28 Mart 2024 Perşembe

Yaşam Uzun yazdı: Faşizmin bağımsızlık mücadelesinde doğanın hâli

Komünistler ve devrimciler açısından kapitalizmin ekolojik rejiminin yıkıldığı, sermayeden "bağımsızlaşarak" gelişecek bir dünya ufku artık daha da somutlaşmalıdır. Küreselleşmiş dünyada komünizmin ekolojik rejimi dünyanın sağlığını düzeltebilecek tek program olarak önümüzde durmaktadır.

Kapitalizm dünya çapında salgından önce de derin bir krizdeydi. Kapitalizm için kriz demek sermaye döngüsünün tamamlanamaması sonucu sermayenin genişleyerek yeniden üretiminin sağlanamaması anlamını taşır. Çoklu yapıdaki sermayelerden rekâbette altta kalan kriz sürecinde kıyılır ve daha merkezi ve yoğunlaşmış bir sermaye yapısı ile döngü başa sarar. Eğer mevcut pazar ve üretim yapısının sınırına ulaşılmışsa sermaye hacimsel olarak genişlemekle kalmaz mekansal olarak ve üretim yapısı açından da genişler ve değişir. Yani, kapitalizmin krizinden konuşurken esasında ona içkin olan ekonomik krizden konuşuyoruzdur. Politik, ideolojik, toplumsal ya da ekolojik krizlerden söz ederken ise kapitalizmin bu ekonomik krizinin neden olduğu, kapitalist toplumun işleyişindeki aksama, bozulma ya da bunalımlardan bahsediyoruzdur. Bu birbirini tetikleyen ve besleyen, esasında bir bütün olarak ele alınması gereken krizler yumağı bugün dünyanın tamamında bir kaosu, içinden çıkılamayan bir varoluşsal bunalımı ifade ediyor. Yani kapitalizmin krizi, döngüsel bir süreç olmaktan çıkmış ve kriz, kelimenin günlük kullanımdaki "içinden çıkılamaz hâl" anlamına daha da yaklaşmıştır.

Olcay Çelik, 14 Ağustos'taki yazısında faşist şeflik rejiminin son günlerdeki bağımsızlık söylemini, kapitalizmin krizinin Türkiye'deki görünümü bağlamında detaylıca ele almış, emperyalizmin mâli-ekonomik sömürgeleştirme programının sürdürülemez oluşu karşısında faşist şeflik rejiminin burjuva ulusal kalkınmacı bir programı neden uygulayamayacağını tarihsel arka planıyla birlikte açıklamış ve bu içinden çıkılamaz durum için rejimin önündeki seçenekleri sıralamıştı. Krizden çıkılamıyorsa onu yönetmenin bir biçimi olarak saldırgan bir bağımsızlık söylemiyle Çelik'in ifadesiyle rejimin gidebileceği iki yön var: "Türkiye kapitalizmi için bugün iktisadi bağımlılık oranını azaltmak demek, geçmişin ithal-ikameci sermaye birikim tipine dönüp, görece kendine yeterli bir ekonomi inşa etmek değil, ya emperyalist üretim hiyerarşisi içinde yüksek teknoloji üretimine dayalı süreçlere sıçramak ya da bol ve yeni hammadde kaynaklarına erişmek anlamına gelebilir."

Çelik bunlardan "yüksek teknoloji üretimine dayalı süreçlere sıçramak" seçeneğinin sermaye birikimi yetersizliği nedeniyle (savunma sanayi dışında) uygulanamazlığını Güney Kore örneği üzerinden net bir şekilde ortaya koyuyor. Türkiye, Rusya ve Suudi Arabistan gibi geniş fosil yakıt rezervleri üzerinde oturan ülkelerden olmadığı için de diğer seçeneğin ancak Kürdistan üzerindeki sömürgeci savaş ve giderek genişleyen yayılmacı savaş politikalarıyla olabileceğini ve bunun aynı zamanda savaş sanayisi ve inşaat-iskân sektörü üzerinden ve de ırkçılık-şovenizm ile baskılayabildiği ölçüde emeğin daha da esnekleştirilmesi sayesinde krizi hafifletici bir etki yapacağını belirtiyor. Bağımsızlık söyleminin esasının, yalnızca emperyalist işbölümündeki hiyerarşide basamak atlamaya çalışmaktan ibaret olduğunu söylüyor.

Bu analize, sadece Türkiye'de değil, dünyada da "krizi aşmak için sosyal devletin tekrar göreve çağrılması" tartışmaları gündeme gelmişken belki birkaç ekleme yapmak gerekiyor. Türkiye'de bu tartışmanın içeriği genelde yandaşlık ve liyakat başlıklarında yoğunlaşırken sorunun kapitalizmde olduğu çok dillendirilmiyor. Ya da kapitalizmin değil ama "neoliberalizmin" sorunlu olduğu vurgusu yapılıyor. Yani devletin neoliberalizm öncesi işlevlerini yeniden üstlenerek kapitalizmin ekonomik krizini, özellikle de bir tür olarak insanın bugün karşı karşıya olduğu en büyük sorun olan küresel ekolojik yıkıma ve sonuçlarına çözümler bulup uygulaması yoluyla aşabileceğini iddia eden bir "sosyal devlet" çağrısı yapılıyor. Bunlar meseleyi, benzerlerine başka ülkelerde de rastlanan bu bağımsızlık söylemleriyle aynı düzlemde ele alıyor. Kapitalist üretim ve dağıtım ilişkilerini değiştirmeden sistemin şu ya da bu biçimde reforme edilebileceği bir düzlem bu. Aslında hem bağımsızlık söylemi üzerinden yükselen politik hat hem de sosyal devletçiler için "ekolojik kriz" bu açıdan adeta bir lütuf, (hem neden olduğu maddi tahribatlarla hem de tüm üretim altyapısına, mekanlara ve metaların kendisine ekolojik bir kılıf giydirme imkanı sunmasıyla) sermayenin krizini yönetmesi için gereken yeni yatırım alanlarını sağlayan yaratıcı bir yıkım. Krizden çıkmak değil, krizi yönetmek diyoruz, çünkü tüm bu yıkıma rağmen kapitalizmin yapısal sorunları devam edecektir, sermayenin küresel çapta genişlemiş yeniden üretimi için bunlar yeterli olmayacaktır, mâli sermayenin hakimiyeti devam edecektir, vb.

Trump-Bolsonaro-Modi-Erdoğan'da en kaba hâlini alan faşist ve otoriter rejimler için kriz yönetiminin söylemi aşağı yukarı kendi ülkelerinin önceliği, milliyetçilik ve ırkçılığa dayanıyor. Hiçbirinin emperyalist küreselleşme sürecini bugünden yarına geri sarma gücü ve hatta niyeti olmasa da, özellikle bu sürecin yarattığı kronik işsizlik ve toplumdaki devasa ekonomik eşitsizlik ile başa çıkmak için, toplamda emeği daha da esnekleştiren ama ülkeden ülkeye içeriği değişen politikalar geliştirseler de, uyguladıkları ekolojik rejim aynıdır. Bu kapitalizmin ekolojik rejimidir, adeta süreğenleşmiş bir ilksel birikim süreci gibi sermayenin kimi kesimlerinin genişlemesi daha fazla ekolojik yıkıma dayanmaktadır. Maliyetleri "dışsallaştırılan" bu yıkım, Engels'in doğaya egemen olunmasıyla ilgili söylediği meşhur sözdeki gibi ilk anda sermayeye yeni yatırım alanı sağlayarak, istihdamla ve ucuzlatılabilmiş metalarla toplumu bir süre sürdürebilirken ekolojik yıkımın sonuçları ikinci ve üçüncü planda işçi sınıfı ve ezilenleri sert bir şekilde vurmaktadır.

Emperyalist küreselleşmenin ekolojik rejimi sadece bu bilinen zorbaların elinde daha da tahrip edici hale gelmemiştir. Adeta dünyanın üretim merkezi haline gelen Çin ve diğer Doğu Asya ülkeleri yalnızca emek sömürüsünün insanlık dışı koşullarına dayanmazlar. Dünyanın en büyük meta üreticisi olmasının yanında, dev bir yenilenebilir enerji altyapısı üreticisi (güneş enerjisi panelleri, elektrik-elektronik ekipmanlar, vb.) olan Çin bu üretimini dünyanın en çok fosil yakıt tüketen ülkesi olarak yapar. Özellikle son 30 yılında dev metropol şehirleri birer beton yığınına dönüşmüştür (Koronavirüsün insanlara ilk geçtiği Wuhan şehri de bunlardan biri).

Çin örneğinden aslında tam da "sosyal devleti" geri çağıranların, hem de ekolojik yıkıma karşı geri çağıranların, içine düştükleri çelişkiye gelmek daha kolay olacaktır. Görece devletin sosyal karakterinin korunduğu Çin, kapitalist tedarik zincirinin işleyişinin neden olduğu eşitsiz ekolojik mübadelenin karşılığında dünyanın ekonomik büyümesinin lokomotifi rolünü üstlenirken ekolojik yıkımın sonuçlarını kendi işçi sınıfının yaşam koşulları üzerinden dışsallaştırıyor. Yani onun sosyal karakteri, yalnızca emeğin yeniden üretiminin garanti edilmesi bağlamında işlev görüyor, ki 1 milyarın üzerindeki nüfusu bu konuda da gevşemesine imkân veriyor.

Özellikle Avrupa ve ABD'de pek çok destekçisi olan ve etrafında bir toplumsal hareketin örgütlenmesine girişildiği Yeşil Yeni Anlaşma ya da 3 binden fazla akademisyenin imzacısı olduğu "Krizden Çıkış Manifestosu" gibi programların ülkelere göre değişen versiyonlarında vücut bulan yeni-Keynesçi ekonomi politikalarının ortak noktası ise kapitalizmin krizini çözmeyi değil, onu reforme ederek aşabileceğini iddia etmesi, devletin sınıfsal karakterinden bağımsız olarak mevcut haliyle buna zorlanabileceği ya da zaten son kertede böyle adımlar atmaya mecbur kalacağı yönünde. Yani devrimci çıkışlardan önceki son bariyer, son bir sosyal demokrasi denemesi. Çözmeyi iddia ettiği kriz ise ekolojik olan. Büyük çaplı yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği, yenilenecek kentsel altyapı, elektrikli araçlar, endüstriyel ama belki de giderek artan iklim göçmenlerinin ucuz emeğine dayanacak (Almanya'da örnekleri mevcut) yeniden emek yoğun tarım uygulamaları gibi bedelini sermayenin ödemediği dev yatırım hamleleri içeriyorlar. Bu yatırımların maddi sonucu ise doğadan daha da fazla kaynak kullanmak olacaktır. Ekolojik yıkımın sonuçlarının koronavirüs salgınında görüldüğü üzere, artık ekolojik maliyetlerin dışsallaştırılacağı bir mekânın kalmaması nedeniyle kaçınılmazlaşması üzerinden aslında söylenen küresel Kuzey'de ya da Batılı gelişmiş ülkelerde (nasıl tanımlıyorsak) ekolojik yıkımın sonuçlarını sınırlayacak yeni bir ekonomik altyapı, dünyanın geri kalanında ise süreğenleşmiş felaketlerle, tüm insani kayıplarla birlikte süreğenleşmiş kaos, yıkım, süreğenleşmiş yeniden üretim. Buradan bakınca faşist iktidarlarla bu sosyal devletçi iktidarların uzlaşabileceği bir zemin oluşmuş olur. Türkiye açısından bu iki programdan herhangi birinin ya da bunların bir karmasının nasıl ve kim tarafından uygulanacağı özgün koşullara göre belirlenecektir.

Emperyalist küreselleşme öncesinde dünyadaki işbölümü kabaca, tarım ülkeleri olan sömürge ve bağımlı ülkelerle sanayi ülkeleri olan emperyalist ülkeler arasındaydı. Emperyalizmin bu aşamasıyla birlikte daha önce, esasen ihracata yönelik tarım üretimi yapan ülkelerde sanayi gelişirken tarım, endüstriyel tarım tekellerinin kontrolüne sokuldu. Bu ülkelerdeki küçük çiftçilik, artık ithal edilen gıda ürünleriyle rekabet edemeyerek işçileşti, büyük oranda tasfiye oldu. Bu ülkelere transfer edilen ya da ithal ikameci şekilde gelişen sanayi ise Olcay Çelik'in detaylıca belirttiği üzere küresel üretim zincirinin halkalarında ülkenin konumuna uygun dışa bağımlı bir varoluşa kavuştu. Türkiye gibi mâli-ekonomik sömürgeleştirilmiş ülkelerde tarım ve sanayideki dönüşümlerin ikisi de, hiyerarşi rekâbetinde yükselebilmek ve kârlarını maksimize etmek için emeğin vahşice sömürülmesinin yanında öncelikli olarak doğanın daha önce görülmedik düzeyde ve hızda talanına yöneldi.

Salgınla birlikte yükselişe geçtiğini gördüğümüz birkaç şey var. Kadın cinayetlerinden İstanbul Sözleşmesi tartışmalarına kadınlara ve LGBTİ+'lara yönelik saldırılar; çalışma kamplarına dönüşen fabrikalarda, taşımacılık ve hizmet sektöründeki türlü zorla çalıştırılmadan, evde çalışma adı altında aslında sermaye maliyetlerinin azaltıldığı ve boş zamana el konulduğu emeğe yönelik saldırılar. Ve bunlara ek olarak, Kazdağları'ndan, Kirazlıyayla'ya, Ilgın Çavuşcugöl'den Hewsel'e, Balıkesir Sarıalan'dan Van Zilan'a, Munzur'dan Salihli Çapaklı'ya özellikle kırsaldaki halka yenilenebilir ve fosil her türden yeni enerji santrali yatırımları üzerinden, Kanal İstanbul'dan Ankara İmrahor Vadisi'ne, kentsel dönüşüm ve kentsel yeşil alanların tahrip edilmesi üzerinden kentteki ezilen kesimlere yönelik saldırılar. Bazen kasıtlı olarak çıkarılan, bazen iklim krizine rağmen alınmayan önlemlerden dolayı önlenemediği için artan orman yangınları, son yıllarda rekor sayıda lisanslı avcıya ulaşan giderek daha ölümcül hale gelen avcılık sektörü, nükleer santral inşaatının devam ediyor oluşu, vb.

Son dönemde madenlere karşı gelişen yerel halkın direnişinde 90'lardaki eksikliğin bir tekrarı, halkın direnişe katılımı uğruna tekrarlanıyor. Şöyle bir denklem kuruluyor. Eğer madenci şirket yabancı ise halkın milliyetçilikle de beslenen öfkesi bu çevre direnişini büyütecektir. Oysa madenlerin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesiyle 5'li çete gibi faşist şefin palazlandırdığı yeni inşaat ve enerji sermayesine peşkeş çekilmesi arasında, tam da Olcay Çelik'in yazısında belirtilen "yabancı sermaye girişine bağımlı kapitalist gelişim seyri" ile "bağımlılık hiyerarşisinde yükselme" arasındaki kadar fark vardır. Örneğin Türkiye'de Yeşil Yol ile Karadeniz doğasını mahveden Cengiz Holding, yabancı ortakları aracılığıyla Lübnan'da Bisri Vadisi'nde baraj projesiyle aynı yıkımı sürdürebiliyor. Küreselleşme ona, kendine yabancı ortaklar bularak dışa açılma imkanı sağlıyor. Ama yerel halk ona "yerli ve milli" olduğu için daha mı az direnecek? Öyle olmayabileceğini farklı direnişlerde gördük.

Faşist şeflik rejiminin krizi yönetmede halihazırda uyguladığı yöntemlerden savaşın da, inşaat-iskânın da bir ekolojik maliyeti var. İnşaat-iskân sektörü, (ki buna enerji sektörünü de dahil edelim, çünkü eski müteahhitler yeninin santral sahipleri aynı zamanda) AKP döneminde palazlandırılan yeni burjuvazinin en aktif olduğu alan. TÜSİAD'da cisimleşen Türkiye'deki işbirlikçi tekelci burjuvaziyle olan farkı kapatmak için bu sektörlerin önü sınırsızca açılırken, politik olarak TÜSİAD'ın kabaca IMF programı diyebileceğimiz programını değil de AKP'nin, sermayenin bu yeni gelişen kesimlerini önceleyen kendi programını dayatması için bu iki sermaye kesimi faşist emek rejiminde ortaklaşır. Faşist şeflik rejiminin taahhüdü tüm bu sınırsız talan ve sömürü karşısında toplumsal huzursuzluğu (ya da krizi) sopayla ya da havuçla yönetilebilir kılmaktır.

Doğa talanının sermayeler arası rekabette bu kadar belirleyici olabilmesi tam da Türkiye'nin sanayi sermayesinin bu dışa bağımlılığıdır, yani ülke içinde doğa ne kadar talan edilirse o kadar bağımsız bir ekonomiye erişilir. Olcay Çelik'in ifade ettiği gibi geniş ve bol fosil yakıt yatakları yok belki Türkiye'nin ama bol bol deresi, ormanı, madeni, avlanacak hayvanı, imar rantıyla çifte vurgun yapan taş ocakları var. Öyle ya da böyle ekonomik anlamda bağımlılığı azaltmak için daha fazla doğa talanına yönelmek faşist şeflik rejimi için olağan seçeneklerden biri. Bunun krize ne düzeyde çare olacağından bağımsız olarak toplumun direngen kesimlerini faşist baskı altına almanın, boyun eğdirmenin bir yolu da toplumsal müştereklere bu şekilde el koyarak, halkın yerel yönetimlerin yetkilerinin tırpanlanması ve kayyumlarla karar alma süreçlerinden hepten dışlanması ve (ÇED ve yürütmeyi durdurma kararı süreçlerinde olduğu gibi) hukukun uygulanmaması yoluyla kırıntısı kalan demokratik hakların yok sayılması "faşizmin kurumsallaşması" denen sürecin bir parçasıdır.

Kapitalizmin üzerinde var olduğu dünya, girdi ve çıktıları her daim belirli bir sistemin modele dökülmüş bir hâli, bir üretim bandı değil. Kendi yaşam süremiz içinde yaşamın maddi koşullarının ciddi oranda altüst olduğuna tanık olacağımız bir dönemdeyiz. Yani ekolojik yıkım ya da küresel ekolojik krizin, diğer içinden çıkılamayan durumların aksine yönetilebilir olması için ölümlerden ölüm beğenmek gerekiyor. Salgın, yetersiz ve sağlıksız gıda ve su, buna bağlı olarak gelişen kanser vb. giderek artan hastalıklar, hava ve su kirliliğine bağlı hastalıklar, küresel ısıtma sonucu şiddetlenen iklim felaketleri, ekolojik açıdan yaşanılamaz hâle gelen topraklardan mecburi, kalıcı veya mevsimlik göç ve sonucundaki vahşi emek sömürüsü, vb. Yaşamı bireysel varoluşa, hayatta kalmaya indirgenmiş günümüz örgütsüz işçisi ve ezileni açısından bu yabancılaşma düzeyi, kapitalizmin krizini faşizm ya da burjuva demokrasisine, neoliberalizme ya da yeni bir versiyonuyla ortaya çıkarılmaya çalışılan sosyal demokrasiye başvurarak yönetmesi seçeneklerinden birini diğerine tercih edilebilir kılmıyor. Ancak maddi varoluş koşullarının aşınmaya başladığı bir dünyada bu zaten çok da önemli olmayacaktır. İlki, milliyetçilik, ırkçılık kadın düşmanlığı, yani daha fazla ezme, sömürme üzerinden belki de en fazla bir insan ömrü kadar sürebilecek bir refah vaadi sunarken ikincisi bu maddi zemini sarsılan bildiğimiz anlamda insan toplumunun bir kısmını feda ederek bilimsel-teknolojik gelişmelerle yaşam tarzı değişmiş geri kalan ayrıcalıklı kesim için sömürünün görece azaldığı ve doğayla kurulan ilişkinin en fazlasından ömrünün uzatıldığı bir yaşam vadediyor.

İçi boş hamasi bir söylemden ibaret bağımsızlık bahsi belli ki önümüzdeki günlerde daha da köpürtülecek. Halkın ödemesi beklenen bedeli, içinde yaşadığı doğanın yıkımından bağımsız almadan, bu doğanın hangi "yerli ve milli" saiklerle talan edildiği gösterilerek de bu "bağımsızlık" saçmalığı boşa çıkarılabilir. Komünistler ve devrimciler açısından kapitalizmin ekolojik rejiminin yıkıldığı, sermayeden "bağımsızlaşarak" gelişecek bir dünya ufku artık daha da somutlaşmalıdır. Küreselleşmiş dünyada komünizmin ekolojik rejimi dünyanın sağlığını düzeltebilecek tek program olarak önümüzde durmaktadır.