3 Aralık 2024 Salı

'Tahıl beyinli veganlar'

Beslenme rejimi ile insanın her ne ise o oluşu arasında ilişki var kuşkusuz. Veganlığın tahıl kelimesine sabitlenmesi ve veganların "tahıl beyinli" diye aşağılanmasındaki despotik tutum apayrı bir problem. Benzerini lgbti+ bireylere tutumda görürüz. Birileri norm koyucu bir otoriterlikle makul olanı, doğru budur diye tarif ediyor ve bu tasnifte kendisini şu veya bu nedenle "doğru" mertebesine yerleştirerek başkalarına ne yapacaklarını söylüyor. Yetmeyince dışlıyor. Korkunç bir despotizm üretecek, politika sahasındakinden daha fena bir demokrat olmama halidir bu.
Çoğunlukla farklı olana hücum ve sırayı bozanı tahkir tutumu iki yüzlü memleket klasiklerindendir. Geleneksel davranış çizgisini, bozanları sevmeyiz. Ortalama olan ve tabi ki icat çıkarıp durmayan insan baş tacımızdır. Demokratlık semtimizden geçmediği için bizim gibi düşünmeyen, davranmayan ve hatta yemeyense içimizden biri değildir ve olamaz. 'Biz ve onlar' retoriğinin ilkelleştirici yüzeyselliğini sevdiğimiz için politikada, kültürde, yaşamda 'onlar' her kimse hepsini kodlayıp pes ettirmeye çabalarız. Kınama ile linç arasındaki yolu huşuyla, hem de çabucak almakta üstümüze yoktur.
 
Veganlık eksenli tartışmalar da aşağı yukarı bu minvalde. Aslında 'tartışma' demek zor. Bir tarafın eli kolu bağlı. 'Veganlık' bize, veganlık karşıtlarının kesif dilinden yansıtılıyor. Her konuda olduğu gibi burada da güçlünün sesi çıkıyor ve veganlar, olabilecek en doğal yaşam seçimlerden biri üzerinden yargılanırken kendilerini savunma, atfedilen tanımların öyle olmadığını açıklama derdindeler.
 
Katmanlı bir felsefeye yaslanan, doğadaki tüm canlıların eşitliğini öngören veganlıkta hiçbir hayvansal gıda ürünü tüketilmez. Barışçıldır, dikeyliği değil yatay eşitliği savunur. Popülerleşmesi güncel olsa da kadim bir tutumdur ve Hinduizm, manizm gibi kimi inançlar bu prensiple çerçevelenmiştir.
 
Son yıllarda uzatılan her mikrofona, 'et yiyin et yiyin' diye bağıran asabi bir Kemalist doktor tarafından veganlığın küçümsendiğine ve nihayet aşağılandığına (hem de küçümsemeyle aşağılama arasındaki mesafenin de sandığı kadar uzun olmadığını ispatlarcasına derhal şiddetle aşağılandığına) tanıklık ediyoruz. Basbayağı bir söz terörünün muhatabı kılınıyor veganlar. Her konuda düşman yaratmayı başardığımız gibi bu başlık altında da düşman icat ettik sonunda. Elinde kasap bıçağıyla tasviri mümkün şahıs veganları suçlamakla kalmıyor, konu gündemde kalsın diye muhtemel cevapları düşünüp işi karşı hamlelere vardırıyor.
 
Bu saldırının gündemde kalma, geleneksel hegemonyayı kaybetmeme, çoğunluğun yargılarını kışkırtarak ömrünün sonbaharında yakalanmış popstarlık ipine sıkıca sarılma gibi türlü sebepleri, hatta son zamanlarda daha sık gözlendiği gibi her konuyu Mustafa Kemal'e şükran vesilesi kılma duygusal boşalma arayışları olabilir, nihayet insani zaaflardır ve burasıyla ilgilenmiyoruz. Ancak bütün bu medya terörü konseptinde tipikliği oranında sevimsiz bir iktidar tekniği kullanıldığını kaydetmek gerek.
 
Veganlık kadar veganlığa karşı düşünceler de eskidir. Kemalist doktordan bahsettik madem, Türk Tarih Tezi'ne sıçrayalım. İlginç detaylardan biri veganlığa düşmanlığın Türk Tarih Tezi tartışmaları etrafında da üretilmiş olmasıdır. Deli saçması Dil ve Tarih Tezi yapay uluslaşma ayinleriydi. Sonuç vermedi. Ancak hepimizin bildiği gibi, bütün dünyanın Türk olduğu saplantısına yaslanan Tarih Tezine göre Türk milletinin(ve ırkının) tabiatı savaşçıydı. Başka türlü bütün dünyayı nasıl kuracak ve zor zamanlarda kurtaracaktı zaten. Bu tabiata erkekliği de ilave edebiliriz. Erkeklik ve savaşçılığın milliyetçi literatüründe birbirinin mütemmim cüzü olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Kadınların görevi ise elbette ezel ebed 'ev hanımlığı' sabitesine asılıdır.Türk adlı yiğit, tarihsel yolculuğu sırasında ne yazık ki bazen savaşçılıktan geri düşmüş, dolayısıyla erkekliği de zayıflamış, ajitatif ifadeyle 'karılaşmış'tır. Bunun bilimsel sebebi et yemeyi yasaklayan Manizm ve Hinduizm gibi zararlı, ya da en azından lüzumsuz dinlere kapılmış olmasıdır. Her ne kadar guvvatlı ve akıllı da olsa Türk bazen böyle lüzumsuz işler de yapmıştır ama neyse ki damarlarındaki savaşçılık galebe çalıp onu kendine getirmiştir.
 
Tarih tezi tartışmalarında etyemezlik ile savaşçılık kaybı arasında duygusal ilişki kurulması şaka değildir. Buna gerçekten inanılır. Kimi izleri toplumsal yaşamda hala sürer. Et yemekle savaşçılık değil ama beynin gelişimi arasında bağ kuranlar da vardır. Litaratürden bahsetmişken Engels'in de et tüketimi-beynin gelişimi arasında doğrusal ilişki kuran tartışmalı değerlendirmelerini akılda tutmak gerek. Zaman zaman veganlığa karşı Engels'in bu gibi değerlendirmeleri öne sürülür. Marksizmi veganlık bağlamı üzerinden itham etmek için de karşı hamle benzer değerlendirmeleri veri sayar. Bağlamından koparmadan tartışmak başlıca elverişli yoldur. Engels'in değerlendirmesine de böyle yaklaşılabilir. Dönemin zihin dünyasından bağımsız olmayan ve asıl olarak insan türünün tarihsel/biyolojik gelişimiyle ilişkisi içinde düşünülen bu tür belirlemelerin tamamı insanlığın bugünkü bilimsel ve ufkundan bakılarak elden geçirilince sorun giderilir. Önemli olan özcü bir darlıkla, bir akımla bir tutumu özdeşleştirmekten kaçınmayı başarmaktır.
 
Marksizmin bilgi teorisi haliyle eskiyecektir. Kurucu isimlerin kimi değerlendirmeleri hatalı olabilir. Burada taraflar taassubuyla muarız hücumculuğunun ötesinde bir yerden söz almak herhalde en isabetli olanıdır. Hatırlanacaktır bir vakitler Lgbti+tartışmalarında da Marksizmin felsefi geleneğinden argüman devşirenler oldu ancak zamanla gülünçleşen bu tür değerlendirmeleri bugün hatırlayan yok. Şunu da belirtmeli; bugün gülünç bulunsa bile vaktiyle can yakan lgbti+ değerlendirmeleri bize tolumsal-kültürel yaşamda sabit, kesin, norm koyucu dille iş görmenin geçen yüzyılların kalıntısından kurtulamamanın türevlerinden olduğunu anlatır. Oysa doğruluğu su götüren değerlendirmelerin hiçbiri bir kişinin dahi canını yakmaya değmez.
 
'Etin Cinsel Politikası' çalışmasındaki kimi değerlendirmeler Tarih Tezi'ndeki bir övüncü zıt bir yerden yaklaşarak onaylar. Saldırganlıkla et/ces-et tüketimi arasında bağ kuran çeşitli çalışmalar vardır. Erkek cinsinin adeta kendiliğinden refleksi haline gelen saldırganlığın kimyasal öncülerinden birinin bu olduğu değerlendirmesi dikkate değer ve insanlaşma serüveninde yol alması arzulanan her erkeği etten mahrum ederek işe başlamanın fena bir fikir olmadığını düşündürür. Dünyaya av-avcı ikiliği üzerinden bakan ve ilkinde konumlanan hakim erkek bakışı ve o bakışa kaynaklık edebilecek bütün maddi zemini ortadan kaldırmadan bir yeni yaşamın tümüyle kurulması mümkün değil.
 
Beslenme rejimi ile insanın her ne ise o oluşu arasında ilişki var kuşkusuz. Veganlığın tahıl kelimesine sabitlenmesi ve veganların "tahıl beyinli" diye aşağılanmasındaki despotik tutum apayrı bir problem. Benzerini LGBTİ+'lara karşı tutumda görürüz. Birileri norm koyucu bir otoriterlikle makul olanı, doğru budur diye tarif ediyor ve bu tasnifte kendisini şu veya bu nedenle "doğru" mertebesine yerleştirerek başkalarına ne yapacaklarını söylüyor. Yetmeyince dışlıyor. Korkunç bir despotizm üretecek, politika sahasındakinden daha fena bir demokrat olmama halidir bu. Bireyler veya gruplar her ne iseler o olarak yaşamaya, kendilerini üretmeye, mutlu hissetmeye devam ederlerse, iktidarı oluşturduğu inanan zümrelerin veya bireylerin dehşete kapıldığı, otoritelerinin sarsıldığına inanarak hücuma geçtiğini görüyoruz ve veganlığa dönük saldırgan dilde de bunun izleri duruyor.
 
Başlığımız Kürtler ve Aleviler olsa da iktidardan, güçlüden yana konumlananlar için durum değişmezdi. Asgari demokratik ölçüleri edinmemiş, aslında ömürleri faşist devlet terbiyesiyle heba olmuş ve buna karşı bilinç geliştirmeyi akıllarına dahi getirmemiş kişilerin dizginsiz bir şımarıklık halini alan bu tür yaklaşımları içler acısı. Neden politik özgürlükler deyip duruyoruz, neden devrimimiz önce zihinlerde ve politik kültürde bir demokratlığı gerekli kılıyor, basit zannedilen 'veganlık' tartışmasında bile bunu görmek mümkün.