19 Nisan 2024 Cuma

Ekolojik krizde son durum, bizde son durum

Çok açık bazı gerçekler var: bu kriz insan yapımıdır, doğal sürecin insan faaliyetiyle değiştirilmesidir. Bu kriz kapitalist sistemin yol açtığı bir krizdir ve ondan kurtulmadıkça geri dönüş yolu yoktur. Bu yollar belki bir zamanlar vardı ancak bu eşik geçileli çok oldu ve tekno-çözümler, ekomodernist yaklaşımlar, çevre mühendisliği çözümleri, çılgın eko-projeler bu krizi asla çözemez. Tek yol devrimdir, bir ekolojik sosyalist devrim.
Krizler bu dönemin normali. Kapitalist sistemin ve onun toplumunun krizsiz bir alanı yok. Ve bu krizler, öncekiler gibi, bir yeninin sancılarını taşısa da bu yeninin tarihin devrimci güçlerinin itici gücüyle şekilleneceği bir gelecek henüz belirsizliklerle dolu. Bugünkü durumda krizler 'normal' seviyelerinin ötesinde görünüyor. En azından küresel ekolojik kriz, bize yeniyi kurma veya yeninin kendini bildiğimiz dünya içinde üretmesi açısından zaman bırakmayacak gibi görünüyor. Amerikan Metoroloji Topluluğu'nun Ağustos başında 500'den fazla bilim insanının 65 ülkeyi incelediği 28. yıllık "İklim Durumu" raporundaki şu son verilere bir bakalım:
 
Atmosferdeki sera gazı seviyesi rekor seviyede: 2017 ortalaması 405 ppm (milyonda bir parçacık) olarak ölçüldü, ki bu seviye son 38 yıldır olan modern zamanlardaki ölçümlerin ve bilimsel bir tahminle son 800 bin yıl kadar geriye gidildiğinde ölçülen en yüksek seviye; 2016 seviyesinin 2.2 ppm üstünde. Deniz seviyesi 1993 ortalamasına göre ortalama 7.7 cm daha yüksek: küresel deniz seviyesi her 10 yılda 3.1 cm yükseliyor son ölçümlerde. Okyanusların üst katmanlarında ölçülen sıcaklık da rekor seviyelerde: ilk 600 metrede termal enerji birikmeye devam ediyor, ki, bu da okyanusların karbondioksit emme kapasitesinin düşmeye devam ettiğini gösteriyor. Kara ve okyanus birlikte ortalama yüzey sıcaklığı 1981-2010 arası ortalamasına göre 0.38-0.48 C° daha yüksek: bu 2017 yılını 1800'lerin ortalarından beri en sıcak üçüncü yıl olarak kaydediyor. Yine 2017'de küresel çapta kuraklık yaşayan alan miktarı yılın başında önce hızla düşerken yılın geri kalanında hızla ortalamaların üzerine çıktı. Arktik maksimum buzul kaplama alanı son 38 yıldaki ölçümlerin en düşüğüne ulaştı: uzun dönem ortalamasının yüzde 25 daha azı bir azami alan Arktik buz denizi olarak kaydedildi. Keza Antarktika da, 1978'den beri kaydedilen uydu görüntülerinde, 1 Mart 2017'de 2.1 milyon kilometrekare kaplı buzul alanı ile en düşük seviyesini gördü. Mercan resiflerinin hızlı yok oluşu da devam etti: 2014 Haziranı'ndan Mayıs 2017'ye kadar olan sürede resiflerin yüzde 95'i iklim değişiminden etkilendi veya tamamen öldü.
 
Bu genel veriler, bunların iklim değişiminde ne anlama geldiğini bilenler için ekolojik krizin bilim insanlarının modellerinde tahmin ettiklerinden daha hızlı geliştiği anlamına geliyor. Tahminlerinde mütevazi davranan bilim insanları, sorunun çözümünde tıpkı dünyadaki devrimci güçler gibi geç kalıyor. Bilim, ekolojik krizini bilimsel olarak ele almakla yetiniyor şimdilik.
 
Raporda dünya üzerindeki hassas bölgelerin detaylı analizleri de yer alıyor. Sadece üzerinde yaşadığımız Ortadoğu-Balkanlar coğrafyası için değinilen kısımdan bazı verilere değinmek gerekirse: 2017 Temmuz ayı, Kıbrıs, Ürdün, İsrail gibi çoğu ülkede kayıtların tutulmaya başlandığı zamandan beri kaydedilen en sıcak ay oldu; Temmuz ayı ortalamalarının ortalama 2-2,5 °C üzerine çıkıldı. Balkanlar'da yağışlar normal seviyenin yüzde 20 altına düştü ve yaz boyunca sıcaklık dalgaları yaşandı. Dünya'nın geri kalanında ise Sahraaltı Afrikası, Avustralya, Güney ve Güneydoğu Asya, Latin Amerika özellikle iklim krizi karşısında hassas bölgeler olarak öne çıkıyor. Porto Riko'da yaşanan devasa kasırgada toplam ölen sayısının gizlendiği bir skandalın patlak vermesi üzerine bu tür aşırı iklim olaylarının çok daha ciddiyetle ele alınması konusu tekrar ön plana çıktı.
 
Kendini en çok iklim değişiminde ve onun sonucu olan aşırı iklim olaylarında gösteren küresel ekolojik kriz sadece iklim verileriyle değil gezegenin canlı yaşamını destekleme kapasitesini belirleyen her alanda kendini bilimsel olarak ortaya koyuyor, hem de çok uzun zamandır. Kutup ayılarının yok olmasının umursanmadığı 90'lardan çok hızlı bir şekilde Hindistan'ın Kerala eyaletinde ölen 500 kişiye, Kanada'da aşırı sıcaklardan ölen onlarca kişiye, Japonya'da yine sellerde ölen yüzlerce kişiye, Yunanistan'da günler süren devasa yangınlarda ölümleri tetikleyen yanlış şehirleşme politikalarına ve Afrika'da tarım yapma olanakları tükenen onbinlerin göç yollarına düşüp Avrupa'nın çeperlerinde mülteci konumuna düşmelerine çok hızlı şekilde geldik.
 
Çok açık bazı gerçekler var: bu kriz insan yapımıdır, doğal sürecin insan faaliyetiyle değiştirilmesidir. Bu kriz kapitalist sistemin yol açtığı bir krizdir ve ondan kurtulmadıkça geri dönüş yolu yoktur. Bu yollar belki bir zamanlar vardı ancak bu eşik geçileli çok oldu ve tekno-çözümler, ekomodernist yaklaşımlar, çevre mühendisliği çözümleri, çılgın eko-projeler bu krizi asla çözemez. (Tekno-çözümlerin neden krizi çözemeyeceğini başka bir yazıya bırakıyorum). Tek yol devrimdir, bir ekolojik sosyalist devrim. Bu büyük hedefin ağırlığı altında ezilmeden bugün bu krizi mücadelenin yol açıcı bir momentine dönüştürmek ise asıl tartışmak istediğim nokta.
 
Ne zaman ekoloji mücadelesi konusu açılsa önce aşırı iklim olayları, sonra da maden-HES-termik karşıtı direnişler ve şehirlerde yaşam alanı direnişleri akla gelir. Bunlar yakıcıdır, kendiliğinden kitle hareketi yaratır. İnsanların günlük yaşamını doğrudan etkiler, öyle ya da böyle insanları politikleştirir. Bu direnişler ve kendiliğinden hareketler kendi başına süreklileştirilebilecek toplumsal muhalefet odaklarını oluştursa da sınırlarının neler olduğuna da yakın tarihte pek çok örnekte tanıklık edilmiştir. Ama bu sınırlar sadece bu hareketler için geçerli değildir ve ekoloji mücadelesi sadece bunlar değildir.
 
Şehir ve kırsaldaki yaşam alanı mücadelelerle veya ikincil doğa diye geçen insan dışı doğanın insanın ekonomik faaliyetiyle dönüştürülmesinin yine insan üzerine etkisinden doğan, yani bu bahsedilen enerji santrallerine, maden-petrol arama projelerine karşı mücadelelerle sınırlanan bir ekoloji mücadelesi meseleyi politik mücadele alanının, birincil toplumsal sorunların dışında sadece zarar gören kesimlerin ilgi alanında kalan bir meseleye indirger. Burada sistemin krizinin farklı görünümlerinin bir bütünlük içinde ele alınamaması mücadeleyi yönlendirenlerin bu indirgemeye nesnel olarak katkı sunmaları anlamına gelir. Bugün herhangi bir toplumsal sorununun ekolojik krizle bir bağının olmamasına olanak yoktur. Analizlerdeki görüş açısı da çözüm önerileri de bunu hesaba katmak zorundadır.
 
Bir de ekonomik kriz mevzusu var. Aylardır neden ekonomik krize girdiğimiz, krizin nasıl gelişeceği, politik sebepleri, olası sonuçları, uluslararası etkileri, işçi sınıfı ve emekçilere etkileri, iktidarın olası adımları, çıkmazları, velhasıl kelam enine boyuna tartışıldı bu konu. Dendi ki ana büyüme kolonlarından olan inşaat sektörü ilk etkilenecek alanlardan; damadın açıkladığı kısa dönem ve açıklayacağı orta dönem ekonomi programı krizin faturasının nasıl paylaştırılacağını belirleyecek, kimin kurtarılacağını, kimin batacağını. Kanal İstanbul ve diğer mega inşaat projelerinin ilk 100 günlük planda yer alması ve 16 maddelik destek paketi adımları kimin kurtarılacağı konusunda fikir de veriyor elbet. Yani ekonomik kriz de diğer her kriz gibi yükünü ezilenlerin sırtına yükleye yükleye ama muhalefetin de günübirlik takibinde, kaydediciliğinde yuvarlanıp gidiyor. İşte ekoloji mücadeleleri bu plansızlık içinde mücadelenin önünü açacak kendiliğinden bir alan olarak önümüzde duruyor. Bir gün Çorlu'da tren raydan çıkıyor, bir gün İstanbul'da bina çöküyor, bir gün Ordu'da binlerce ton fındık heba oluyor. Bunların ve daha birçok olayın ortak noktası bütünlüklü bir ekoloji mücadele hattının konusu olmasıdır.
 
Son olarak bir de "aynı gemide olmadığımızı" dile getirdiğimiz ekonomik krizden çıkış tartışmaları var. Detaylı ve derin ekonomik analizlere girmeden sadece birine değinmek gerekirse; Abstrakt Dergi Politik Ekonomi Çalışma Grubu'nun kaleme aldığı ekonomik krizden halkçı çıkış programını bir de ekolojik gözle ele almakta fayda var. Evet, bu bir ekonomi programı ve somut çözüm önerileri de bugünkü krizin yapısal çöküntü noktalarına odaklanıyor. Ama bütüncül bir çözüm ve sürdürülebilir (!) bir gelecek istiyorsak işin içine dünyanın, yaşadığımız coğrafyanın doğal sınırlarını da mutlaka katmak zorundayız. Tarımda kooperatifleri desteklerken, planlı üretimi savunurken Ordu'da yok olan binlerce ton fındığın hangi planın neresinde yer tutacağından bahsetmek gerekir; Konya ovasındaki tükenen tarımsal sulama sularından, kuruyan göllerden, düşük rekoltelerden, kimyasal gübre kullanımından, her yerelin özgün ekolojik sorunlarından. Genelde şehirlerin henüz altyapısı oturmamış ücra yerlerinde TOKİ'nin yaptığı arı kovanı-hapishane konseptli toplu konutların kamulaştırılması, dağıtılması da keza bu evlerin sosyolojik, ekolojik etkilerinden bağımsız ele alınmamalıdır. Sera gazı salınımının yüksek olduğu istihdam alanlarının dönüşümü konusu mutlaka sendikal taleplerin arasında yer almalı, özellikle ithal kömüre dayalı termik santral ve kar güdüsüyle planlanmış her HES, JES, RES böyle bir çıkış programının içinde yer bulmalıdır. Bunların her biri çok somut olarak ekonominin konularıdır. İşçi sınıfı ve ezilenlerin ekonomik talepli mücadeleleriyle iç içe geçmiş konulardır. Sınıf mücadelesinin doğal bir parçasıdır. İnsanın her ekonomik faaliyeti doğa üzerinde bir etki bırakırken sınırlı doğa da ekonomik faaliyetin sınırlarını belirler: yani planlı ekonomi ve doğal sınırlar arasında diyalektik bir ilişki vardır, birinin diğerinin alt konusu olması insanlık adına sürdürülebilir değildir.
 
Tekrar etmek gerekirse, ekolojik krizin toplumsal olarak kapladığı alan hiç görülmemiş düzeydedir, antifaşist mücadelenin önünü açacak nüveleri içinde barındırmaktadır. İhtiyaç duyulan şey örgütlü bir şekilde kendiliğinden hareketlere cesaretle öncülük etmektir. Tabi bundan da önce bu konuda söyleyecek sözümüzün olması gerekir, bir stratejimizin olması gerekir.