21 Kasım 2024 Perşembe

Vergi saldırısı

Siyasi iktidar her ne kadar bu vergi artışlarını krizle mücadelede gerekli önlemler olarak lanse etse de bu artışların hizmet edeceği tek şey savaş harcamaları yoluyla ekonomiyi bir süre daha hayatta tutmak gibi gözüküyor. İktidar çevrelerinin ekonomik gerekçelerden ziyade bölünme paranoyasını beslemesinin sebebi de zaten bu. İşçilerin maaşlarından yapılacak kesintilerle dökeceği kanlardan medet umuyorlar.
Savaşla büyüyen bütçe açığı, Kredi Garanti Fonu (KGF) ile sermayeye dağıtılan devasa krediler, devletin kefil olduğu "çılgın projelerin" zararları... Krizin yaratacağı büyük çöküşü ertelemek uğruna yapılan tüm bu hovardalıkların finansmanı için ek kaynağa ihtiyaç duyulduğu uzun süredir ortadaydı. Nitekim, Maliye Bakanı Naci Ağbal'ın Orta Vadeli Program (OVP) hedefleri sunumunda öğrendik ki bu kaynak vergi artışları yoluyla yine işçi sınıfından, köylülükten ve küçük esnaftan karşılanacak. Ancak bu da yetmeyeceği düşünülüyor ki, elde kalan son kamu varlıklarının da satışa çıkarılacağı belirtiliyor. Peki, gerçekten vergi artışının yükü adil bir şekilde mi dağıtılıyor? Vergiler ve satışlarla yapılacak bu kaynak aktarımı siyasi iktidarın ekonomik krizi atlatmasını sağlayabilir mi?
 
VERGİ ARTIŞLARI KİMLERİ NE KADAR VURACAK?
Önce bir hasar tespiti yapalım. Bakanın açıklamalarına göre yeni düzenleme ile gelir vergisinin 3. dilimindeki pay yüzde 27'den yüzde 30'a çıkacak. Gelir vergisinin üçte ikisini ücretli emekçiler ödediği için bu düzenleme yükü daha çok onların üzerine yükleyecek. Düzenleme öncesinde aylık net 3000 TL maaş alan bir ücretli işçi artık senelik toplam 550 TL daha az maaş alacak. Maaşı net 5000 TL olanın gelirinden vergi olarak el konulacak tutar rakam ise 1600 TL'yi bulacak. Düzenleme ile yüksek gelire sahip olan ve sınıfsal açıdan kapitalistleşmiş yönetici düzeyindeki çalışanlardan ve gelir vergisinin kalan üçte birini oluşturan kâr, faiz ve rant gelirlerinin ödeyicileri olan patronlardan kesilecek tutar elbette ki bireysel rakamlar bazında daha fazla olacak ancak toplam hacim bakımından alt ve orta gelir segmentindeki işçilerden kesilecekler kadar yüksek olmayacaktır. Ayrıca yüzde 25-30 vergi yüküne sahip bu kesimle kıyaslandığında, asıl sıkıntıyı çekecek olanın vergi yükü yüzde 50'yi bulan işçi sınıfı olacağını anlamak zor olmasa gerektir.
 
Kamuoyunun daha çok ilgisini çeken şey ise motorlu taşıtlar vergisine gelecek olan yüzde 40 zam. Buna göre 1-3 yaş arası 1.6 lt.'lik motora sahip standart bir araç için ödenecek vergi 400 TL artarak 1035’ten 1450’ye çıkacak. Bu artış daha çok hafif ticari araca ("pikap") sahip küçük esnafı vuracak, zira onların ödeyeceği ek tutar 2000-2500 TL'ye yükselecek. Daha büyük motor hacmine sahip lüks araçların ödeyeceği vergi daha da yüksek olacak ancak burada da yukarıda bahsettiğimiz gibi sınıflardan elde edilecek toplam vergi tutarı ve vergi yükü çok daha orantısız olacak.
 
Düzenlemede finans şirketlerine uygulanan kurumlar vergisinin yüzde 20'den yüzde 22'ye çıkarılacağı da söylenmekte. Türkiye ekonomisi artık neredeyse tamamen mali-spekülatif sermaye manevralarıyla büyüdüğü için (Örneğin, bankalar 2016'da yüzde 40 kâr açıklamıştı), bu kesimi vergilendirme amacı güdülmüş olabilir. Ancak bu artışın vergi artışında adalet sağlamaktan daha çok bir adalet illüzyonu oluşturmak amaçlı yapıldığını söyleyebiliriz. Bunun başlıca sebebi, sayısız "vergiden kaçınma" uzmanı çalıştıran ve böylece tahakkuk eden vergi miktarını giderek düşürebilen, tahakkuk eden vergileri ise tam ödemeyen şirketlerin reelde zaten değil yüzde 20, yüzde 10 vergi bile ödemiyor olması, hatta tahsilat oranı kimi zaman %1'lere kadar düşmesidir. Zaten bütçe gelirlerinde kurumlar vergisinin payının 2009'da yüzde 10'dan 2016'da yüzde 8'e kadar düşmesi de bu eğilimi göstermektedir. Ödenmeyen vergiler bir süre sonra affedilmekte, sermayeyi "demotive edecek" her hareketten kaçınılmakta, vergiler şirketlere bir nevi dolaylı kâr kaynağı olarak kullandırılmaktadır. O kadar ki, devlete ödesin diye şirketlere verdiğimiz KDV'lerin ancak yüzde 50'si tahsil edilebilmekte, kalanı şirketlerin hizmetine sunulmaktadır. Bunun yanında, yine "ekonomi büyüsün" diye yeni yatırımlara uygulanan vergi oranı da zaten 2 sene önce sıfırlanmıştır. Özetle, şirketler zaten doğru dürüst bir vergi ödememekte, aksine, üzerlerindeki vergi yükü git gide azaltılmaktadır.
 
BU İHTİYAÇ NEREDEN DOĞDU?
Türk burjuvazisinin en temel sorunu üretken bir imalat sanayisine sahip olmayışıdır. Bugün ekonomide atılan tüm adımları bu temel gerçeğin perspektifinden okumak gerekir.
 
AKP'nin burjuva değişim programı ile iktidara geldiği 2002'den bu yana toplam milli gelir içinde imalat sanayisinin payı giderek düşmüş, inşaat sektörü ve tüketim büyümüştür. Bu büyüme modeli uluslararası tekelleri mali-ekonomik sömürge ülke burjuvazilerinin ihtiyaçlarını buluşturan modeldir. Uluslararası tekellerin derdi, ülkede ucuz emek ve düşük teknolojiyle üretilen bitmiş ürünü düşük fiyatla alabileceği, karşılığında yüksek teknolojili metalarını tekel fiyatından satabileceği bir pazardır. İhtiyaç duyulan fiziksel altyapının ve finans sisteminin inşa edilmesiyle ülkede yaratılan artıdeğerin emilerek dışarı çıkarılması süreci tamamlanmış olacaktır. Mali-ekonomik sömürge ülke burjuvazisi ve onun siyasi temsilcileri açısından ise üretken bir imalat sanayisi geliştirmek, planlama, ar-ge, bilimsel eğitim, bilim kültürü ve yüksek sermaye birikimi gerektirir, dolayısıyla hem ekonomik hem de siyasi olarak "masraflıdır". Oysa inşaat ve ticaret yatırımları ve özel tüketim artışı hızlı bir büyüme ve rant dağıtımına imkan tanır. Bu "mutlu evliliği" başlatan şey, yerli burjuvazinin atılım için ihtiyaç duyduğu ucuz dış kaynağın ülkeye sıcak para ve dış borç olarak giriş yapmasıdır. İşte AKP, tüm bu sürecin inşacısı, tekellerin neoliberal programının uygulayıcısı oldu.
 
Bu model iki tarafa da bir süre balayı yaşattı, ancak oransal olarak küçülen yerli imalat sanayisi niteliksel olarak da daralmaya başlayınca ekonominin ekseninde çatırdamalar başladı. 2008'de başlayan son küresel aşırı-birikim krizi öncesinde ucuz borçlanmaya imkan tanıyan düşük dolar kurunun Türk burjuvazisine aynı zamanda ucuz ithalat şansı da sağlaması, sanayi üretiminin tüm ara süreçleri ithal girdi ile donatılmasına ve dolayısıyla yerli üretimin güdük kalmasına yol açtı. Bu da mevcut büyüme rakamlarının sürdürülebilmesi için burjuvaziyi her sene daha fazla dış kaynak bulmaya zorladı. Giderek artan borç döngüsünün kısırlığa düşmesi ise 2016 sonlarında gerçekleşti. Kapitalizmin son aşırı-birikim krizi ile küresel sermayenin etkinliğinin yavaşlaması ve iç siyasette faşizmin mülkiyet düzenine gerici bir tehdit oluşturmaya başlaması ile birlikte yaşanan sermaye çıkışı sonucu yükselen dolar kuru borçları durduğu yerde katladı, üretim ve ihracat da artık ithalata bağımlı olduğu için ekonomi çöküşe sürüklenmeye başladı.
 
Günümüz itibariyle siyasi iktidar bu cendereden kurtulmak ve büyümeyi sürdürebilmek için kabaca iki yol izlemekte. 1) İçeride ve dışarıda savaşı yükselterek hem silah ve inşaat sanayisine pazar, hem de iç ve dış göç yoluyla ucuz emek yaratmak. 2) Sermayeye hazine garantisinde devasa krediler, teşvikler ve vergi indirimleri sağlayarak onları üretime teşvik etmek.
 
Savaş ekonomisi, ucuz mülteci işgücü anlamında siyasi iktidarın beklediği etkiyi kısmen yapsa da, bütçeyi aşırı derecede zorladı ve açık 20 milyar TL'nin üzerine çıktı. "Sermayeyi yaşat ki devlet yaşasın" ilkesine sıkı sıkıya sarılan siyasi iktidarın KGF ile dağıttığı ve ödenmediği takdirde hazinenin ödemeye kefil olduğu 200 milyar TL'den fazla kredi ise risklerin iyice artmasına yol açtı. Öte yandan, geçiş garantisi verilerek yaptırılan köprü ve otoyollar yeterli araç geçiş rakamlarına ulaşamadığı için, sermayeye garanti edilen tutar, yani "geçmeyen araçların" paraları firmalara ödenmeye başlandı. Sermayeye uygulanan vergi indirimleri, afları ve eksik tahsilatlar zaten bütçe gelirlerinin daralmasına yol açmıştı. İşte tüm bunların toplamı olarak bütçeye yeni kaynak arayışlarına girişildi ve bahsi geçen vergi saldırısı planlandı.
 
NE YAPSA OLMUYOR!
Şunu net bir şekilde ortaya koymak gerekiyor: imalat sanayisinde üretkenlik ve istihdam artmadığı müddetçe Türk burjuvazisinin krizden çıkabilmesi mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla soru, alınan bunca önlemin bu zamana kadar üretime ne kattığı sorusuna indirgenebilir. KGF ile dağıtılan kredilerin ne kadarının üretime gittiğini bilmiyoruz ancak kredi hacmindeki artış ile makine-teçhizat oluşumundaki artış arasındaki makasın giderek açıldığını görüyoruz. Yani sermaye onca teşvike ve krediye rağmen üretime yönelmeyi çok tercih etmiyor. Bakan Mehmet Şimşek'in geçtiğimiz günlerde KGF ile dağıtılan kredilere "üretim şartı" getireceklerini açıklaması da bu sıkıntıyı doğruluyor.
 
Doğrudan ekonomik tedbirlerin bir işe yaramayacağının farkında olan Erdoğan ise yarı esnaf-yarı ceberrut tarzı ve güçlü lider imajı ile sermayeye güven vermeye uğraşarak onları uzun vadeli ve "büyük" düşünmeye çağırıyor. Ancak kapitalizmin hareket mantığı böyle işlemiyor. Faizlerin yüksek seyretmesi, şirketlerin yüksek dış borçları, siyasi belirsizlik iklimi vb. faktörler sermaye kesiminin kaynaklarını ar-ge'ye, genişletilmiş artıdeğer üretimine değil, spekülatif sermaye piyasalarına yönlendirmeye teşvik ediyor. Öte yandan, bir mucize olsa ve tüm bu koşullar sağlansa bile istenen üretkenlik atılımını sağlamak kısa ve hatta orta vadede mümkün gözükmüyor. İhtiyaç duyulan atılım her şeyden önce büyük sermaye birikimine ve oturmuş bir bilimsel eğitim ve kültür iklimine ihtiyaç duyuyor. An itibariyle bu atılımı destekleyecek bir birikime sahip tekil sermaye grubu gözükmüyor.
 
Peki ya devlet? O bu atılımı üstlenmez mi? Bakan Ağbal'ın "eldeki fabrikaların da satılacağını" söylemesi sanırız bu soruya yeterli cevabı veriyor. Bilimsel kültür ikliminin yeşerme ihtimalinin olmadığını ise tartışmaya gerek bile yok.
 
EKONOMİK KRİZE KARŞI BÖLÜNME PARANOYASI DEVREDE
Öyle görünüyor ki siyasi iktidar için geriye kalan tek ihtimal ilk seçeneği, yani savaşı daha da büyütmek. İşçi sınıfının aklını paralize eden, sermayeyi milliyetçi histeri doğrultusunda hizaya çeken "terör" algısı ve bölünme paranoyası tüm ekonomi politiğin özünü oluşturuyor. Toplanan vergilerin harekete geçirebileceği tek sanayi, Bakan’ın sunumunda da "8 milyar TL kaynak aktarımı yapacağız" dediği savaş sanayisi. Ancak SİHA’lar ve yeni zırhlı araçlar ile siyasi iktidar tarafından bir övünç kaynağı olarak gösterilen savaş sanayisi büyüme oranlarına olumlu bir etkide bulunsa da ne siyasi ne de ekonomik olarak krizi aşma kapasitesine sahip değil.
 
Dolayısıyla denilebilir ki, izlenen stratejiler ve bu stratejileri beslemek için planlanan vergi saldırısı sadece krizin etkilerini ertelemeye hizmet edebilir. Bunun ne oranda başarılacağını bilemiyoruz ancak siyasi iktidarın da pek bildiği söylenemez. Zira ortada bir plandan çok, "eldekilerle ne yapılabilecekse onu yapma" düşüncesi hakim. Ancak bu aşamada dış faktörler belirleyici olacak gibi duruyor. Gümrük Birliği tartışmalarının yeniden alevlenmesi ihtimali ve Amerikan Merkez Bankası FED'in en sonunda faiz artırımına gideceğini açıklaması, yakın dönemde ülkeden ciddi anlamda sıcak para çıkışının yaşanabileceği, kurun yeniden yükselişe geçeceği ve ertelenmeye çalışılan çöküşle çok daha hızlı yüzleşilebileceği ihtimalini güçlendiriyor.
 
Sonuç olarak, siyasi iktidar her ne kadar bu vergi artışlarını krizle mücadelede gerekli önlemler olarak lanse etse de bu artışların hizmet edeceği tek şey savaş harcamaları yoluyla ekonomiyi bir süre daha hayatta tutmak gibi gözüküyor. İktidar çevrelerinin ekonomik gerekçelerden ziyade bölünme paranoyasını beslemesinin sebebi de zaten bu. Yani Bakan Şimşek’in devamlı "Satın alma gücü paritesine göre dünyanın 13. büyük ülkesi" dediği Türkiye, işçilerin maaşlarından yapılacak kesintilerle dökeceği kanlardan medet umuyor.