Sosyalist aydın Kutsiye Bozoklar'ın kaleminden: Alışma, boyun eğme
Bizim geçmiş kuşaklarımız, tüm eski alışkanlıkları reddedip kopabilmenin değerli örneklerini; boyun eğmeyi değil isyan etmeyi, kısaca; devrim ruhunu miras bırakmışlardır bize. Sosyalizm geleneğimizdir. Geleneğimiz ise geleceğimiz. Alışkanlıkları alt etmenin ideolojik panzehiri sosyalizmdir. Bizim alışkanlığımız sosyalizm olmalıdır.
Geçtiğimiz günlerde Rosa Luxemburg ve yoldaşı Leo Jogiches'in aşklarını anlatan bir kitap okudum. Kitapta, Çarlık zulmünden kaçan, içinde Luxemburg ve Jogıches'in de bulunduğu genç devrimcilerin sürgündeki yaşam ortamı tasvir ediliyor. Zürih Üniversitesi çevresinde toplanmış bu gençler yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşıyorlar. Ama kasvetli bir yoksulluk değil onlarınki. Dünyayı düzeltme düşleriyle dopdolu yürekleri. Kim neyi varsa arkadaşlarıyla paylaşıyor. Aralarında para topluyor ve bütün masrafları ortak bir kasadan karşılıyorlar. Bir tür komün yaşamı bu. Eğitim geceleri ya da herhangi bir öğrenci evinde tartışma toplantıları düzenliyorlar. "Ve şu ya da bu soğuk tavan arası odasında sıcak çay eşliğinde ateşli tartışmalar yapmak için buluşuluyordu. Tartışmalar sürekli yeni konular ve özgün fikirlerle besleniyor olmalıydı; oysa geceler boyu bütün aroması yitinceye kadar kaynar suyla sürekli demlenen hep aynı çaydı. Bir zaman sonra bir ziyaretçi gelip yeni bir paket çay getirir, semaver seremonisi yeniden başlardı" diye anlatıyor yazar.
Tüm bu yazılanları okuduğumda durum nedense çok tanıdık geldi bana. 1972 kışını anımsadım birden. Okunup, yazılan ve tartışılan bütün o geceler boyu kaynar suyla sürekli demlenen hep aynı çaydı gerçekten. Ve arkadaşım Meral, yoldaşlarının kendisiyle ilişkisinin kesildiği birkaç gün boyunca parasızlıktan şekerli su içmek zorunda kalmıştı. Ona ulaşıldığında durumundan hiç de şikayetçi değildi doğrusu. Gülerek anlatıyordu yaşadıklarını. Mutlu bir yoksulluktu bizimkisi. Sanki bütün yoksunluklar bizden uzaktı. Devrimi bir sevda gibi yaşıyorduk, başka bir tanımı yoktu yaşamanın. Çok sonraları karşılaştığım bir kız arkadaşım; "Biliyor musun" demişti utangaç bir hayretle "Artık tüm evlerde buzdolabı var." Zamanın ve mekanın çok farklı olduğu koşullarda bizi genç Rus ya da Polonyalı devrimcilerle benzeştiren şey, aynı düşüncelerin insanı olmamızdan başka bir şey değildi. İnsan nasıl düşünüyorsa öyle yaşar, nasıl yaşıyorsa öyle düşünür çünkü. Kaybedecek çok şeyi olanların dünyasına uymak, devrimcilikten uzaklaştırır insanı. Çünkü rahat yaşamak bir eğilimdir. İnsan kolaya çabuk alışır. Alışmak bir boyun eğme biçimidir. Ve mevcut düzen alıştırma temelli işler. Alışan boyun eğer, boyun eğense itaat eder.
Kapitalizmin tüm tarihi zorun ve itaat etme biçimlerinin inceltilmesinin de tarihidir. Bugün artık öncelikle zorun ideolojik biçimlerinden söz etmek gerekiyor. İletişim teknolojilerinin son derece yetkinleştiği çağımızda, zorla kabul ettirmek yerine rızanın üretilmesi, yani gönüllü razı olma ön plana çıkarılıyor. Medya aracılığıyla ideolojik kabullerin gönüllü hale getirilmesi ve tüketim eğiliminin körüklenmesi, lüks isteğinin kışkırtılması bu boyun eğdirme araçlarının en masum görünümleri oluyor. Yalnız yoksunluk içindeki ezilen sınıflar değil, düzene muhalif olan devrimciler de tüketimin ve lüksün kışkırtması karşısında duyarsız kalamıyor. Bu yüzden lüksün bir sınıf mücadelesi alanı olabileceğini akılda tutmak gerekiyor.
Lüksün ekonomik açıdan umutsuzlaşmış, politik açıdan edilginleşmiş kitleler üstündeki azımsanmayacak baskısı medyalar aracılığıyla etkinleşiyor. Kitleler sistemin kendilerine sunduğu hayali kurtuluş yolları açan tüketim kalıplarını bu yollarla benimsiyor. Böylece maddi yoksunluğu ölçüsünde manevi yorgunluk ve siyasal isteksizlik içinde bulunan ezilen sınıf bireylerinin bilinci büyük ölçüde saptırılabiliyor. İnsan yaşadığı toplumun bir ürünüdür. Düşünsel anlamda ve de pratikte düzene muhalif olanlar, eğer ideolojik ve politik olarak sağlam bir duruş sergileyemezlerse tüketimin ve lüksün kışkırtması karşısında edilgenleşiyor. Giderek geleceğini yalnızca politik mücadeleye bağlamaktan vazgeçiyor. Bunun yanında düzenin sıradan üyelerinin beklentilerine uyum sağlıyor. Örneğin piyango bileti alıyor, loto oynuyor. Dünyayı isteme söyleminin sürdürülmesine, hatta eylemliliklerde yer almaktan vazgeçilmemesine karşın, pratik olarak yarını istemenin yerini gerçekle yanılsamanın, yalanla ticaretin iç içe geçtiği bir dünya alıyor. Böylece sisteme karşı çıktığını iddia edenler de onun bağdaşıkları ve yeniden üreticileri durumuna gelebiliyor. Gerçek imaja yenik düşüyor. İşte bu gönüllü kulluktur. Hem meslekleri devrimcilik olan profesyoneller hem de kendini şu ya da bu biçimde dünyayı değiştirme mücadelesinin bir parçası sayan tüm devrimciler kendilerini düzene bağlayan bu tür tehlikelere karşı uyanık olmalıdır, ancak düzenle bağlar korundukça bu mümkün görünmüyor.
Ret inkardır. Devrimcilik reddetmekle başlıyor. Devrimci mücadeleye katılan kişi düzeni ve onun kendine sunduklarını reddediyor. Yeni bir yola giriyor. Tam da bu noktada bir yaşama biçiminin karşısına diğerini çıkarmakla işe başlaması zorunludur. Devrimci bir başka aklın, bir başka ahlakın, bir başka kültürün insanı oluyor. Bu yüzden devrimcileri akılsız ve ahlaksız sayanlara pek kızmamak gerekiyor. Onların ahlakı bizim ahlakımıza, onların aklı bizim aklımıza uymuyor. Onların aklı düzene biat etmeyi, uyum sağlamayı öngörüyor. Oysa devrimci kurulu düzeni inkar ediyor. Düzenin sunduklarını elinin tersiyle itiyor. Tüm bunlar düzenin aklına uymuyor. Ama düzenin en tehlikeli yanı yarattığı alışkanlıklardır. Burjuvazi alışkanlıkları besleyerek itaate zorluyor. Alışkanlık itaate giden yolu açıyor. Devrimci isyanı olan kişidir. İsyanı olan verili alışkanlıklarını değiştiriyor. Yenileniyor.
Alışkanlıkların değişip değişmediğinin sınandığı en temel alan günlük yaşam pratikleridir. Gündelik yaşam devrimciliğin turnusol kağıdıdır. Devrimcinin, ortakça paylaşmak, dayanışmak, üretmek ve çoğalmak temelinde bir gündelik yaşamı oluyor. Bunun için ille de profesyonel devrimci olmak gerekmiyor. Devrimci mücadeleye inanan, sosyalizmi bir eylem kılavuzu sayan tek tek her birey inandığı gibi yaşamayı bilmelidir. Devrimci tam da bu noktada, "bugün değilse ne zaman?" diye sormalı ve yaşamı asla ertelememelidir. Bugünü ve yarını birlikte istemelidir, günlük pratiği bugünden devrimcileştirmelidir. Sosyalizm yalnız bir ideoloji değil bir yaşam biçimidir de. Devrimci olmak yeni bir yola girmek, yeni bir yaşam biçimine yürümek, kısaca yaşam için yaşamı değiştirmek demektir. Ama değişim yavaş yavaş vazgeçmekle gelmiyor. Tümünü reddetmeyi bilmediğimizde, düzen bir biçimde her yoldan bireysel hayatımızın her alanına sızıyor, usulca kendini dayatıyor ve çürütüyor. Aslolan kopmaktır. Tümünü arkada bırakmak, devrimci yaşamak gerekiyor.
Devrimci yaşamak; yalnızca devrimci düşünmek ve bu yollu bir politik faaliyet sürdürmek değildir. Devrimci yaşamak aynı zamanda duyguların, ahlakın ve yaşam biçimlerinin de devrimcileşmesi anlamına geliyor. Böyle olmadığında düzene teslim olmanın kapıları daima açık oluyor. Alışkanlıklarını değiştirmesini bilmeyenleri düzen bin bir yolla kendine bağlıyor. Çürüme ve çözülme daima dönüm noktalarında tam da tercih anlarında gündeme geliyor. Bir kopuşun yaşandığı varsayılan düzene usulca yeniden alışıldığı ortaya çıkıyor. Tüketim isteği, rahat yaşama eğilimi, paylaşmada eksilme, durumundan sürekli şikayetçi olma, çürümenin göstergeleri oluyor. Devrimciler insanca yaşayabilecekleri koşullar ile lüksü ayıran çizginin çok ince olduğunun ayırımında olmalıdır. Devrimci alışmamalı, uyum sağlamamalıdır. O her verili durumda yeni ve karşı bir hayat tarzının örgütleyicisi olmalıdır. Kişiselin politik olduğunu bilmelidir. Bireysel hayatını, politik faaliyette olduğu gibi daima bir direnme alanı olarak görmelidir. İsyanını günlük yaşamına taşımalıdır. Düzenin dayattığı ve geçmişten devralınan özel mülkiyet kökenli tüm alışkanlıkları terk etmelidir. Çünkü alışkanlıklar değiştiğinde dünyada değişmiş olacaktır.
"Kişiler kendi tarihlerini kendileri yaparlar, fakat keyiflerine göre kendileri tarafından seçilmiş koşullarda değil de geçmişin doğrudan doğruya verdiği ve miras olarak bıraktığı koşullarda olur bu. Tüm ölü kuşakların geleneği yaşayanların beynine bir karabasan gibi çöker" der Marx. Alışkanlıkların ve verili olarak geçmişten devraldıklarımızın devasa ağırlığını göstermesi bakımından kulağımıza küpe olması gereken tespittir bu sözler. Fakat Marx bu sözlerinden hemen sonra şunları ekler söylediklerine; "Dolayısıyla devrimlerde ölülerin diriliği, eskilerin taklidine değil de, yeni savaşların yüceltilmesine; devrim korkusunu hatırlatmaya değil de onun ruhunu yeniden bulmaya yaramıştır."
Bizim geçmiş kuşaklarımız tüm eski alışkanlıkları reddedip kopabilmenin değerli örneklerini; boyun eğmeyi değil isyan etmeyi, kısaca; devrim ruhunu miras bırakmışlardır bize. Onlar için asıl yoksunluk ve yoksulluk; devrimci mücadeleden uzak olmak, kavganın içine bilfiil girememek, en büyük mutluluk da devrimci yaşamak olmuştur daima. İşte böyle bir gelenekten geliyoruz biz. İşte bu yüzden düzene alışma tehlikesi karşısında gelenekten ve geleneğin seslendirdiklerinden de güç alıyoruz. Ve gelenekten geleceğe yürüyoruz. Sosyalizm geleneğimizdir. Geleneğimiz ise geleceğimiz. Alışkanlıkları alt etmenin ideolojik panzehiri sosyalizmdir. Bizim alışkanlığımız sosyalizm olmalıdır. Bütün yollarımız sosyalizme çıkmalıdır.