19 Nisan 2024 Cuma

Faşist iktidara karşı direniş haktır

İstanbul'dan Doğu'ya doğru yayılan Haziran ayaklanması ve Amed'den Batı'ya doğru yayılan Kobane serhildanı Saray iktidarının korkulu rüyalarındandı. Erdoğan, ayaklanan ezilenlere karşı duyduğu nefreti her zaman dile getirirken, her fırsatta da direnişçileri cezalandırdı. Osman Kavala'nın yaşadıkları da bu cezalandırma politikasının bir sonucudur. Erdoğan'ın korku ve nefretinin nedeni açık. Çünkü o, Gezi'nin dünde kalan bir tarih olmadığını çok iyi biliyor. Ayrıca, her diktatör gibi kendi sonunu da getirecek olanın halkın ayaklanması olduğunun farkında.

Bu memlekette hiçbir zaman ezilenler için "adalet" olmadı. Sadece Saray rejimi değil, bugüne kadar devlete "hükümet" olan tüm partiler ve onların inşa ettiği yargı ezilenlerin "adalet" talebini karşılamadı. Milyonların "ah"ı yerde kaldı. Bu adaletsizliğe ek olarak gördük ki, hukuk da yok, yasa da yok. Saray rejimi, kendisinin yaptığı yasayı bile uygulamıyor. Osman Kavala ve Mücella Yapıcı'nın da içinde olduğu muhaliflerin yargılandığı Gezi davası, bu ülkedeki tek "hukuk kuralı"nın faşist devletin yasaları olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.

İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi, Gezi davasında yargılananların beraatına karar verdi. Ancak dava kapsamında tutuklu yargılanan Osman Kavala, yine özgürlüğüne kavuşamadı. Çünkü, bu kez de Osman Kavala'nın "15 Temmuz darbe girişimi" gerekçesiyle gözaltına alınmasına karar verildi. Mahkemenin tahliye kararına rağmen Kavala hapishaneden salınmadı. Önce İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın "gözaltı kararı" çıkartması beklendi. Karar çıkınca da polisler hapishaneye giderek Osman Kavala'yı gözaltına aldı. Bu yazı kaleme alındığında Kavala hala gözaltındaydı. Hiç lafı eğip bükmeden söyleyelim, bu bir faşist diktatörlük uygulamasıdır, faşizmdir.

Ayrıca tüm bunların gösterdiği bir başka gerçek de, Erdoğan faşizminin, Gezi direnişi korkusunun hala devam ettiğidir. Gezi Parkı direnişinden halkların onur ve özgürlük ayaklanmasına dönen o günler, belli ki Erdoğan'ın daha dün gibi aklında.

2013 yılının 27 Mayıs gecesi AKP'li Büyükşehir Belediyesi'nin bütün itirazlara rağmen Topçu kışlası projesi kapsamında iş makinelerini Gezi Parkı'na sokmasıyla başlayan süreç, herkesin zihninde, dilinde ve yüreğinde "Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" duygu ve düşüncesini bıraktı. Çünkü korku duvarı aşılmıştı. Özgürleştirilen Gezi Parkı, halkların umutlarını, sevinçlerini, emeğini, elinde, yüreğinde ne varsa paylaşarak çoğalttığı bir yeryüzü sofrasıydı. Halayın horana karıştığı, Alevilerin semah döndüğü, Sünni Müslümanların cuma namazında saf tuttuğu, öfkenin "kendi öteki"ne değil, faşist iktidara duyulduğu günlerdi.

Gezi direnişi, faşist iktidara karşı halkta biriktirdiği öfkesinin patlamasıydı. Bu isyanın öncesinde önemli toplumsal dinamikler vardı. Diktatör Erdoğan'ın "Her kürtaj bir Uludere'dir" sözü, binlerce kadını "Kürtaj haktır, Uludere katliam" sloganı ile sokaklara dökmüştü. Dayatılan muhafazakar yaşam tarzına karşı gençler arasında öfke her geçen gün birikiyordu. Erdoğan, Boğaz Köprüsü'ne "Yavuz Selim" adını vereceğini açıklayarak Alevi toplumunun hassasiyetlerini dikkate almadığını gösteriyordu. Tüm bunlar politik özgürlükler ve hak mücadelesi temelinde biriken toplumsal öfkenin ayaklanmaya dönüşmesini kaçınılmaz hale getiriyordu. Keza ayaklanma öncesine gelen 2013 yılının 1 Mayıs'ında, Taksim Meydanı yine işçi ve emekçilere yasaklanmıştı. Bu yasak ve polis saldırıları nedeniyle çatışmalar Taksim civarında gün boyu sürmüştü.

Bu dinamikler, Türk devletinin inşa edildiği zemine de işaret ediyordu. Türk burjuva devleti, politik özgürlükten yoksun bir zemin üzerine inşa edildi. Ancak bu "tek"lik zemini, Türk devletinin başına bela oldu, "kuruluş esasları" yıkılış zeminini de oluşturdu.

Sonuçta, 27 Mayıs günü de direnişin kapısı aralandı. Direniş bir anda memleketteki politik ve toplumsal iklimi değiştirdi. İstanbul'dan Antakya'ya kentleri, meydanları ve halkı birbirine bağladı. Artık Geziciler vardı ve onlar kentlerin sokaklarında birbirlerini direnmenin verdiği özgüven ve neşeden tanıyorlardı. Ayaklanma halkların üzerine bir kabus gibi çöken yılgınlık ve kederi, gecenin perdesini yırtar gibi çekip almıştı. Bu nedenle de "neşe" direnişin karakteristiğiydi.

Erdoğan'ın direnişi karalamak için kullandığı her argüman elinde kalıyordu. Öfkeden gözü dönmüş bir şekilde "Bunlar çapulcu" diye bağırıyordu. Direnişçilerden hep bir ağızdan aynı ses yükseliyordu; "Hepimiz çapulcuyuz." Çocuklarına ve direnişe karşı kullanmaya kalktığı anneler, Gezi Parkı'nın etrafında el ele tutuşarak "anneler zinciri"ni oluşturup parkı korumaya alıyordu, direnişin bir parçası oluyordu.

17 Haziran günü, Saray diktatörlüğü büyük bir saldırı başlattı. Direnişçiler barikatların başında saatlerce direndi. Ancak bu eşitsiz savaşın sonunda Gezi Parkı'nı boşaltmak zorunda kaldılar.

Şehitlerin verildiği o günleri daha sonra Kobane serhildanı takip etti. İstanbul'dan Doğu'ya doğru yayılan Haziran ayaklanması ve Amed'den Batı'ya doğru yayılan Kobane serhildanı Saray iktidarının korkulu rüyalarındandı. Erdoğan, ayaklanan ezilenlere karşı duyduğu nefreti her zaman dile getirirken, her fırsatta da direnişçileri cezalandırdı. Osman Kavala'nın yaşadıkları da bu cezalandırma politikasının bir sonucudur.

Erdoğan'ın bu korku ve nefretinin nedeni açık. Çünkü o, Gezi'nin dünde kalan bir tarih olmadığını çok iyi biliyor. Ayrıca, her diktatör gibi kendi sonunu da getirecek olanın halkın ayaklanması olduğunun farkında. Bu nedenle, hem intikam savaşı yürütürken hem de ezilenlere gözdağı vermeyi amaçlıyor. Kurma hazırlığında olduğu yeni iç savaş örgütü bekçilerin yanına mahkemeleri, hapishaneleri de koyarak korkuyu büyütmek, halkı korku ile teslim almayı sürdürmek istiyor.

O da her diktatör gibi kendi iktidarının da bir sonu olduğunu gayet iyi biliyor. Bugünlerde kendini intihar ile açığa vuran açlık ve yoksulluğun, mücadele fikri ile birleştiğinde taşıdığı yıkıcı potansiyelin gayet farkında. Bu kadar çok şiddet ve hakaretin bir gün sahibini vuracağını daha önce Gezi direnişinde deneyimledi. Diktatörün bu korkusunu büyütmek ve gerçeğe dönüştürmek ise öncelikle halkın devrimci öncülerinin sorumluluğunda. Erdoğan'ın elinde bulundurduğu şiddet ve yalan tekeline rağmen, işlerin hiç de istediği gibi gitmediğini unutmadan, ezilenleri, faşist diktatörlüğe karşı direnişe daha güçlü çağırma zamanı.

Bir emekçi daha "Bu dünya adaletsiz" diyerek yaşamına son verdi. Çıkışsızlık ve çaresizlik nedeniyle intiharın eşiğine gelen toplumu, "Kendi hayatlarımıza değil, Saray faşizmine son verelim", "Kendimizi değil, Saray'ı yakalım" diyerek antifaşist mücadeleye sevk edemezsek, bu çıkışsızlık ve çaresizlik tüm toplumu çürütecek.