21 Kasım 2024 Perşembe

Sosyalist aydın Kutsiye Bozoklar'ın kaleminden: Tembellik üstüne

Kendine verilen bir işi liyakatle yapan kişi takdir edilir. Oysa yalnızca kendine verilen işi yapmak önemli değildir. Bir memur da sabah dokuz akşam beş arasında işini yapar, işten çıktığında işle ilgili sorunları sona erer. Ne yazık ki, devrimciliği de böyle görenler var. Ajitasyon yap, akşam eve geldiğinde devrimciliğini soyun, sıradan bir ev kadını ya da ev erkeği ol. Dağıtım yap, yazı yaz sonra uzat ayaklarını televizyonun karşısına. Böyle yapmak hayatı tüketmek demektir. Ve bu aptal düzende herkes zaten bir biçimde hayatını tüketmektedir.

Paul Lafargue, 1842'de Küba'nın Santiago kentinde dünyaya gelmiştir. Düşünceleriyle enternasyonalist, fiziki varlığıyla enternasyonal bir kişiliktir. Dedesi, Bordeaux'lu bir Fransız, babaannesi siyahi-beyaz melezi, annesinin babası Fransız Yahudisi, anneannesi de Karaibli bir kızılderiliydi. Lafargue, dokuz yaşındayken ailesi Fransa'ya göçtü. Lafargue'ın devrimci yaşamı bu ülkede şekillendi. Tıp okudu. O günlerin Lafargue'ı; cumhuriyetçi, materyalist ve ateisttir. Marx'la tanışmadan önce Proudhoncudur. Bir ara Blanqucilere yanaştıysa da sonunda enternasyonale üye oldu. 1865'te Londra'da Enternasyonal'in Genel Konseyi'nde Marx'la tanıştı. 1867'de Marx'ın sevgili kızı Laura'yla evlendi. Ve Laura'yla birlikte kendini devrimci mücadeleye adadı.

1873'lere gelindiğinde Lafargue'ı Fransız Sosyalist Partisi'ni örgütleme çalışmalarının içinde görürüz. 1877'de Egalite gazetesinde bu yönde yazılar yazmaktadır. 1880'de Marx ve Guesde ile birlikte Londra'da Engels'in evinde parti programını hazırlarlar. 1891'de sosyalistler safından milletvekili seçilir. 26 Kasım 1911'de onu eşi Laura'yla bir koltukta kucak kucağa son nefesini vermiş olarak bulurlar. İntiharlarının nedenini bıraktığı mektupta şöyle açıklamaktadır Lafargue; 

"Bedence ve ruhça sapasağlamken, yaşama zevk ve sevinçlerini birer birer elimden alan, beden ve kafa güçlerimi koparıp götüren acımasız yaşlılık, enerjimi felce uğratıp istemimi söndürmeden ve beni gerek kendime gerek başkalarına yük olacak duruma düşürmeden canıma kıyıyorum.

Yıllardır, yetmiş yaşımı aşmamaya söz verdim kendime. Yaşamdan ayrılmanın yolu olarak bu yılı seçtim ve kararımı uygulama yolunu tasarladım: Deri altına siyanür enjekte etmek.

45 yıldan beri kendimi adadığım davanın yakın bir gelecekte başarıya ulaşacağından emin olmanın büyük sevinciyle ölüyorum."

Marksistler arasında "tembellik üstüne" derli toplu yazan işte bu Lafargue'dır. Egalite'de "Tembellik hakkı" üstüne makaleleri yayınlanırken o Marx'la birlikte, Fransız Sosyalist Partisi'ne tüzük hazırlamaktadır.

Geçtiğimiz günlerde, bir arkadaşıma 'tembellik üstüne' yazacağımı söylediğimde; "Daha ne yazacaksın?" dedi bana, "Tembelliğin ideolojik bir hastalık olduğunu, söyledin ya." Bunun üzerine Lafargue ve kitabı, Tembellik Hakkı geldi aklıma. Ben tembelliğin bugünü üstüne bir şeyler söylemiştim. Oysa Lafargue tembelliğin bugününü eleştirmiş, dününü ve yarınını anlatmıştı. İnsanların tembellik hakkını savunuyordu o. Tıpkı Lessing'in şiirindeki gibi; "Sevme, içme ve tembellik dışında/tembellik edelim her şeyde" diyordu.

Aslına bakarsanız çalışmanın erdem haline getirilmesi burjuvazinin insanlığa büyük katkısı sayılmalıdır. Kapitalist düzen kurulmadan önce çalışmanın kutsanması söz konusu değildi. "labour", İngilizce emek anlamına geldiği gibi kadınların çektiği doğum sancılarını da anlatıyor. Çalışma sözcüğünün Fransızcası travail "zahmetli iş", "acı veren iş", bir çeşit işkence anlamına geliyor. Eski çağ Yunanlıları çalışmayı hor görüyorlardı. Yalnız köleler çalışabilirdi. Özgür insan bedensel işlerle değil, sportif faaliyetlerle ve düşünsel işlerle meşgul olurdu. "Ne var ki işçi sınıfı, bütün uygar ulusların üreticilerini bağrında toplayan o büyük sınıf, bağımsızlaşarak insanlığı kölece çalışmadan kurtaracak ve insan-hayvanı özgür bir varlık durumuna getirecek olan işçi sınıfı, tarihsel görevini unutup içgüdülerine ihanet ederek, kendini çalışma dogmasına kurban etmiştir. Cezası sert ve korkunç olmuştur. Tüm bireysel ve toplumsal sefalet çalışma tutkusundan doğmuştur" diyor Paul Lafargue.

Babeuf'ten, Robert Owen'a ondan Marx'a kadar tüm sosyalist düşünürler, çalışmayı övmüşler, çalışmanın bir ihtiyaç haline getirilmesini savunmuşlardır. "Proletarya 'çalışmayan yiyemez' ilkesini attı ortaya. 1831'de Lyon işçileri, 'Ya bizi kurşuna dizin ya da iş verin' diye ayaklandı, 1871 federeleri de ayaklanma eylemlerine İş Devrimi adını verdiler" diye saptar, proletaryanın durumunu Lafargue da. Ama o; acının, yoksulluğun, kokuşmuşluğun yüzyılı dediği çağına kafa tutar. Burjuvazinin ikiyüzlülüğünü teşhir eder. Ona göre işçi sınıfı kendini çalışmaya ve perhize kaptırdığı için, kapitalist sınıf kendini zoraki zevke, verimsizliğe ve aşırı tüketime vurmuştur. Ve insan soyunun üretkenliğini güçlendirmek için, çalışma saatlerini azaltmak, ödemeleri ve bayramları artırmak gerekir. "İşçiler anlamayacaklar mı ki, aşırı ölçüde çalışarak, kendilerinin ve çoluk çocuklarının gücünü tüketmekteler; tükene tükene vaktinden önce hiç çalışamaz olacaklar; bir tek sapkınlığa kendilerini kaptıra kaptıra aptallaşıp, artık birer insan müsveddesi haline gelecekler; o kudurgan çalışma çılgınlıklarını ha babam ha ayakta tutmak için, kendilerini öldürecekler." Kapitalist köleliliğin yalnızca burjuvaziye boş zaman sağladığını bilen bir insanın isyanıdır, tembellik hakkının savunulması.

Aslında, Lafargue'ın savunduğu tembellik hakkı, boş zaman kullanma hakkıdır. O özünde çalışmaya değil, işçi sınıfını insanlıktan çıkaran aşırı çalışmaya karşı çıkıyordu. "Çalışmayı savunmak gerekirdi, yoksa zorla kabul ettirmek değil" deyişi bunun en açık kanıtıdır. "Eğer işçi sınıfı, kendine egemen olan ve özünü alçaltan kusuru söküp atarak o korkunç gücüyle ayaklanır ve bunu kapitalist sömürüden başka bir şey olmayan insan haklarını, Sefalet Hakkı'ndan başka bir şey olmayan Çalışma Hakkı'nı istemek için değil de her insana günde üç saatten fazla çalışmayı yasaklayan çelik gibi bir yasa koymak için yaparsa, dünya, yaşlı dünya sevinçten titreye titreye, içinde yeni bir evrenin zıpladığını duyacaktır..." diye açıklar gelecek için düşlediği dünyayı.

Ne antik çağda, ne feodal düzende çalışmanın kutsal sayılmadığı biliniyor. Tüm eski çağ filozofları, çalışmadan tiksinme konusunda anlaşıyorlar. Ksenophon, Oikonomikos adlı yapıtında şunları yazıyor: "Kendilerini kol işlerine adayanlar hiçbir zaman devlet görevlerine getirilemeyeceklerdir; bu da yerinde bir şeydir. Çoğu bütün gün oturmaya, kimileri de sürekli acı çekmeye mahkum olan bu insanların bedenleri ister istemez bozulacak, ruhları da bundan etkilenecektir." Sosyalizmin amacı da çalışmayı giderek ortadan kaldırmaktır. Bunu bir yandan çalışma zamanını azaltarak, diğer yandan boş zamanla çalışma zamanını özdeşleştirerek, ikisi arasındaki farkı silerek yapacaktır. Çalışmanın insanın temel ihtiyacı haline gelmesi de böyle mümkün olacaktır. Sanayi devrimi öncesi genel olarak işyeri ile ev farklı değildir. Günlük yaşam boş zaman ve çalışma zamanı olarak bölünmemiştir. Bu bölünme kapitalizmde gerçekleşiyor. İşin zorunluluk halinden çıkması için yine sosyalizm gerekiyor. Sosyalizmin temel amacı çalışmayı azaltmak, boş zamanı artırmak, boş zamanı özgür zaman haline getirmek oluyor. Peki bu duruma nasıl varılacaktır? Kafa ile kol emeği arasındaki farkın ortadan kalkması bir adım. Bunun için makine gücünü öne sürüyor Lafargue. İlk çağın büyük filozofu Aristotales, şöyle diyordu: "Daidalosa'nın başyapıtlarının (heykeller) kendiliğinden devinebildiği ve Vulcanus'un sacayaklarının kendiliğinden kutsal işine koyulabildiği gibi, eğer her araç, hiçbir uyarı olmadan ya da kendiliğinden, görevini yerine getirebilseydi; eğer, örneğin dokumacıların mekikleri kendiliğinden dokuyabilseydi, işlik şefinin artık yardımcılara, efendinin de kölelere gereksinimi olmazdı." Lafargue; "Aristotales'in düşü bizim gerçeğimizdir" diyor ve ekliyor: "Hala anlamıyorlar makinenin insanlığın kurtarıcısı olduğunu; insanı aşağılık ve ücretli işlerden kurtaracak olan, azat eden, boş zaman ve özgürlük veren olduğunu!" Tembellik Hakkı adlı kitap da bu cümlelerle bitiyor işte.

Cicero döneminin Yunan şairi Antiparos, su değirmeninin icadını esir kadınları serbest bırakacak ve altın çağı geri getirecek diye kutluyordu.

"Babalarımızın yaşamını sürdürelim. Tanrıçanın bize verdiği boş zamanın tadını çıkaralım." Ama şairin söylediği boş zaman gelmedi. Makine, kapitalizm koşullarında insanları köleleştiren bir araca dönüştü. Ancak, özel mülkiyet düzeni sona erdiğinde, üretimin eksiksiz otomasyonu gerçekleşebilecektir. Lafargue'ın düşünü kurduğu boş zaman toplumu böylece yaşam bulacaktır. Henri Lefebvre'in dediği gibi; "Şimdilik emek, üretici işlemlerdeki aşırı bir bölünmeyle birlikte, toplumsal pratiğe hakim olmaya devam ediyor. Otomasyona geçen sanayide artık emeğin çatıştığı malzemeyle bir teması yoktur, hatta makineyle olan temas da kaybolmaktadır; fakat bu emek yokluğu durumu (kontrol, gözetim) hala gündelik bir çalışmadır. Kariyer, 'emekçi'nin omuzlarına binen gündelik zorlamaları ortadan kaldırmaksızın (hatta daha da ağırlaştırarak), hemen hemen her yerde mesleğin yerini almaktadır. Şimdilik, boş zaman, hemen hemen herkes için gündelik olandan anlık bir kopuştur."

Tembellik hakkı için verilen kavga, zorunlu çalışma süresini kısaltma kavgasıdır. Çünkü kapitalizm koşullarında, emek (iş, çalışma) emekçiyi ruhsal ve fiziksel olarak tüketmektedir. "Emek, zenginler için harikalar yaratır ama işçi için yoksunluk üretir. Saraylar yapar ama işçi için inler üretir. Güzellik yaratır ama işçi için solup sararma üretir. Makine durumuna indirgeyerek barbarlık içine düşürdüğü işçiyi fizik ve törel bakımdan alçaltır; zihin alanını genişletirken alıklığı ve budalalığı işçinin yazgısı durumuna getirmektedir" der Marx. Sosyalizm emeği özgürleştirir. Çalışmayı değil zorunlu çalışmayı ortadan kaldırır. Boş zaman da böylece gündemden düşer. Çünkü, boş zaman zorunlu iş dışı zamandır. İş bölümünün ve zorlayıcı işin olmadığı koşullarda, söz konusu zaman özgür zamandır. Sosyalizm son çözümlemede iş zamanı ile özgür zaman arasındaki farkı ortadan kaldıracaktır. O zaman emek geçim aracı olmaktan çıkacak, bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkıracak, burjuva hukukun dar ufku kırılmış olacaktır. Marx'ın dediği gibi o zaman toplum bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre. Ama ondan önce herkesin emeğine göre aldığı bir dönemden geçilecektir. Ve ilk sosyalist ülkenin önderi Lenin'in devrimin hemen sonrasında açıkça ifade ettiği gibi, sosyalistlerin bayrağında, Lafargue'ın tüm itirazlarına rağmen: Çalışmayana ekmek yok, yazacaktır. İşte bu bizi tembelliğin ideolojik bir hastalık olduğu yolundaki anlayışa götürecektir.

Kapitalizm çalışmayı yüceltir. Bunu kar hırsı adına yapar. Sosyalizm çalışmayı azaltıp, emeksiz zamanlara doğru götürürken, karşılıksız çalışmayı ön plana çıkarır. Bu nedenle Lenin, devrimden sonra 'sosyalist cumartesileri', sistemdeki tek komünist öge olarak niteler. Devrimciler de kendi çalışmalarını bu esaslara göre düzenlemelidirler kanımca. Onların çalışmaları zorunlu değil gönüllüdür. Ve bu yüzden devrimci çalışma bir yaşam biçimine dönüştürülmelidir. Hayatın içinde tembel olan devrimci çalışmada da tembeldir. Tembellik ideolojik bir hastalıktır, çünkü tembel inançsızdır. Bilincinde olsun olmasın eski düzene bağlıdır. Tembelliğin en tehlikeli türü düşünsel alana ait olanıdır, çünkü fark edilmez. Kendine verilen bir işi liyakatle yapan kişi takdir edilir. Oysa yalnızca kendine verilen işi yapmak önemli değildir. Bir memur da sabah dokuz akşam beş arasında işini yapar, işten çıktığında işle ilgili sorunları sona erer. Ne yazık ki, devrimciliği de böyle görenler var. Ajitasyon yap, akşam eve geldiğinde devrimciliğini soyun, sıradan bir ev kadını ya da ev erkeği ol. Dağıtım yap, yazı yaz sonra uzat ayaklarını televizyonun karşısına. Böyle yapmak hayatı tüketmek demektir. Ve bu aptal düzende herkes zaten bir biçimde hayatını tüketmektedir.

Sosyalist militanın iş zamanı ve boş zamanı arasında bir ayrım yoktur, o gönüllü; o halde özgür bir zamanı yaratıcı eylemle değerlendiren kişidir. Düşünmesi gereken yalnızca kendine verilen iş değil, bütün bir hayat ve hayata ilişkin sorunlardır. Düzen onu çepeçevre kuşatmıştır. Ve kendini her gün bin bir yolla yeniden yeniden üretebilmektedir. Devrimci kendini yeniden ürettiği serbest zamanını düzenin ideolojik aygıtlarıyla ilişki içinde geçirirse yenilenemez. Düşünsel olarak üretken olamaz, kısırlaşır. Ama her daim kendine verilen işi yaptığından bu tür tembellik fark edilmez. Burjuvazinin sürdürülmesini teşvik ettiği de işte bu tembellik türüdür. Oysa yıllar evvel dar pratikçiliği ve zihinsel tembelliği mahkum eden Lenin; "Önderlerin ödevi, özellikle bütün teorik sorunlar üzerinde gitgide daha çok bilgi edinmek, günü geçmiş dünya görüşlerinin geleneksel lakırdılarının etkisinden kendilerini gitgide daha çok kurtarmak ve sosyalizmin bir bilim durumuna geldiğinden bu yana, bir bilim olarak yürütmek, yani irdelenmek istendiğini hiç mi hiç unutmamak olacaktır" saptamasını yapar. Devrimcinin işi; teorik donanımını yenilemek ama aynı zamanda teorik düşünmeyi bilmektir. Hayatın tümü içindeki her işte bir sonrakini değil birkaç hamle sonrasını hesap etmek, pratiği buna göre düzenlemek, gerektiğinde işleri tek bir kafa gibi değil de kolektif bir akıl gibi düşünerek örgütlemek ve yaratıcı olmaktır.

Tembelliğin bir başka belirtisinin de inançsızlık olduğunu söylemiştik. İnançsızlığın en masum biçimi kendine inanmamak, gücüne güvenmemektir. Yetenekli değilim denir, deneyimim yok denir. Uzatmak mümkün. Oysa tam da Lenin'in dediği gibi: Devrimci deneyim ve örgütsel yetenek elde edilebilecek şeylerdir, yeter ki bunları elde etme isteği olsun, yeter ki eksiklikler kabul edilsin, devrimci eylemde bu eksikliklerin kabul edilmesi, bunların yarı yarıya giderilmesi demektir. Ama bilinç gerilemeye başladığında eksikliklere erdem gibi bakılmaya başlanır, kendiliğindenlik önünde boyun eğilir. Tüm bunların yanında kaba tembellik diyebileceğimiz gündelik tembelliğin hiçbir önemi yoktur. Çünkü bu tür bir hastalıktan muzdarip olanlar her nasılsa devrimci saflara sızmış, bir halle devrimci yaşam tarzından etkilenmiş kişilerdir. Tembellik, ufuk darlığı ve güvensizliktir. Ve tembel olanın devrimci saflarda yeri yoktur. Ama işimiz insanların en az çabayla en iyisinden yaşayacağı bir dünya kurmaktır. İşte bu da devrimciliğin en güzel paradokslarından biridir. İnsanlık emeksizliğin kural olduğu uzak olmayan bir gelecekte kültürün ve sanatların sonsuz açılımına sahip olacaktır. Ve işte o zaman biz de Marx'ın damadı gibi: "Ey tembellik, uzun süren sefilliğimize acı! Ey sanatların ve soylu erdemlerin anası tembellik, insan kaygılarına merhem ol!" diyeceğiz. Çünkü o zaman insanların sabah balık tutup öğleden sonra da resim yaptığı bir çağ dönümü gerçekleşmiş olacak. Ama o zamana kadar çalışmayı hep insanın temel ihtiyacı olarak görerek yürüyeceğiz ileriye doğru. Yani şimdi biz ancak gelecek kuşakların bir özgür zaman toplumu kurmaları için çalışarak yol açacağız o kadar! Ve o güne dek de tembelliği hep mahkum edeceğiz. Hangi biçimde görünürse görünsün.