30 Aralık 2024 Pazartesi

Mektup: Herkes için!

Yıllanmış mektup arkadaşlığı yapanlar bilir ki, emek verilen ve üretkenliğin deneyimine ulaşmış her ilişki gibi mektup arkadaşlığı da insanın damarlarındaki kanı yeniler, umudunu büyütür. Mektup yazmak birilerinin hatırlatması gereken, görev bilin ci ile yapılan bir şey olmaktan çıkar keyif alınan bir alışkanlığa dönüşür. Hapishane sisteminin itaat ettiremediği özgür bedenlerle kucaklaşmaya dönüşür.
Hapishaneler siyasi ve sosyal hayatımızın tam ortasında duruyor. Hapishane hikayesi dinlememiş, filmi izlememiş, romanı ve şiirleri okumamış kimse yoktur çevremizde. Hatta bizzat soğuk dört duvarı, üç beş adımlık voltaları, kilit şakırtılarını ve gardiyan suratsızlığını deneyimlememiş insan bulmakta da zorlanırız. Öyle ki, bir çok arkadaş kendisini "hapishane uzmanı" bile sayıyor olabilir!
 
Fazlasıyla içli dışlı olunan ortamlara ve olgulara yabancılaşma ise hayatın en çarpıcı paradokslarından birisidir. Bazen sıradanlaşma bazense ondan uzaklaşma isteği insanı yönlendirebilir. Yahut duyarlılıklarımız konjonktürel hale gelebilir. Önceliklerimiz değişebilir. Politik ve duygusal yoğunluğun birleşmesini aynı anda ve süreklileştirilmiş biçimde yaşatmakta zorlanabiliriz.
 
Yaşadığımız çağda bu insani bir hal ve gerçekliktir. Yalnızca tutsaklarla ilişkiler bahsinde geçerli olmayan, misal göçmenlerin yaşadıkları, sokak çocukları, kadına şiddet, nefret söylemi gibi konularda da açığa çıkan düşünme ve duygulanma şeklidir. Benzeşen ve ayrışan yanları ile her dönem tartışılmayı hak etmektedir.
 
Çok bildiğimizi düşündüğümüz konularda bile kimi kitaplara başvurmak, yıllar geçmiş olsa da dönüp temel kitapların sayfalarını karıştırmak eski sorunlara yeni sorular sormamıza yardımcı olabilir. Söz konusu tutsak edilmiş bedenler, gözetlenen ve tecrit edilen insanlar olunca Michel Foucault’un "Hapishanenin Doğuşu" kitabı yeniden hatırlanabilir. Fakat okumak için biraz cesaret toplamaya ihtiyaç olabilir!
 
1757’nin Paris’inde Damiens’in infazının ayrıntıları ile anlatılması, azap çektirmenin halk için seyirlik bir nesneye dönüştürülmesi, kralın cezalandırma kudretini elinde bulundurma ile iktidar sahibi olmanın zevkini yaşaması… Kuralsız ve vahşi işkencelerin 18. yy sonlarına doğru yerini biçimsel kurallara bıraktığını ve kentlerin içinde hapishane duvarlarının yükseldiğini görürüz. Hapishanenin doğuşu ile birlikte zamana yayılan cezaların tanımlanması, bunun mahkûmlar ve halk üzerindeki etkisi nin ölçülmesine tanık oluruz. Yüzyıllar sonra bizim topraklarımızda da uygulanacak "disiplin" adına insanların nasıl kobay haline getirildiğinin serüvenini takip ederiz. "İtaatkar bedenler" yaratmanın, "iyi terbiye etmenin araçları"nı oluşturmanın, "görülmeden gözetim altında tutan hapishane sisteminin" inşasının öncüllerini anlarız.
 
Kapatmanın ve mahrum bırakmanın, ceza ile bedenleri ve ruhları iğdiş etmenin, tecrit ve yalnızlaştırma ile umut kırmanın muktedirlerin muradı olduğunu görüyoruz, biliyoruz, yaşıyoruz..!
 
Dört duvarın içinde olanların algısı kuşkusuz farklıdır. Tıpkı iktidara karşı politik ve sosyal, gündelik direniş pratiklerinin farklı olması gibi. Farklı nedenlerle tutsak edilmiş insanları tek bir tartışma düzleminde ele almak zordur. Keza tutsak edilen herkes direnmediği gibi, ideolojik, politik ve kültürel özelliklerine göre içerde bir yaşam kurmaktadırlar. Kimi sokaktaki lümpen ve düşkün yaşamını orada da sürdürmektedir. Yahut apolitik ve örgütsüz bir gündeliğin öğütücülüğüne teslim olmaktadır kimi. O yüzden kendimizi ilk elden politik tutsaklarla ve sokakta olduğu gibi hücrede, koğuşta, voltada ve matlada direnen insanlarla sınırlayarak devam edelim. Onların hayatlarına ne kadar ortak olup olamadığımıza, dayanışmayı nasıl ele aldığımıza bakabiliriz.
 
Zamanın hükümsüzleştirilmeye çalışıldığı mekanlar olarak hapishanelerde tutsaklar en çok zamanı yakalamaya çalışırlar. Bir yandan zamanın hızla geçip özgürlüğe akmasını isterlerken, diğer yandan zamanı kontrol altına alıp dolu dolu yaşamayı örgütlerler. Zamanı kendileri için bir cellata dönüştürmek isteyen iktidara, adalet bakanlığına, hapishane idaresine, baş gardiyana ve blok görevlisine, zamanla barışarak direnirler. Sessizlik saatlerinde okuyarak, gün içinde sohbet edip tartışarak, volta atarak, spor yaparak, sosyal aktiviteler düzenleyerek, günlük nöbet işlerini disiplinle idare ederek, çevre hücrelerle tecrite inat sosyal ilişkiler geliştirerek ve ille de mektup yazarak direnirler. Politik kimliklerini, sosyal kişiliklerini ve kültürel özelliklerini korur ve geliştirirler. İktidarın baskı ve korkutma, mahrum ve mağdur etme ile yalnızlaştırıp kimliksizleştirmek istediği tutsaklar, dört duvarı betonla çevrilmiş özgürlük adaları yaratırlar!
 
Peki itaat etmeyen, "hukuki" ve mimari cezalara boyun eğmeyen, hak ihlalleri ne karşı mücadele eden, sayısız kişisel ve insani zorluğa göğüs geren tutsaklarla dayanışmanın neresindeyiz? Tutsaklarla ilgili çalışan kurumların gündemleri ile ne kadar ilgiliyiz? Mektup ve kitap yollama kampanyalarına ilgimiz ne düzeyde? Düzenli yazıştığımız kaç mektup arkadaşımız var? Kaç tutsağın bir şeye ihtiyacı olduğunda ilk aklına geldiği arkadaşı oluyoruz? Yeni tutuklanan bir insana hemen sesimizi ulaştırma çabasına giriyormuyuz? Görüşçü oluyormuyuz, olduğumuzda özenli davranıyormuyuz? Tutsak aileleri ile yakın bir ilişki kurabiliyormuyuz?
 
Bunlar ilk elden akla gelen sorular. Herkes yeni sorular eklemek de zorlanma yacaktır. Duyarlılık çağrısı içerecek bir dizi cümleyi sıralamakta da… Ancak sanırım üzerinde en çok durulması gereken nokta, tutsaklarla ilişkileniş biçimini sorgulamaktan geçiyor. İlişkimizin ne kadar "diyalog" ne kadar "monolog" olduğuna bakmaktan... Onları yalnızca mağdur ve birçok şeyden mahrum insanlar olarak algılamak dayanışmayı yüzeysel ele almaya itebiliyor. Onların her koşulda direneceğini düşünmek de sorumluluklarımıza ertelenebilir payesi biçebiliyor. Dayanışılan ile diyalog sınırlandıkça, esasen dışarıdakinin belirlediği, çeşitli gerekçelerle erteleyebildiği bir ilişki biçimi ortaya çıkıyor. Uzun ertelemelerde bile "mantıklı bir açıklama"nın bulunabileceği düşünülen bir ilişki biçimi. Doğrudan adını koymak gerekirse, eşitsiz bir ilişki biçimi! Her eşitsiz ilişkide olduğu gibi yabancılaşma tehlikesi yaratan bir ilişki biçimi.
 
Oysa bazen gözden kaçırılsa da en az içerdeki insanlar kadar dışarıdakilerin de mektuplaşmaya ihtiyacı var. "Özgürlük Adaları"nda yaşayan politik tutsakların aklına, duygularına ve coşkusuna ihtiyacımız var. Onlar üzerindeki tecriti kırmak kadar duvarların bu tarafındaki yabancılaşmayı ve yüzeyselleşmeyi kırmak için de görüş kabinlerinde, mektup sayfalarında yoldaş sohbetlerini arttırmaya ihtiyacımız var. Nasıl ki, dışarıdaki ilişkilerin, görüşmelerin, dostluğun ve yoldaşlığın geliştirilmesinde, diyalogun sürdürülmesinde iki taraflı bir irade gerekiyorsa mektup arkadaşlığında da, içerideki-dışarıdaki sosyalleşmesinde de bu gözetilmelidir.
 
Yıllanmış mektup arkadaşlığı yapanlar bilir ki, emek verilen ve üretkenliğin deneyimine ulaşmış her ilişki gibi mektup arkadaşlığı da insanın damarlarındaki kanı yeniler, umudunu büyütür. Mektup yazmak birilerinin hatırlatması gereken, görev bilinci ile yapılan bir şey olmaktan çıkar keyif alınan bir alışkanlığa dönüşür. Hapishane sisteminin itaat ettiremediği özgür bedenlerle kucaklaşmaya dönüşür.