3 Aralık 2024 Salı

TÜSİAD'ın Erdoğan'a ve işçi sınıfına mesajları

5 Nisan konuşması ile hakim sermaye blokunun sınıf örgütü TÜSİAD, bir birikim aracı olarak devlet aygıtından daha fazla faydalanmak istiyor, dolaylı temsilcisi Erdoğan'a krizin faturasını elbirliğiyle işçi sınıfına yüklemenin yollarını gösteriyor ve IMF sürecinin de bir an önce başlamasını salık veriyor. 31 Mart'tan zayıflayarak çıkan Erdoğan'ın bu çağrıya kulak verme ihtimali eskiye göre daha yüksek gözüküyor. Bu da, faşist iktidar ile mali sermayenin temsilcisi olan CHP arasındaki seçim gerginliğinin yerini kısa bir süre sonra daha sıkı bir sınıfsal işbirliğine bırakacağına, burjuvazinin Türkiye işçi sınıfına yönelik kapsamlı bir saldırının hazırlık arefesinde olduğuna işaret ediyor.
Hakim sermaye blokunun sınıf örgütü TÜSİAD'ın Yönetim Kurulu Başkanı Simon Kaslowski 5 Nisan'da "Büyüme ve İstihdam" başlıklı bir konuşma yaptı. 31 Mart Yerel Seçimleri ile önemli oranda sarsılan politik İslamcı faşist diktatörlüğün iktidar gücünü sürdürebilmesi için uluslararası tekelci sermayenin ve TÜSİAD'ın desteğine eskisinden daha fazla ihtiyacı olacağını düşündüğümüzde, konuşmanın içeriğinin yakın dönemdeki ekonomi politikalarının seyri üzerinde önemli etkileri olacağını görmek zor olmayacaktır.
 
Kaslowski'nin konuşması tek bir kavram, yani "Finansal istikrar" üzerinde yoğunlaştığını söylemek yanlış olmaz. "Kur ve faizdeki bozulmanın, girdi maliyetlerindeki artışların [enflasyonun – b.n.] şirket bilançolarına; istihdam yaratma ve yatırım yapma kapasitelerine çok ciddi negatif etkileri" olduğunu belirten Kaslowski'ye göre finansal istikrarı sağlamak öncelikle enflasyonu düşürmekle mümkün. Buna göre, enflasyon yükseldikçe faizler artıyor, faizler arttıkça da iş dünyası daha düşük faizli olduğu için dolarla borçlanmayı tercih ediyor. Sonuç olarak hem faizi, hem de doları yükselten enflasyona müdahale edildiğinde finansal istikrar için önemli bir adım atılmış olacağı savunuluyor. Kaslowski'nin finansal istikrar için ikinci önerisi şirketlerin birikmiş döviz cinsinden borçlarının hafifletilmesi. Bu, enflasyon hedeflemesine göre daha kısa vadede, "mevcut hasarı azaltmaya" yönelik bir önlem olarak sunuluyor.
 
TÜSİAD Başkanı'na göre enflasyonu azaltmanın yolu kamu harcamalarını azaltmaktan ve Kredi Garanti Fonu (KGF) ile kredi dağıtımında daha seçici olmaktan geçiyor. Şirketlerin birikmiş döviz cinsinden borçlarının hafifletilmesi için ise döviz borcundan dolayı batık hale gelen kredilerin banka bilançolarından çıkarılması öneriliyor.
 
Bilindiği üzere ekonomide sanayi üretimi gücü TÜSİAD'ın elindeyken, Erdoğan'ın dolaysız olarak temsilcisi olduğu sermaye bloku kârlarını daha çok devlet eliyle usulsüz bir şekilde dağıtılan ihalelere dayalı inşaat faaliyetlerinden ve savaş sanayisinden elde ediyor. Dolayısıyla enflasyonu arttırıcı bir etken olarak kamu harcamaları ve KGF yoluyla batık müteahhitleri yüzdürmek Erdoğan için vazgeçilmez nitelikte. Ancak artan faiz oranlarının konut satışlarına balta vurması bu blokun kârlarının önemli bir bölümünü baskılıyor. Erdoğan bu yüzden uzun süredir enflasyona dokunmadan baskı ve sermaye kontrolleri yoluyla faizi indirmeye çalışıyor. Akla zarar Faiz Sebeptir, Enflasyon Netice (FSEN) teorisi de bu anlamda müteahhit orta burjuvazinin çıkarlarının teorisi olarak işlev görüyor.
 
TÜSİAD'ın uzun süredir "krizin asıl sebebi enflasyondur" demesinin ve enflasyonu düşürmek için yandaşa ihale dağıtımına ve batık şirketleri yüzdürmeye son vermesini istemesinin sebebi de bu mekanizmaya olan itirazda yatıyor. TÜSİAD, devletin rakip sermaye bloku için bir birikim aracı olarak "daha az" kullanılmasını, serbest piyasa ekonomisinin, yani iflas mekanizmasının işletilmesini, böylece kendi pazar payını, sermaye yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini arttırabilmeyi istiyor. Üretim gücünü elinde bulundurduğundan, kamu kaynaklarının diğer mali-ekonomik sömürge burjuvazilerine karşı kendisine rekabet üstünlüğü sağlayacak olan "dijital dönüşüme" ayrılmasını ısrarla istemesi de bu yüzden. Yani çatışan şeyler "bilimsel tezler" değil, bizzat sınıf çıkarları.
 
İkinci öneri, yani birikmiş döviz cinsinden borçlarının hafifletilmesi için döviz borcundan dolayı batık hale gelen kredilerin banka bilançolarından çıkarılması önerisi ise batık kredilerin devlet ya da devletin önayak olacağı bir kurum/mekanizma yoluyla bankalardan satın alınması anlamına geliyor. Peki devlet bunu nasıl ödeyecek? Elbette işçi-emekçi vergileriyle fonlanan Hazine'den. Kısacası, önerilen şey batık kredilerin yol açacağı zararın krediyi veren mali sermayenin sırtından işçi-emekçilerin sırtına aktarılmasından başka bir şey değil. Peki ya Hazine böyle bir yükü karşılayacak durumda değilse? Kaslowski'nin önerisi IMF'ye işaret ediyor: "Ekonomimizi finanse edebilmek için yabancı kaynaklara erişmek zorundayız." Yani fatura yine krizi yaratanlara değil, işçi sınıfına kesiliyor.
 
Konuşmanın geri kalanında uluslararası yatırım girişlerinin ve rekabet üstünlüğünün ancak temel hak ve özgürlüklerin, hukuk devletinin ve kurumların özerkliğinin vb. sağlanması ile mümkün olabileceği hatırlatılıyor. Ancak, OHAL'i, Efrin işgalini, Kürt kentlerinin yıkımını, grev yasaklarını selamlayan, halk iradesinin tutsak edilmesine sessiz kalan TÜSİAD'ın bu demokrasi cümlelerinden kastının yatırımcı haklarından, mülkiyetin dokunulmazlığından ve kamu kaynaklarının sermaye bloklarına dengeli dağıtımından başka bir anlam taşımadığını hatırlatmaya gerek yoktur sanırım.
 
Özetle, 5 Nisan konuşması ile hakim sermaye blokunun sınıf örgütü TÜSİAD, bir birikim aracı olarak devlet aygıtından daha fazla faydalanmak istiyor, dolaylı temsilcisi Erdoğan'a krizin faturasını elbirliğiyle işçi sınıfına yüklemenin yollarını gösteriyor ve IMF sürecinin de bir an önce başlamasını salık veriyor. 31 Mart'tan zayıflayarak çıkan Erdoğan'ın bu çağrıya kulak verme ihtimali eskiye göre daha yüksek gözüküyor. Bu da, faşist iktidar ile mali sermayenin temsilcisi olan CHP arasındaki seçim gerginliğinin yerini kısa bir süre sonra daha sıkı bir sınıfsal işbirliğine bırakacağına, burjuvazinin Türkiye işçi sınıfına yönelik kapsamlı bir saldırının hazırlık arefesinde olduğuna işaret ediyor.
 
Kapitalist sınıf safları sıklaştırırken, Türkiye işçi sınıfının saflarındaki dağınıklık öncülük iddiasında olanlara önemli görevler yüklüyor. Bu açıdan 1 Mayıs'ın işçi ve emekçilerin sınıf birliğini sağlama, hem iktidarın hem de CHP'nin sınıfsal karakterini teşhir etme, öz örgütlülüğünü geliştirme ve fiili meşru mücadeleyi ateşleme noktasında bizlere önemli bir kaldıraç sunacağını, bu fırsatın iyi değerlendirilmesi gerektiği söyleyebiliriz.