21 Aralık 2024 Cumartesi

Cemil Aksu yazdı | Sistem, deprem, siyaset

Felakette "her şeyini kaybedenleri" çaresizliğe, kaderciliğe terk etmemek ve acısını, öfkesini felaketin esas müsebbibi olan iktidara yönlendirmek hem gerçek bir sağaltım hem de esas siyasi görevdir. Sol, sosyalist siyasetin, pandemi ve deprem olmak üzere, yakın zamanımızdaki iki büyük felaket anında gerçek rolünü oynamadığının altını çizmek gerekir. Deprem sürecinde toplumdaki seferberlik, iktidarın OHAL ilan ederek bölgeyi bir an önce enkazdan "temizlemek" ve inşaat şirketlerine alanı açmak için giriştiği hamleleri boşa çıkaracak, hem yıkımın hem de arama-kurtarma ve diğer yardımların sağlanmamasından, çadır pazarlığı yapanlardan, sorumlulardan gerçekten hesap soracak bir yöne, örgütlülüğe dönüştürülemedi.

Kapitalizm, bugün felaketleri kendi yaşam kaynağına çeviren ve bizzat felaket yaratarak kendi varoluşsal krizini aşmaya, yaşamını uzatmaya dayanan bir sistemdir. Deprem, kasırga gibi öngörülebilir doğa olaylarının sebep olduğu yıkımlar, sistemin genel işleyişini kesintiye uğratmıyorsa, devlet ve şirketler kesinlikle kılını bile kıpırdatmaz. Yaşanacak doğa olayının neden olacağı yıkımı engellemek için sorumluluk bireylere yüklenerek, piyasa ilişkileri içinde çözümlerin geliştirilmesine mahkum edilir. Ancak sistemin genel işleyişini krize sokan bir durum olduğunda devlet harekete geçirilerek, gerekli altyapı, eğitim, sağlık yatırımları gerçekleştirilir. Bunun dışında, sistemi toplum sağlığı, refahı için adım atmaya mecbur bırakacak tek şey, elbette sistemin mağdurlarının mücadelesidir.

Türkiye'nin deprem gerçekliğine rağmen (hangi burjuva partinin iktidarda olduğundan bağımsız olarak) devlet tarafından cumhuriyet dönemi boyunca yürütülen politikalar, halkın konut/barınma sorunlarını çözmeyi değil, kentleşme ve nüfus arttıkça kent arazilerini ranta çevirmeyi esas almıştır. Devletin tüccar ve sanayi sermayesinin çıkarlarına göre uyguladığı sanayileşme, kalkınma politikaları nedeniyle kentlere göç etmek zorunda bırakılan halk, barınma sorununu fabrika çevrelerinde barakalar kurarak, sonrasında da gecekondu mahalleleri kurarak, kendi imkanlarıyla çözmeye çalışmıştır. Gecekondulaşma sayesinde, devlet ve sermaye sınıfı, emeklerini sömürdüğü işçilerin barınma, sağlıklı bir yaşam sürme gibi maliyetlerinden kurtulmuş, dolayısıyla emek gücünü daha ucuza mal etmeyi sağlamıştır. Ne zaman ki, gecekondu mahalleleri toplumsal muhalefetin kaleleri olmaya başlamışsa, ne zamanki yeni rant alanlarına ihtiyaç duyulmuşsa o zaman "gecekondular"ın ne kadar "çirkin", "sağlıksız", "çürük" vb. olduğunu ileri sürerek yıkım ekipleri göndermeye başlamıştır.

Türkiye'de şehirleşme hiçbir zaman şehircilik bilimi, demokratik katılımcı süreçlerle üretilmiş planlar ve bu planlara sadakat temelinde gelişmemiştir. Bilakis, parça parça, mahalle mahalle planlamalarla kentleşme ilerlemiş, toplamda saçma birer kolaja dönüşmüş, "çarpık kentleşme", "beton kentler" oluşmuştur. Bu açıdan Türkiye'deki hiçbir kent yaşanılabilir mekan değildir. Kentler kimliksiz, yere, yerin jeolojik, ekolojik, tarihi/kültürel özelliklerine özgü olmayan, tek tip, sağlıksız bir yapı yığınından başka bir şey değillerdir. Çeperlerinde her türlü adi suç da döner, merkezlerinde mali sermayenin en kirli işleri de. Dev AVM'lerle yabancılaştırıcı bir sosyalleşme kültürü de vardır, ezilenlerin izole edilip erişemediği çitlenmiş zengin muhitleri de. Bu nedenle de her açıdan sorunlu, sorunları da daha da katmerleştiren bir süreçtir cumhuriyet döneminde yaşanan kentleşme.

Osmanlı'dan cumhuriyete ve bugüne kadar gelen kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesine bağlı olarak "muasır medeniyet seviyesi"ne erişmek adına uygulanan ekonomik politikaların yarattığı kentleşme sorunlarının mevcut sistem içinde çözülmesi çok büyük kamu kaynaklarının seferber edilmesine bağlıdır. Böyle bir şeyin yapılabilmesi de ancak, kamu kaynaklarından sermayeye aktarılan fonların kesilmesine, bu da yetmez, örneğin büyük kısmı kamu kaynaklarını sömürerek bugünkü gücüne erişen başta inşaat şirketleri olmak üzere, sermayenin bazı kaynaklarına el konulmasını gerektirir. Aynı zamanda savaşa, orduya ve Suriye'de kullanılan paramiliter ÖSO gibi güçlere aktarılan bütçenin de daraltılması gerekir. Fakat bu da yetmez, Diyanet gibi "kamu "kurumlarına aktarılan bütçelerin de depreme, kentleşmenin sorunlarının çözülmesine aktarılması gerekir. Bugün ve dün de, yarın başka bir burjuva partisi de işbaşına gelse, Türkiye'nin deprem gerçekliğinin yarattığı sorunları çözebilmesi için bunları yapmak zorundadır.

Fakat dün olduğu gibi bugün de devlet/iktidar, deprem gibi felaketlerle karşı karşıya olan halkın güvenli, sağlıklı ve borç kölesi olmadan yaşayabileceği sosyal konutlar sağlamak yerine, savaşa, Diyanet'e, sermayeye kaynakları ayırmayı tercih ediyor. Sermaye sınıfı ve onların devleti, depremleri ekonominin çökmesi, egemenliklerinin çökmesi, küresel sistemdeki pozisyonlarının gerilemesi vb. bakımından bir risk olarak görmüyor. Bilakis, deprem nedeniyle on binlerce insanın (hele ki, yaşlıların, hastaların, engellilerin) ölmesini, milyonlarca binanın çökmesini, arabaların vb. kullanılmaz hale gelmesini, nüfusun değişimi, pazarın canlanması, iş gücünün ucuzlaması, kent içlerinde boş arazilerin oluşması vb. olarak görüyor.

Devletin bu kadar soğukkanlı hareket ettiğini 6 Şubat depremi sonrasındaki pratiğinde çok net gördük. Olası Marmara depreminin yaratacağı yıkımdan da en az zararla çıkmak için yaptıkları tek plan, fabrikaları deprem riski olmayan bölgelere taşımaktır. Diğer planları da deprem tehdidi ile inşaat şirketlerine, finans sermayesine karlı yeni yatırım imkanları açacak projeler geliştirmek için mevcut yerleşim alanlarını "riskli alan", "rezerv alan" ilan ederek buraları rant değeri yüksek alanlara çevirmek ya da İstanbul'da 3. Havalimanı yanında planladıkları "Yenişehir" gibi yeni alanları yapılaşmaya açmaktır. İktidar, 6306 sayılı yasa değişmeden önce 22 bin hektarı Kanal İstanbul projesi çeperinde olan toplamda 38 bin 830 hektar büyüklüğündeki bölgeyi rezerv alan ilan etti. İlan edilmiş rezerv alanlara toplamda 2 milyon 850 bin nüfusun taşınması öngörülürken, İBB tarafından imar planlarına dair açılmış 47 ayrı dava bulunuyor.

Fakat bu tür projelerin de gerçekleşmesi birçok faktöre bağlıdır. 6 Şubat depreminden sonra iktidar yeni bir inşaat dalgası yaratarak hem istihdam sorununu azaltmak, hem de inşaat üzerinden diğer sektörleri de harekete geçirerek yeni bir yüksek büyüme oranı yakalamak için harekete geçti. Deprem bölgesinde afet, zeytincilik, toprak ve sulak alanların korunması, planlama, şehircilik, özel mülkiyet hakları ile ilgili bütün yasa ve yönetmeliklerin ilgasıyla Antakya'da Asi Nehri'nin iki yanının, bazı tarihi ve kültürel alanların rezerv alanı ilan edilerek turizm bölgesine dönüşümü için harekete geçilmesi ya da bir yıl içinde 319 bin konutun yapılması gibi planlar sermayeye uygun mali koşullar ve garantiler sağlanmadığından yeterince ilgi görmemiş olacak ki, bir yılda ancak şubat sonuna kadar ancak 45 bin 901 konut hak sahiplerine teslim edilecek. Bu sayı mart sonunda toplam 75 bin 364'e ulaşacak. Sermaye sahiplerinin ve temsilcilerinin acelesi yok kuşkusuz, ne de olsa kışın soğukta yazın sıcakta çadırlarda yaşamak zorunda kalanlar onlar değil.

Durum bu iken deprem, doğa olayları ya da pandemi, seller, aşırı sıcaklar gibi sorunlar genellikle "politika üstü" konular haline getirilmeye çalışılıyor. Böylece bu olayların/sorunların yarattığı insani felaketin toplumsal nedenleri ve siyasi boyutlarının üstü örtülerek, olaylar karşısında oluşan duyarlılık ve tepki bir an önce mağdurların yaralarının sarılması gibi insani bir dayanışma faaliyeti ile sınırlı bir toplumsal seferberlikle sınırlandırılmaya çalışılıyor. Böylece aslında en fazla hücuma açık olduğu bir anda sistem kendini garantiye alıyor; bütün öfkenin, enerjinin dayanışma faaliyetlerine akmasını sağlıyor. Kuşkusuz bir felaket anında enkaz altındaki canların kurtarılması, sağ kurtulanları bir battaniye ile sarmalamak çok değerli bir insani ve siyasi faaliyettir. Ama felakette "her şeyini kaybedenleri" çaresizliğe, kaderciliğe terk etmemek ve acısını, öfkesini felaketin esas müsebbibi olan iktidara yönlendirmek de hem gerçek bir sağaltım hem de esas siyasi görevdir.

Bu açıdan sol, sosyalist siyasetin, pandemi ve deprem olmak üzere, yakın zamanımızdaki iki büyük felaket anında gerçek rolünü oynamadığının altını çizmek gerekir. Deprem sürecinde toplumdaki seferberlik, iktidarın OHAL ilan ederek bölgeyi bir an önce enkazdan "temizlemek" ve inşaat şirketlerine alanı açmak için giriştiği hamleleri boşa çıkaracak, hem yıkımın hem de arama-kurtarma ve diğer yardımların sağlanmamasından, çadır pazarlığı yapanlardan, sorumlulardan gerçekten hesap soracak bir yöne, örgütlülüğe dönüştürülemedi. Ulusal ve uluslararası alandan gerçekleşen dayanışmanın gerçekten halkın ihtiyaçları doğrultusunda planlı bir şekilde kullanılmasını sağlamak, yaşanan hak kayıplarının takibi, TMMOB'a bağlı mimar, mühendis, şehir plancılarının katılımıyla yıkılan kentlerin yeniden inşası konularında bütünlüklü politikalar oluşturulamadı. Partiler ve demokratik kitle örgütleri her biri kendi imkanları ile sahada bazı faaliyetlerde bulunmayı tercih etti. Bunu gücü yettiği ölçüde yapmaya çalışanlar ise olanak ve güçlerini ortaklaştıramadı. Depremin birinci yıldönümünde gerçekleşen anmalar bile yer yer parçalıydı.

Deprem gerçeği, siyasi iktidarın faşist niteliği ve toplumsal muhalefetin parçalılığı içinde bulunduğumuz durumun özeti. Bu durumu değiştirecek şey, hiç kuşkusuz toplumsal muhalefetin ortak bir strateji ya da hedef etrafında bir oluşu olacaktır. Toplumsal muhalefete hakim olan anlayış, tabandan örgütlenmeler geliştirmek yerine seçimlerle iktidardan kurtulma stratejisine bağlı hareket etmek. Başkanlık ve milletvekili seçimlerinde bu strateji başarısızlığa uğradı. Hatta, bu strateji nedeniyle "açık çek" verilen CHP, ırkçı faşist gruplarla bakanlık anlaşmaları yapabilecek kadar pervasızlaşabildi. Depremin yıldönümünde yine bir seçim ve yine aynı strateji ile sol partiler yerel yönetimlerde iktidara gelmek için "ince hesaplar" yapmakla meşgul. Karşı karşıya olduğumuz sorunların büyüklüğü, ağırlığı karşısındaki bu küçük hesaplar, herkesten daha iyi hesap yapabilecek durumda olan iktidarın şiddeti karşısında toplumu çaresiz kılıyor. Bugün karşı karşıya olduğumuz asıl felaket de bu: Faşizmin toplumsallaşması.