28 Mart 2024 Perşembe

Ayaklanma politik-örgütsel ve askeri eylemdir

Bir sadeleşmeye ihtiyaç var. Çünkü ayaklanmaya hazırlanmak demek, muğlak bir görev tarifi değil; somut politik-örgütsel ve bir o kadar da askeri gereklilikleri yerine getirmektir. Hazırlığın gelip dayandığı yer burasıdır. Bu husustaki yetmezlikler de dolaysız biçimde iktidar görüş açısındaki bulanıklığa tekabül eder. Mevcut zayıflıklar hazırlık anının örgütlenmesinde olduğu gibi anın yönetilmesinde de kendisini gösterir. Açık ki yaşanan devrimci önderlik sorunudur.
 

Şili, Ekvador, Bolivya, Haiti, Arjantin, Cezayir, Lübnan, Irak, Endonezya... Çok değil, yaklaşık yirmi yıl kadar önce, dünya devrimci hareketinin henüz yenilgi ikliminden çıkamadığı tarihsel bir kesitte burjuvazi "Ayaklama yüzyılına hoşgeldiniz" diyordu. Öyle de oldu. Emperyalist küreselleşmenin neoliberal yıkım politikalarına ilk başkaldırı Latin Amerika'dan geldi. Ardından emperyalist merkezlerin kent meydanları ezilenlerin öfkesiyle doldu. Arap halk hareketleri kapitalizme karşı öfkeyi özgürlük ve adalet talebiyle kopmaz bağlarla birleştirdi. Yüzyılın ilk devrimi olan Rojava, bu isyan dalgasının devrimci doğumuydu. Bugünse dünyanın sokaklarını ezilenlerin eşzamanlı isyan hareketi dolduruyor. Yoksullaştırma saldırılarına karşı yükseltilen eşitlik talebi, faşizme karşı özgürlük haykırışıyla iç içe geçiyor. Gerçek, Şili halkının haykırdığı gibidir: "Neo-liberalizm burada doğdu, tüm dünyada can çekişiyor."

Lakin, burada bir gerçeğe işaret etmek, olanak ve riskleri belirginleştirmek gerekiyor. Birincisi, ayaklanma ve isyanlar zamandaş biçimde tüm dünyada yaygınlaşacak. Bu ne iyimserlik ne de kehanettir. İkinci olarak ise bugüne kadarki isyan ve ayaklanma hareketlerinde ciddi bir devrimci önderlik sorunu yaşandığıdır. Tüm yıkıcı ve kurucu potansiyeline rağmen eğer devrimler sürecinin kapısı aralanamıyorsa, bu sorunun can yakıcılığı ortadadır. Sokaklara çıkan, can pahasına direnen ve şehitler veren milyonlar neye karşı isyan ettiğini çok iyi biliyor; ama henüz kurucu bir radikal değişim programı oluşturamıyorlar. Eskisi gibi yönetilmek istemeyenler yeniyi ortaya koymakta zorlanıyor.

Elbetteki bu dolaysız biçimde devrimci önderlik ve ayaklanmayı yönetme sorunudur. Bu boşluk doldurulmadığı sürece, yükselen devrimci potansiyelin zamanla sistem içileşme riski artacak. Aciliyetli görev, ayaklanmaların göz kamaştırıcı alevlerinin içerisinden devrimci önderlik için yol ve biçimler çıkartmak, her coğrafyada ortak olan bu gerçeğin varlık nedenini ortaya koymak ve buna uygun yanıtlar oluşturmaktır.

HAREKETİN KARAKTERİNİ ANLAMAK: PEKİ NE İÇİN?
Ayaklanma ve isyanlar, yeryüzünün ezilenlerine umut taşıdığı gibi emekçi sol hareketlerin ve devrimci örgüt-partilerin de haklı ilgisine mahzar oldu. Ancak hem Türkiye hem de dünyanın farklı coğrafyalarındaki sol-devrimci hareketlerin halk ayaklanmasıyla kurduğu ilişki, analizciliğin sınırlarında dolanıyor, nesnel durumu açıklamakla yetiniyor. Tüm dünyayı saran ve ve birbirine oldukça benzeyen isyanların devrimci öncülere yüklediği görevler ise tartışmaların kıyısına yerleştiriliyor.

Elbette ayaklanmanın karakterini, isyana katılan toplumsal kesimlerin durumunu, halk hareketini doğuran nedenleri analiz etmek önemli olduğu kadar zorunludur. Ancak esas olan bu analiz ve değerlendirmelerin devrimci öncünün önüne politik-askeri-örgütsel görevler koymasıdır. Ekim Devrimi'nden bu yana derimci partiler ayaklanma anında savaş partisine dönüşmekle yükümlüdür. Bunun anlamı, devrimci öncülerin yeni duruma uygun biçimde kendisini örgütleyebilmesidir. Tartışmanın çubuğunu buraya bükmek ve mevcut ayaklanma deneyimlerinden böylesi sonuçlar çıkartmak, tüm ayaklanmalar için de ön açıcı olacaktır.

Bu bakımdan yalnızca Latin Amerika'daki halk hareketleri değil daha öncesinde yaşanan ayaklanma dalgalarında da büyük benzerlikler gözlemlemek mümkün. Hemen hepsinde ayaklanmanın "kendiliğinden" niteliği belirginken ayaklanmayı oluşturan sosyal ve toplumsal çelişkiler de ortaktır.

Mevcut ortaklığın zemini emperyalist küreselleşmenin neo-liberal yıkım politikalarına ve mali ekonomik sömürge olmanın getirdiği yoksullaştırma saldırılarına duyulan öfkedir. Çürümüş iktidarlar, otoriterleşen rejimler, yolsuzluk, talan ve hırsızlık kitleleri isyana sevk eden diğer etmenlerdir.

Faşist rejim ya da dikta yönetimlerine karşı politik özgürlüklerin kazanılması ve demokratik hakların kullanımı için mücadele, dünya ölçeğindeki hareketlerin üzerinden atlanılmaması gereken birleştiricisidir. Mevcut ayaklanmalarda bardağı taşıran son damlalar farklılaşsa da, isyanlar hızlıca özgürlük ve adalet talebinin arkasında konumlanmaktadır. Kadın özgürlük mücadelesi, hem talepleri hem de kadın kitlelerin katılımıyla, adalet ve özgürlük isyanına rengini veren öznelerin başındadır.

Yine farklı toplumsal kesimler isyan hareketinin içerisindedir. İşçiler, emekçiler, kent yoksulları, politik özgürlükten yoksun ezilen toplumsal kesimler, çözülerek proleterleşen sınıflar, işsizler, özgürlük talepleriyle orta sınıfların kimi bölükleri ayaklanmanın içerisinde mevcuttur. Ancak hareketin sınıfsal karakteri tartışmasız biçimde emekçi sınıflara aittir. Bu nitelik, henüz topyekun bir kapitalizm karşıtlığına ve onun alternatifi olarak devrimler ve sosyalizm arayışıyla bütünleşmese de, mevcut sınıfsal karakter bu karşılaşmayı yakınlaştıracak sonuçlar doğuracaktır.

ESKİ ÖLDÜ, YENİ DOĞAMIYOR
Ayaklanma ve isyanların kaçınılmazlığı, tüm dünyadaki devrimci ya da sol hareketlerce biliniyor ve buna uygun olarak da dillendiriliyordu. Takip edildiğinde görülecektir ki, halk hareketlerinin yaygınlaşacağı konusunda hemen hiçbir aykırı ses bulunmuyordu. Ayaklanma üzerine tahlil ve değerlendirmelerde bulunanların dönüp dolaşıp geldiği yer de burasıydı. Ancak sürmekte olan ayaklanmaların gösterdiği ve daha önceki deneyimler, değerlendirmelere uygun bir devrimci önderlik ve isyanı yönetme hazırlığı olmadığı yönündedir.

Burada bir sadeleşmeye ihtiyaç var. Çünkü ayaklanmaya hazırlanmak demek, muğlak bir görev tarifi değil; somut politik-örgütsel ve bir o kadar da askeri gereklilikleri yerine getirmektir. Hazırlığın gelip dayandığı yer burasıdır. Bu husustaki yetmezlikler de dolaysız biçimde iktidar görüş açısındaki bulanıklığa tekabül eder. Mevcut zayıflıklar hazırlık anının örgütlenmesinde olduğu gibi anın yönetilmesinde de kendisini gösterir.

Açık ki yaşanan, devrimci önderlik sorunudur. Ve bu sorunun hemen tüm coğrafyalarda benzer biçimde zuhur etmesi tesadüf değil. Tüm dünyayı saran ve sol hareketin yakın tarihine damga vuran varlık biçimi bunu gösteriyor. Özellikle Latin Amerika'da sürmekte olan isyan süreçleri bu nesnelliğin hangi zeminlerde açığa çıktığına işarettir.

Hatırlayalım, 90'lı yılların başında kapitalizm yalancı zaferi ilan ediyordu. Bu bozgun havası radikal devrimci hareketleri hızla yol ayrımına sürükledi. Ağırlıklı eğilim, düzen sınırlarını tercih etmek ve burjuva parlamentarizminin kanatları altında kendisine yer edinmek oldu. Özellikle Latin Amerika'nın efsanevi silahlı örgüt ve yöneticileri birer birer yasal partilerin kuruluş aşamasına geçtiler. Her fırsatta silahlı mücadeleye gerek olmadığını ve büyük yanlışlar yapıldığını anlattılar. Artık maceracılığa gerek yoktu, dünya değişmişti ve şiddet çözüm olmanın uzağındaydı.

Ne mi oldu? Önce iktidar reddedildi, buna bağlı olarak silahlı savaşımın ihtiyaçları rafa kaldırıldı. Sokak hareketinin bütün militanlığa rağmen, düzen dışı yollar denenmedi. Bu uzun yıllar altında kadrolar da ayaklanma ve savaş fikriyatından uzaklaştı. Bunun dolaysız sonucu da ayaklamanın politik-örgütsel-askeri hazırlıklarına yabancılaşmak oldu. Lakin bu satırlar yalnızca Latin Amerika'ya özgü değildir. Aşılması gereken konjonktürel bir durumdur.

Bugün yaşanan yeni bir doğum sancısıdır. Kitlelerin devrimci dinamizmi, sol hareketleri yenilenmeye ve devrimcileşmeye zorluyor. Ya bu başarılacak ve devrimci süreçlere önderlik edilecektir. Ya da kitleler geri çekilecek ama yarın için yeni devrimci önderlikleri süreç içerisinde bağrından çıkaracaktır.

AYAKLANMA POLİTİK-ÖRGÜTSEL VE ASKERİ EYLEMDİR
Her devrimin bircik olduğu ve kendi özgün yolunu çizdiği bilinir. Özellikle geçtiğimiz yüzyılın siyasi ayrım çizgileri devrimlerin izlediği stratejik farklılıklara göre oluşmuştur. Kentlerin kırlarla kıyaslanması, savaşın hangi coğrafyada gerçekleşeceği, devrimin öncü gücünü hangi sınıfların oluşturacağı, uluslararası saflaşmanın da ağırlık merkezidir. Bugünse devrimlerin gelişim güzergahında belirgin bir ortaklaşma söz konusu. Mevcut ayaklanma ve isyanlar, dünyanın hemen her yerinde kentlerin belirleyici olduğunu, şu ya da bu şekilde olmakla birlikte kent savaşlarının kaçınılmazlığını ortaya koymuştur.

Öyleyse tüm politik-örgütsel ve askeri hazırlıklarla birlikte devrimci öncüler için güçlü bir kent hakimiyeti zorunludur. Ayaklanma son kertede maddi bir çarpışmaysa ve her çarpışma bir mevzilenme sorunuysa, kentlerde nasıl mevzileneceği, hangi yol-cadde-meydanların tutulacağı, kent içindeki karşıdevrim örgütlenmelerinin varlık ve hareket biçimi önceden bilinmek zorundadır.

Ayaklanma, kitleselleşmiş bir şiddet eylemidir. Bu eylem, doğası gereği kendisini var edecek araç ve biçimlere de ihtiyaç duyar. Ve bu ciddi bir hazırlığın söz konusudur. Bu hazırlığın olmadığı koşullarda, ezilenler egemenlerin şiddeti karşısında çıplak kalacak, karşıdevrimci saldırıyı yanıtlamada gecikecektir.

Bugünkü ayaklanmaların gösterdiği, devletin iç savaş örgütlenmesi olan polis ve ordunun ivedilikle ayaklanmayı ezmek için konumlanmasıdır. Son ayaklanmalarda yüzlerce isyancı, daha ayaklanmanın ilk günlerinde katledilmiştir. Sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasakları peşi sıradır. Bu koşullarda polis ve profesyonelleşmiş ordunun parçalanmasını ve saf değiştirmesini beklemek kısa ve orta vadede mümkün değil. Bunun anlamı, ezilenlerin eğitimli ve profesyonelleşmeye doğru giden öz savunma örgütlerini şimdiden inşa etmeye başlamaktır.

Ayaklanmaların işaret ettiği bir diğer olgu ise kimi iktidar alanları kurmanın zorunluluğudur. Bu iki biçimde düşünülmeli. İlk olarak ayaklanmaların genel gelişim seyri büyük meydanların özgürleştirilmesi ya da uzun süre denetim altına alınması biçimindedir. Ancak, bu ayaklanmanın itilim ve moral gücü olduğu kadar, zaman içerisinde onu sıkıştıran, devrimci enerjisini soğuran ve etki alanını sınırlayan hallere dönüşebiliyor. Öyleyse ayaklanmanın nerelerde yaygınlaştırılacağı, etki alanın hangi yönde geliştirileceği önceden bilince çıkartılması ve hazırlanılması gereken hususlardır.

İkinci olarak ise ezilenlerin bilincine etki etme ve politika yapma aracı olarak küçük iktidar nüveleri hedeflenmelidir. Örneğin bütün kitleselliğine rağmen, en yerel düzeydeki devlet kurumlarının dahi işgal edilmemesi, onların işleyişinin bozulmaması düşündürücüdür. Bütün olanaklara rağmen hiçbir yönetim ve hizmet örgütlenmesi ayaklanmacılar tarafından ele geçirilmemiştir. İktidar görüş açısındaki zayıflık bu ve benzerlerinde aranmalıdır.

Elbette ki ayaklamanın politik ve örgütsel olarak hazırlanması gereken diğer biçimleri mevcuttur. Devrimci öncünün doğru politik talep ve şiarları belirlemesi, yeni örgütler inşa etmede cesaretli davranması, halk hareketlerinin birleşik karakterine denk düşen sorumluluklar üstlenmesi ve bunların yanına eklenebilecek bir dizi önemli görevleri saymak mümkündür. Ancak bugüne kadar unutulan ya da çokça tartışma konusu edilmeyen ayaklanmanın maddi bir çarpışma ve iç savaş başlangıcı olduğudur. Tüm politik ve örgütsel hazırlıklar yapıldığında dahi askeri görüş açısı ve buna uygun hazırlık zayıfsa, ayaklanma da yenilgiye doğru yakınlaşacaktır.

Bu konuda Lenin hatırda tutulmalıdır. O, 1905 Devrimi'nin ardından kaleme aldığı yazılarında ayaklanmanın bir savaş biçimi olduğu ve bütün örgütlenmenin bu yönde değiştirilmesi gerektiğini yazar. Örgütsel ve politik teorileştirmelerinin hepsi ayaklanma anını yönetecek savaş partisini yaratmak içindir. Ekim ön günleri için de durum aynıdır. Bu sürece damgasını vuran ve devrimci mücadelenin amentüsü olan Nisan Tezleri ve hemen ardından Devlet ve Devrim çalışması ayaklanma anını yönetmek ve devlet aygıtını parçalamaya odaklanmıştır. Lenin'in mirası politik-örgütsel gereklilikleri askeri ihtiyaçlarla birleştirmek ve ona göre örgütlenmektir. Bu yol takip edilmediği müddetçe ayaklanma ve isyanlar tam anlaşılmayacak, dahası bir eylem kılavuzuna dönüşmeyecektir.