleriydi sabahın, içimde bir hüzün, penceremin karşısında duran leylakların henüz yeni yapraklanmış dallarına baktım. Sonra 12 Eylül'de idam edilen yiğit devrimci Hıdır Aslan'ın yazdığı dizeler takıldı dilime; Duvarlar çaresizliğin mi/ ya umutlar!/ çöz dilini yüreğinin/ dünden yarına umutluyum de/ umudu kuşatacak ordu yok. Beni hüzünlendiren şeyin ne olduğunu bulup çıkardım sonra. Avrupa'daki 12 Eylül mültecileriyle yapılan konuşmaları anlatıyordu kitap. Her şey vardı kitapta. Direniş, inanç... Namuslu insanlardı konuşulanlar. Hala devrimi seviyorlardı. Pişman değildiler yaşadıklarından. Sosyalizme inanıyorlar, yenilen ideolojimiz değildi diyorlardı. Yeniden aynı yoldan geri dönecek olsalar, aynı yoldan da gidebilirlerdi pek çoğu üstelik. Ama farkında olsunlar olmasınlar, yolları bitmiş, umutları yenilmişti. Umudun yenilgisi bir tokat gibi çarpıyordu insanın yüzüne.

Hepsi özverili bir devrimci yaşamdan gelmişlerdi, onca eziyet çekmişlerdi. Sonra yurtdışındaki yaşama bağlanmışlardı, bütün dokularını farkına varmadan sarmıştı düzen. Tüm sohbetlerin sonunda özlem vardı, hasret vardı. Ama yolun kendileri için bitmiş olduğunun bilinci de vardı: "Geçen sürede burada bir hayat kurduk. Çocuklarımız bizim kadar 'Türk' değil diyordu bir sendikacı; "Kısaca bavulu toplayıp dönmek imkansız. Benim durumumda olan herkesin bu imkansızlığın kıskacında kıvrandığını düşünüyorum." Artık kaybolmuş bir geçmişin onurlu anılarını taşıyordu hepsi. Ve sanırım bir kimliğini koruma biçimiydi bu onlar için. Berlin Duvarı'nın sosyalistlik iddiasındaki herkesin üstüne yıkıldığını söylüyordu aynı sendikacı. "Türkiye'deki ağır yenilgi ve dünya çapındaki ağır bunalım, bizim kuşağı yerle bir etti" diyordu; "mevzi" direnmeler haricinde 1973-'80 kuşağı bence 'kayıp kuşak'tır."

İdama mahkum edilmişken hapishaneden kaçan yazar, kendisiyle yapılan söyleşinin sonunda; "Bugüne kadar hangi örgütten olursa olsun on binlerce insanı sevgi ve saygıyla anıyorum. Ama biz bir şeyde yanlış yaptık" diyordu. Halka kendimizi anlatamamış olmamızdı ona göre yanlışlık. "İdeolojimizin hiçbir yanlış tarafı yoktur. Çünkü insanlardan yana bir ideolojidir. Bizim bir ideolojimiz var ama sizin elmanız ne kadar güzel olursa olsun, pazarda satmasını bilmiyorsanız alıcısı olmayacaktır. Bizim elmamız alıcı bulamadı. Şu anda bizler, Avrupa'ya savrulmuş on binlerce beyin, çok güzel insanlar telef olduk. Kimisi ressamdı aşçı oldu. Kimisi yazardı bilmem ne oldu. Çok büyük bir enerji kaybı oldu Türkiye açısından."

İşte benim umudun yenilmesi dediğim tam da budur. Ne dönekliktir söz konusu olan, ne inançsızlık; daha öte, daha zor bir şeydir. Oysa ölüme giderken bile umutluydu bu yazarın hapishane arkadaşı; davran hele/ acılarımın göz bebeği/ Senin yükselen sesin/ tanımaz yenilgiyi/ bu abluka dağılacak diyordu idamının şafağına yürürken. Bu güven yitimini, bu umutsuzluğu besleyerek başarılı oldu, bizde ve dünyada egemenler. Kitapta konu edilen "dışarıdakiler" ideolojiyi reddetmediler belki ama onun en büyük güzelliği olan mücadele sevincini yitirdiler. Bu, isyanın tükenmesidir. 12 Eylül'ün sosyalist kadrolar açısından bir kırım dönemi olması tam da budur işte. Sosyalizm için mücadelenin ortak yaşam sevinci olmaktan çıkması, devrimcinin fiziksel olmayan ölümüdür. 12 Eylül düzeni sosyalizmin meşruluğunu silmeye, sosyalist olmayı kriminal bir konuma düşürmeye çalıştı. Bunu yapamadığında ise güven duygusunu kırdı. Kitabı okurken apaçık gördüğümüz bu gerçektir işte.

Bunlardan bir tanesi eski bir kadın devrimci; "Biz devrimi sevmiştik değil, biz devrimi hala seviyoruz" diye başlıyor. Ama hemen ardından ekliyor; "Devrimin çok yakın bir ihtimal olmadığını biliyoruz, belki de hiç olmayacak. Yarın devrim olacak, yirmi yıl sonra devrim olacak, devrim çok uzak bir ihtimal. Kapitalizm kendini çok daha çabuk yeniliyor, çok daha çabuk adapte ediyor. Bizimse olayları algılamakta ve anlamakta halen çok ciddi zorluklarımız var."

Geleceğe inanmayan devrimcilik olur mu? "Devrim gibi şeylere inanmıyorum artık" diyen Murat Belge'den ne farkı var bu anlayışın, geçmişi reddetmemek dışında? Ret daima yeni bir başlangıçtır. Eğer devrimci düşüncenin gelişmesi isteniyorsa, yorgun devrimciliğin reddedilmesini bir başlangıç olarak almak gerektiğini düşünüyorum. Konum ve çevre bireyin bilincini ve düşüncesini belirler. Sürgündekiler için de böyle bu. Yaşama biçimleriyle düzen tarafından teslim alınınca, yorgun bir muhaliflik kalmış devrimcilikten geriye. Hüzünlü bir öykü bu. Hüzünlü, çünkü bu insanların hiç birisi artık sosyalist iktidarı hedefleyen bir yapının içinde yer almıyorlar.

Leninizm, tekeller çağının marksizmidir. Kuşkusuz marksizm-leninizmin formüle edilmesinden sonra tekeller kapitalizmi önemli mesafeler almıştır. Ancak, insana yönelen ideolojik saldırının yükseldiği koşullarda, ideolojik ve örgütlü mücadelenin önemi kat be kat artmışken, örgütten kaçışın her biçimde teorileştirilmesinin reddi gerekmektedir. Tekellerin yeni programlarının karşısına ciddi bir ideolojik örgütsel yenilenmeyle çıkıp cevap vermek yerine, yalnızca tespitlerde bulunup şikayet etmek yorgunluğu bulaştırmaktan ve güvensizliği yaygınlaştırmaktan başka bir sonuca yol açmaz. Sınıf hareketinin şiddetli bir ideolojik politik kuşatma altında olduğu gerçektir. Önemli olan bu kuşatmayı kıracak ideolojik politik programları en hızlı ve en şiddetli biçimde harekete geçirmektir. Türkiye solculuğunu demokratizme ve parlamentarizme mahkum etmek, 12 Eylül'ün en büyük başarılarından biri olmuştur. Karaca'nın söyleşisinde az ya da çok bu eğilimi sezmek mümkündür. Ezilmişlik ve yeniklik psikozunun doğal sonuçlarından biridir bu.

Bu kitabı okuyup bitirdiğimde, önemli olanın devrimci yaşamak değil, hayatı devrimci tamamlamak olduğunu düşündüm. Teori ve örgütlülük düzeyinin çok üstünde bir eylem programıyla ortaya çıkmış olan Türkiye solculuğu burjuvaziyi çok korkutmuştu. Burjuvazinin kendine verdiği öneme rağmen kendi gücünün farkında değildi Türkiye solculuğu. Baskı karşısında bölük bölük dışarı çıkmak, örgütlü bir karara denk düşmüyordu. Örgütlü bir yönelim değil, bir kaçış söz konusuydu. Sürgün koşullarının yarattığı kapalılığın çürütücü etkisi, devrimci bir yaşam örgütlenemediği için daha da yoğun oldu. Nefesler çabuk tükendi. Kuşkusuz burada devrimci yaşamanın içeriğini, örgütlü yaşamak olarak doldurmak gerekir. Örgütlü yaşamak, amaçlı yaşamaktır. Örgütlü yaşam olmazsa insan bireysel eğilimlerine daha çabuk esir düşer. Bir süre sonra bir de bakarsınız, polis korkusunun, hapishane korkusunun yerini, konforunu kaybetme korkusu almış. Düzenin insanı asimile etmesinin en kolay yoludur bu. "Bütün dünya ile resmi olanın tümüyle, en sert kavgaya girmiş biri" olarak tanımıyordu Marx kendini. Devrimci yaşamak kuşkusuz resmi düzenle ve onun nimetleriyle en sert kavgaya girmeyi gerektiriyor. Ama bu kavgadaki süreklilik için örgütlü yürümeye, kolektif akla sahip olmaya gerek var. Bir hayatı devrimci gibi tamamlamak böyle mümkün oluyor.

Kitapta "devrim belki de hiç olmayacak" diyen kadın, Ramazan Yukarıgöz'ün idama gidişini anlatıyor. "Yasımı Tutacaksın" romanını okuyormuş en son, "bitiremedim" demiş, kitaplık sorumlusu kadına. Bozulan radyosunu tamir ediyormuş komünün, pantolonunun cebindeymiş radyonun bir vidası onu almaya geldiklerinde. Görevli astsubaya vermiş vidayı. Ve tüm hapishaneyi onun giderken haykırdığı şiir kaplamış; Dirilip döneceğiz er meydanlarına/ Zaman kahpe düzenin cellatlarını affetmeyecek/ gerek kalmayacak savaş ilanlarına/ Erlerimiz fazla laf etmeyecek. Devrimci yaşamanın susturulamayan şiiridir bu. Yaşamı devrimci tamamlamak; türküsünü tüketmemek, şiiri bilerek yarıda kesmemek demektir.

Daha önce sözünü ettiğim sendikacı, gündelik yaşamdan söz ederken şöyle diyor; "12 Eylül sonrasında ağır gizlilik ve sürgün koşulları; insanları birbirine daha yakın olmak, imkanları daha sıkı paylaşmak zorunda bıraktı. Bu insanı ve insana bakış açısını hızla gündemleştirdi. "Kişi" yerine "örgütü", "ben" yerine "bizi" koyan anlayış büyük sıkıntılara yol açtı. 15-20 kişiyi bir eve doldurup yukarıdan "kolektif yaşam" dayatması bizlere çok pahalıya mal oldu. İnsanlar gelecek güzel bir dünya uğruna bu günleri feda etmeye uzun süre katlanamadılar. Bu dönemden çıkardığım en önemli ders; günlük yaşamın kolektivize edilmesinin olağanüstü zor olduğudur. Hele bu emirle ve yukarıdan aşağıya bir dayatmayla geliyorsa..." 12 Eylül, 30 bin kişiyi siyasi mülteci haline getirmiştir. İnsanların yaban ellere düşmesinin pek çok nedeni vardır elbet. Baskıdan, ölümden, hapishaneden kaçış bir nedendir. Kavgadan kaçanlar da vardır, koşulların dayatmasıyla gidenler de. Çoğu inançlı pek çok insanın oralarda, bireysel olarak savrulmasında, kolektiflerin önemli yanlışları da olmuştur elbet. Ya da örgütsüz kalmanın kimi somut nedenleri de olabilir. Ama "kolektif yaşam" talebini suçlu ilan etmek, tipik bir 12 Eylül mantığıdır. Sistemin devrimcilere yönelttiği eleştirilerin kabullenilmesidir.

Bence devrimciler asıl kolektif yaşamı beceremedikleri için eleştirilmelidirler. Bunun zor olduğu doğrudur. Ve bu yaşamı bir fedakarlık olarak algılamak, düzenden kopamamanın en somut belirtisidir. Devrimci, özellikle gündelik yaşamında düzenle arasına mesafe koyan insandır. Mülkiyet dünyasıyla ilişki, en pratik biçimde gündelik yaşamda bulur ifadesini. Eğer "ortakça" yaşam bilinci içselleştirilememişse, devrimci yaşamak mümkün olamaz. 12 Eylül'ün önemli etkisi, sistemin devrimcilere yönelttiği eleştirilerin, devrimcilerce de benimsenmesi, ezik solcuların geçmişlerindeki yapıp etmelerinden ötürü kendilerini suçlu ilan etmesi oldu. Böylece bireyleşmek adına bireyselleşmenin, ben adına bencilleşmenin önü açıldı. Hatta solu eleştirmek, solu suçlamaya ve mahkum etmeye dönüştü. Eğer mücadele varsa iki ayrı dünya vardır. Ve dünyalar kendi doğrularıyla birlikte var olurlar. Mücadele birinin doğrusu ile diğerinin doğrusu arasındadır. Eğer karşı tarafın doğrularını kabul etmeye başlanmışsa, kendi doğrularından vazgeçiyorsun demektir, doğru ise tektir. Çözülme böyle başlar. Yükseliş dönemlerinin coşkusu yitirildiğinde yola devam etmek için kişinin netleşmesi teorinin çelikleşmesi gerekiyor. Devrimci yürüyüşün sürekliliğini sağlamanın zorluğu kabul edilmelidir. Hele hep yeniden başlamak söz konusu ise. Yeniden başlamanın kimi zaman yalnızlaştırdığı da bir gerçektir. Ama devrimci yaşamak ve hayatı devrimci tamamlamak için başka yol da yoktur.

Dışarıda bahara durmaya hazırlanıyor gün. Yorgun bir devrimciler kuşağının öyküsünü okudum hüzünle. Bitenin hikayesiydi başlayanın değil. Eğer eski dünyanın tümüyle kavgamız varsa retle başlamalı, kolektifle yürümeliyiz. Hayatı ortakça sürdürmeyi ve mücadele etmeyi bir yaşama sevincine dönüştürmeliyiz. Biz ki yarınıyız halkın/ Umudu yüz akıyız/ Hıncı namusu/ Taa şafakları/ Hey canım/ Kalbim dinamit kuyusu/ diye yazmıştı Ahmed Arif. Umutsuz kavga olmaz, umut olmak için umutlu olmak gereklidir. Biz ancak umut yenildiğinde yeniliriz. Ancak, devrimin dışında başka bir yaşam tanımamayı mutluluk saydığımızda devrimci yaşamanın getirdiği acıları yeniden iradeye dönüştürmeyi başarabiliriz. Biz umuduz, bizim yolumuzdur umut.