4 Aralık 2024 Çarşamba

Tecrit sadece Kürtlerin sorunu mu?

Tecrit bir Kürt sorunu değil, Türkiye sorunudur. Bugüne kadar bu temel sorunun çözümü konusunda birleşik demokratik bir iradenin sergilenmemesinden doğan boşluğu, hapishanelerden açlık grevleriyle doldurma tavrı ortaya çıktı. Zorunluluğun ortaya çıkardığı bir sorumluluk iradesi olarak açlık grevleri, şimdi rolünü yeterli oynamayan tüm muhalefet ve devrimci, sosyalist mücadele dinamikleri için eleştiri ve bir işaret fişeğidir.
Bu soru kim bilir kaç kez soruldu. Sayılması zor ama kim bilir ne kadar da çok yanıtlandı. Yıllar boyunca Kürt siyaseti ve demokrasi güçleri İmralı’da Sayın Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridin bir Türkiye, hatta bölge sorunu olduğunu anlattı, anlatmaya çalıştı. Bu çabaların anlaşılmadığı her yıl ve her gün Türkiye kaybetti, halklar kaybetti. Nice büyük mücadelelerle, bazen haykırarak, bazen konuşarak, bazen sokaklarda, alanlarda eylem adımlarıyla yürüyerek anlatılmaya çalışılan hakikatten kimsenin kaçması mümkün değil. Ona sırtınızı dönebilirsiniz, yüzleşmekten, karşı karşıya gelmekten korkabilirsiniz; ama sizi adım mesafesinde takip etmesinden, soluğunu ensenizde hissetmekten kurtulamazsınız. Artık herkes için kaçmak, saldırmak ya da sorunun etrafından dolaşmak değil, yüzleşmek ve hakikate ulaşmak zamanıdır. İşte böyle bir zamandayız. Bilene ve bilmek isteyene hayat yeni bir şey anlatabilir. Gidene ve gitmek isteyene yeni bir yol açabilir…
 
Tam da böyle bir anda Leyla Güven bir öncü politik kadın olarak hayati ilk adımı attı. Bu bir tesadüf değil. Tarihin zorlu süreçleri tesadüfleri sevmez. Tecridin ve çözümsüzlüğün yarattığı zorlu ortamın en ağır acısını, çilesini, sonuçlarını kadınlar yaşıyor; kaybedilen barışın ve dahi tek bir canın değerini en derinden kadınlar hissediyor. Leyla Güven, yok edilmeye uğraşılan yaşamın ve erdemli insanlık hissiyatının dilini, çığlığını kadın mücadelesinin bağrından gelen bir sesle, tecrit saldırısını en ağır yaşayanların isyan duygusuyla yükseltiyor şimdi.
 
Kürt halkı ve kadınları derdini anlatmak için bu kez en evrensel ama en çileli dili kullanıyor. Açlığın dilini… Leyla Güven ile başlayan süresiz açlık grevi dalga dalga yayılarak, onlarca hapishanede eylemin diline dönüştü aynı zamanda. "Kürtlerin derdini anlatabilmek için daha kaç dilde konuşması gerekiyor" diyesi geliyor insanın. Her anlatma çabası, anadilleri gibi "bilinmeyen dil" muamelesi görüyor çoğu zaman. Açlık grevleri karşısındaki yaygın kamuoyu yaklaşımı da buna benziyor.
 
Zulmün dört yanı sardığı, savaş ve ölüm tamtamlarından kimsenin birbirini duymadığı anlarda, sırf bedeniyle, iradesiyle ses olmak, yol açan eylem olmak, direnenlerin tercihi değil, zorunluluğu olabilir bazen. Ama tarih de kritik bazı anlarda zorunluluğu kavrayanlar tarafından yapılır. Peki zorunluluğu ya da o değilse sorumluluğu kavramayanlar? İşte asıl mesele!
 
Yaşanan siyasi, ekonomik, sosyal kriz karşısında günün kurtarılamayacağı, idare edilemeyeceği her geçen aşamada daha net görülüyor. Bu çok yönlü krizin en önemli politik kaynağı ise, İmralı’daki tecritte zirveleşen ve keskinleşen Kürt sorununun çözümsüzlüğü. Siyasi iktidar ve hakim devlet aklı bir yüzyıl daha "ezerek çöz" taktiğiyle idare edeceğini düşünebilir. Ama ya ülkenin demokratik aklı, vicdanı ve onu temsil edenler? Ya da demokrasi derdi olmasa bile az buçuk aklı ve vicdanı kalmış olanlar? Bu kamuoyunun bir kısmında, Kürt halk önderine uygulanan mutlak tecrit konusunda mutlak sessizlik hakim. Bazıları da olaya "mutlak ihtiyat", "mutlak mesafe" penceresinden bakıyor. Başka bir eğilim de "ağırlaşan faşizm, sömürü ve dikta rejimi" gerçeğini genel ve öncelikli sorun olarak görüp, özel olarak tecrit, savaş, inkar sarmalında kördüğüme dönmüş Kürt sorunu ile ilgilenmiyor. Faşizmin neden ve nasıl böyle ağırlaştığı gerçeğiyle ilgilenmeyen ilginç ve seçmeci bir tutum! Kimsenin seçme şansını kullanmasına müdahale edemeyiz ama yanlış şıkkı işaretlediğini de söylemek zorundayız. Evet, yanlış seçim.
 
Bırakalım memleketi, bölgede taşı kaldırsanız altından Kürt sorunu, Kürt gerçeği çıkıyor. Faşizm, bölgesel savaş, gericilik bu sorunun çözümsüzlüğünden besleniyor ve kendini üretiyor. Bu gerçeği görmezden gelerek, Kürt halk mücadelesi ve İmralı’nın etrafını dolaşarak kimse bir yere varamaz. Bugün Türkiye’nin çoğunluğu nefesi darala darala varlık mücadelesi veriyorsa, beka tehdidi adı altında söz söyleyenden, yan bakana kadar herkes baskı ve saldırıların hedefi oluyorsa, AKP gibi çoğunluğu kaybetmiş bir parti, MHP gibi marjinal ırkçı-milliyetçi bir yapı, Kürt düşmanlığında ortaklaşarak karşılıklı ömürlerini uzatıyor ve zulüm böylece tahkim edilerek sürüyorsa, gerçeğe dosdoğru bakmak sorumluluğu, muhalefetten yana kimsenin yakasını bırakmaz. İktidar ve küçük ortağı zaten bütün rezaleti, kabahati açıktan üstlenmiş durumda. Ama muhalefet adına hareket edenlerin belirsiz, sorumluluk alma iradesi gösteremeyen yaklaşımlarının bedeli daha acı olur. Çünkü birbirinin acılarına, sorunlarına yabancılaşmış bir muhalif alanda herkes kaybeder. Türkiye’deki demokratik muhalefet ve emekçi sol güçlerin saflarında İmralı’daki tecride tutum alma ve yürütülen mücadelenin parçası olma noktasında yaşanan ikircikli ve mesafeli durum ne kadar hızlı ve nitelikli olarak değişirse, kazanma hattı da o kadar güçlü tahkim edilir.
 
Türkiye’deki temel meselelerin İmralı’daki Sayın Öcalan’a uygulanan ağır tecrit sürdükçe ve çözüm iradesi rehin tutuldukça aşılamayacağı ortada. Bu temel gerçeğe göre, tecrit bir Kürt sorunu değil, Türkiye sorunudur. Bugüne kadar bu temel sorunun çözümü konusunda birleşik demokratik bir iradenin sergilenmemesinden doğan boşluğu, hapishanelerden açlık grevleriyle doldurma tavrı ortaya çıktı. Zorunluluğun ortaya çıkardığı bir sorumluluk iradesi olarak açlık grevleri, şimdi rolünü yeterli oynamayan tüm muhalefet ve devrimci, sosyalist mücadele dinamikleri için eleştiri ve bir işaret fişeğidir. Harekete geçmek, talepte ve eylemde birleşmek için büyük fırsat ve aynı zamanda görevdir. Özellikle sosyalist ve emekçi sol güçlerin böyle bir süreçte öncü sorumluluk alması, açlık grevlerinin ve tecride karşı hareketin Batı’dan sahiplenilmesi mücadelesinde lokomotif rol oynaması büyük önem taşır.
 
Artık fazla söze gerek yok. Sıradışı zamanlar vardır. Herkes sadece eylemiyle anlatır kendini güne; ve öyle anlaşılır tarihte. Zindan duvarlarından yankılanan zılgıtlar, sloganlarla süresiz açlık grevi başladığında, böyle sıradışı bir zamana daha girildi. Pırıl pırıl, yaşam ve neşe dolu kadın ve erkekler, ölüme grev halayı çekerek gitme cesaretini kuşandığında, bunun dışındaki her şeyin nasıl küçülüp, önemsizleştiğini tarih bilir. Tereddütler küçüktür, "ama"lar önemsizdir, korkular aşılmıştır. Aynı faşizm tarafından ezilirken "ayrımcılık yapmak" gereksizdir… Şimdi faşizmin derin karanlığından vurgun yiyenlerin yaşadığı dip sarhoşluğundan sıyrılmanın ve güçlü, bilinçli, iradeli olarak aydınlığa, kurtuluşa, önemli hedeflere yönelmenin sırasıdır. İnanıyorum ki, faşizmin felç edici etki alanını kıracak, böyle bir süreçte Türkiye emekçi sol-sosyalist güçleri üzerlerine düşen tarihsel sorumluluğu yerine getirmede tereddüt etmeyecektir.