GÜNCEL
Yeni mali kriz: Çözüm 'yapısal reformlar' mı?
Kuru yerinde tutmak için faiz ve borsa ile ödenen bu bedeller seçim sonrasında ekonomik krizi çok daha derinleştirecek, yerli burjuvazinin önemli bir bölümüne bir darbe daha vuracaktır. Uluslararası mali kapitalistlerin sarayın bu sermaye kontrolü denemesinin bedelini ağır ödeteceği, dış finansman çok daha maliyetli hale geleceği de kesindir. Bir iktisatçının hatırlattığı gibi, "Kurt yediği ayazı unutmaz."
Erdoğan'ın seçim öncesinde yeniden hızla değer kaybetmeye başlayan TL'yi koruyabilmek için yaptığı sermaye kontrollerine dayalı kimi iktisadi salvolar lağım medyasınca "emperyalistlerin ekonomik saldırısına karşı kahramanca hamleler" olarak kutsanırken, muhalif burjuvazi ise bu salvoları adeta dehşetle karşıladı. Bu cenaha göre Erdoğan'ın attığı bu "liyakat dışı", hatta "akıl dışı" adımlar şimdilik kuru frenliyor görünse de seçimin hemen ertesinde krizi çok daha fazla derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktı. Çare, uluslararası mali sermaye ile restleşmek değil, bir an önce yapısal reformları yerine getirip, bilimsel bir yoldan krizi yönetmekti.
Peki, ortada emperyalist bir saldırı mı var? Faşist diktatörün bu salvoları gerçekten bilimsellikten uzak, akıl dışı hamleler mi? Piyasa ile şaka olmaz mı? Krizden çıkışın çaresi yapısal reformlarda mı? Bunlara geçmeden önce bu çalkantılı haftada neler olduğunu kısaca özetleyelim.
TL'nin yeniden hızla değer kaybetmesi üç sebeple gerçekleşti: 1) Hazine'nin ve BOTAŞ gibi kamu kurumlarının iyice şişmiş dış borçlarını ödeyebilmeleri için onlara bolca dolar sağlayan Merkez Bankası'nın döviz rezervlerinin son 21 günde sert şekilde düşmesi, 2) İktisadi ve siyasi etmenlerin bileşkesiyle oluşturulan ve kapitalistlere yatırım için nesnel bir risk ölçüsü sunan CDS risk priminin Türkiye için 50 puan yükselmesi ve 3) Seçim öncesi temkinli olma ihtiyacı uluslararası mali kapitalistleri TL'den çıkmaya yöneltti. Bunu gören yerli yatırımcılar da paniğe kapılarak dolar alımına hız verdiler. Sonuç: TL, bir günde yüzde 6 değer kaybetti.
Yani 20. kattan düşüyor olmanız nasıl "yer çekimi saldırısı" değilse, bu da emperyalizmin özel tipte bir saldırısı değildir. Yaşanan, finansal çıkarların sermayenin dolaşım serbestisi altında rutin işleyişidir. Sorun, sizin 20. katta ne aradığınız ve neden atladığınız, yani kur krizine neden bu kadar yatkın olduğunuz sorunudur. Buna döneceğiz.
Seçimler öncesinde kurda yaşanacak sert bir yükselişe tahammülü olmayan diktatör, Türk bankalarına yurt dışı döviz takası (swap) piyasalarında yabancıya TL satışlarını sınırlandırma talimatı verince TL'nin gecelik faizi yüzde 1300'e kadar tırmandı. Rutin yatırım işlemleri için TL ihtiyacı olan uluslararası mali kapitalistler çareyi tahvilleri ve hisse senetlerini satmakta buldular. Böylelikle İstanbul Borsası yüzde 10 değer kaybederken faizler de 3 puan artmış oldu. Kur ise 5.85'ten 5.55'e ancak düşürülebildi.
Köyün görünen kısmını tariflemek için derin bir analiz yeteneğine sahip olmaya gerek yok. Kuru yerinde tutmak için faiz ve borsa ile ödenen bu bedeller seçim sonrasında ekonomik krizi çok daha derinleştirecek, yerli burjuvazinin önemli bir bölümüne bir darbe daha vuracaktır. Uluslararası mali kapitalistlerin sarayın bu sermaye kontrolü denemesinin bedelini ağır ödeteceği, dış finansman çok daha maliyetli hale geleceği de kesindir. Bir iktisatçının hatırlattığı gibi, "Kurt yediği ayazı unutmaz."
Ekonominin kur artışlarına bu kadar duyarlı olmasının temel nedeni, Saray'ın benimsediği sermaye birikim modelidir. Büyüme için sağlanan dış finansmanın üretken bir sanayi ve tarım inşasına değil, inşaata, ticarete ve tüketime sevk edilmesi hem ithalat bağımlılığını arttırdı, hem de hem özel sektörün, hem de devletin dış borçlarını şişirdi. Böyle olunca kurdaki 1 kuruşluk artış dahi yerli burjuvaziyi milyarlarca TL zarara sokar hale geldi.
Erdoğan'ın böyle bir birikim modelini benimsemesinin ve bunda ısrarcı olmasının sebebi muhalif burjuva aydınlarının iddia ettiği gibi onun "cahilliğinden" veya "liyâkatsizliğinden" değil, sınıfsal konumundan ileri geliyor.
Erdoğan bir yandan uzun yıllar emperyalizmin mali-ekonomik sömürgeleştirme programını uygularken, diğer yandan da dolaylı temsilcisi olduğu tekelci burjuvaziye (İstanbul sermayesi) karşı dolaysız temsilcisi olduğu orta burjuvaziyi (Konya-Kayseri sermayesi) palazlandırmaya çalıştı. Bu aşamada üretken bir sanayi hamlesi yapabilmesine olanak yoktu, zira böyle bir hamle üretken gücü elinde bulunduran rakip burjuva blokun büyümesine yol açardı. Kendi burjuva blokunu hızla büyütmesinin tek yolu inşaat-iskan yatırımlarıyla rant dağıtımı sağlamaktı. Öyle de yaptı. Buna rağmen tekelci sermaye bloku Erdoğan iktidarı ile uzun yıllar uyumlu çalıştı, zira işgücünün ucuz, esnek ve güvencesiz hale getirilmesinde, özelleştirme talanında, bireysel borçluluğun (dolayısıyla tüketimin) arttırılmasında ortak çıkarları vardı.
Mevcut birikim modelinin kur krizleri yaratması ve kuru tutmak için yükseltilen faizlerin de Konya-Kayseri burjuvazisinin konut satışlarına balta vurmaya başlamasıyla birlikte Erdoğan, devleti bir sermaye birikim aracı olarak devreye sokunca burjuva bloklar arasındaki çıkar ortaklığının maddi temeli iyice zayıflamaya başladı. Zira başkanlık sistemi ile yasama, yürütme ve yargı erklerini elinde toplayan Erdoğan, bir yandan mali sermaye gücünü elinde bulunduran tekelci sermaye blokuna faizleri indirme baskısında bulunup, sermaye kontrollerine kalkışırken, diğer yandan da tüm teşviklerin, hibelerin, ihalelerin aslan payını Bayraktar'lara, BMC'lere, Cengiz-Kolin-Limak'lara aktararak, kendi burjuva blokunu tekelci sermayenin üretimdeki gücüne de rakip kılıyor, devlet koruması altında kendi tekelci sermayesini inşa ediyordu.
Yani burjuva bloklar arası bu rekabet ne bir bağımsızlık savaşı, ne de gerici/liyâkatsiz burjuvazi ile ilerici/ehil burjuvazi arasındaki bir dalaştır. Yaşanan, tekelci sermaye gücünü koruma/ele geçirme ve emperyalizmin işbirlikçisi rolünü elde tutma/elde etme savaşıdır.
Bu sürecin sermaye kontrolleri yoluyla emperyalist küreselleşmenin altın kurallarına, yani sermayenin dolaşım serbestisi ve mülkiyetin dokunulmazlığı gibi kimi ilkelere müdahalelerde bulunmayı gerektirdiği, bunun da emperyalist merkezlerde rahatsızlıklar yarattığı elbette inkar edilemez. Ancak sermaye mantığı soyut ilkelere göre değil, pratik çıkarlara göre iş görür.
Bu açıdan bakıldığında politik İslamcı faşist diktatör işgücünü ucuz, esnek, güvencesiz ve örgütsüz tutmakta, devrimci isyanları baskılamakta ve emperyalistlerin Ortadoğu politikalarını tam bir kiralık bekçi gibi uygulamakta bu zamana kadar fazlasıyla güven vermiş bir ortaktır. Dolayısıyla tekelci sermaye gücünü ele geçirmesi için giriştiği kimi "sıra dışı" hamlelerin tolere edilmesi, onun bu kapasitesini sürdürebilmesine bağlıdır. Öte yandan, kitle desteğini yitirdikçe diktatörün bu kapasitesi zayıflamakta, bu da Erdoğan'ın adanmışlığına sahip olmasa da, hiçbir maceracılığa girişmeyeceğini taahhüt eden ve tam entegrasyon sözü veren mevcut tekelci burjuva blokunu emperyalizm için bir alternatif olarak öne çıkmasına yol açmaktadır. Emperyalist merkezlerin yola hangi burjuva blokla devam edecekleri seçim sonrası gelişecek sürece göre tayin edilecektir.
Dolayısıyla, muhalif burjuva iktisatçılarının Erdoğan'ın politikalarından duydukları rahatsızlıklar da, son tahlilde temsil ettikleri tekelci burjuva blokunun rahatsızlıkları, önerdikleri çözüm de bu blokun çıkarlarına hizmet eden çözümlerdir. Faşist şef, vatan-millet-din söylemleri ile nasıl kendi burjuva blokunun çıkarlarını işçi sınıfının çıkarıymış gibi lanse ediyorsa, bu muhalif aydınlar da kendi bloklarının çıkarlarını "yapısal reformlar" adı altında işçi ve emekçilere benimsetmeye çalışıyorlar. Bunu, bu bayan ve bayların krize karşı somut çözüm önerilerinin dönüp dolaşıp IMF anlaşmasına ve ihale/teşvik/hibelerin burjuva bloklar arasında daha âdil, daha rasyonel dağıtılmasına varmasından anlıyoruz.
Çok kez yazıldı ve deneyimlendi ancak tekrar edelim. IMF anlaşması borçluyu değil, borç vereni kurtarma ve burjuvazinin borçlarını işçi sınıfına yıkma anlaşmasıdır. Düze çıkmak için verilen IMF kredileri ile burjuvazi eski borçlarını öder, IMF de kendi kredisini işçilerin ücret ve hak kayıplarıyla, özelleştirmelerle ve talanla tahsil eder. Açılan "temiz sayfanın" ardından sözde ilerici burjuvazinin rasyonel bir şekilde desteklenmesi ise işçi sınıfının daha "daha bilimsel" bir şekilde mülksüzleştirilmesinden başka bir şey değildir. Zira burjuvazi kazanırsa işçiye de pay düşer diyen "damlama" teorisinin hükmü kalmamıştır. Emperyalist küreselleşme aşamasında burjuvazi, hele ki mali-ekonomik sömürge ülke burjuvazileri ancak ve ancak mutlak artıdeğer sömürüsünü en vahşi şekilde gerçekleştirebildiği ölçüde kârlarını koruyabilmektedirler.
İşçi sınıfının çıkarı, burjuvazinin iki kanadı arasında seçim yapmakta değil, tüm ilerici özelliğini kaybetmiş ve tarihsel rolünü çoktan yitirmiş bu asalak sınıfın iktidarını devirmektedir. Bu da krizin faturasını "takside bağlamakla" değil, reddetmekle ve sosyalizmin bayrağını yükseltmekle mümkün olacaktır.