28 Mart 2024 Perşembe

Olcay Çelik yazdı | ABD-Çin rekabeti ve Türkiye kapitalizminin yeni rüyası

Bugün Türkiye kapitalizmi tüm bloklarıyla tam tekmil bir şekilde AB/D ve Çin arasındaki çelişkilerin koşulladığı bu yeni üretim örgütlenmesinde yerlerini almaya çalışıyor. Türk burjuvazisi bir yandan ülkeyi AB pazarlarına yakın ve genç bir nüfusa sahip olmak üzerinden, yani düşük lojistik ve düşük ücret maliyetleri üzerinden pazarlayıp, Çin'in yerini alacak ülkelerden biri olma hayalini kuruyor. Diğer yandan ise Çin tekellerini Türkiye'de ortaklık kurmaya davet ederek, onlara AB/D pazarlarına ihracatı kendi üzerlerinden yapmaları "fırsatı" sunuyor.

1990'da Çin'in ekonomik büyüklüğü ABD'nin sadece yüzde 6'sı kadarken, 2020 itibariyle yüzde 70'ine ulaştı. Şu an dünyanın 2 numarası olan ve en kötü büyüme hızı ABD'ninkinin 3 katı olan Çin, dünyanın en büyük ihracatçısı, imalatçısı ve dolar rezervi konumunda.

Çin'in bu gelişme yolculuğu ABD'ye "rağmen" değil, büyük oranda onun çıkarlarıyla paralel gerçekleşti. Dolayısıyla ABD hegemonyasının sarsılmasına ve iki ülke arasındaki rekabetin ticari ve siyasi olarak boyutlanmasına yol açan şey görünenin ardında gizli.

ABD tekelleri kâr oranlarındaki tarihsel düşüşün yarattığı krize üretimin emek-yoğun süreçlerini 1990'lardan itibaren ucuz işgücü cehennemi Çin'e taşıyarak ya da Çin burjuvazisine devrederek karşı koyabilmişti. Çin'deki süper-sömürü altında çok daha düşük maliyetle üret(tir)ilen ürünler ABD'ye ihraç ediliyor ve burada tekel fiyatına satılarak Çin proletaryasının ürettiği artıdeğerin aslan payı eşitsiz mübadele yoluyla tekellerin kasasına girmiş oluyordu. Emperyalist küreselleşme evresinin bu yeni üretim örgütlenmesi nedeniyle istihdamı üçte bir oranında azalan ve reel ücretlerin eridiği ABD'de bu artıdeğerin gerçekleşmesini sağlayan şey borçlandırma, bu borçlandırmayı mümkün kılan da yine Çin'in tahvil alımı yoluyla ABD'ye verdiği borçlar oldu.

Çin'in ürettiği ve Çin'in borç verdiği bu örgütlenmede yine de ABD emperyalizminin böyle kazançlı çıkmasını sağlayan şey, bir yandan doların tüm dünyada rezerv para olması (dolayısıyla ABD'nin para basarak borcunu ödeyebilmesi), diğer yandan da yüksek teknolojinin ve pazarın sahibi olması sonucu üretim zincirlerini ve tek/ana alıcı konumunu elinde bulundurmasıydı.

Bu "mutlu evlilik" kapitalizmin 2008-9'daki krizinden sonra bozulmaya başladı, zira Çin'den ABD'ye transfer edilen net artıdeğer kütlesi bu tarihten sonra küçülme eğilimine girdi. Yani eşitsiz mübadele mekanizması artık ABD'ye eskisi kadar kazandırmamaya başladı.

2008-9'daki büyük krizden sonra eski kâr oranlarına dönemeyen küresel kapitalizm zaten düşük büyüme rakamları ile seyreden inişli-çıkışlı bir Uzun Bunalım dönemine girmişti. Artıdeğer üretiminin bir bütün olarak yavaşlaması, ABD'nin eşitsiz mübadele ile el koyabildiği kısmın da azalmasına yol açıyordu. Öte yandan, kriz sonrasında uluslararası ticaretin ateşinin sönmesi Çin'in büyümeye devam edebilmek için artık ABD'ye yaptığı ihracata daha fazla güvenemeyeceğini, iç pazara yönelmesi gerektiğini gösterdi. Bu kapsamda emeğin Çin ekonomisinden aldığı pay bir nebze de olsa yükseldi. Bu da Çin'in ABD için artık eskisi kadar ucuz bir işgücü cehennemi olmaması anlamına geliyordu.

Ancak ABD'nin iktisadi ve siyasi hegemonyasına ket vuran asıl faktör, Çin'in (daha doğrusu ÇKP'nin) katili olduğu sosyalizmin ölüsünden devasa bir kapitalizm yaratması ve kolektif sermaye gücüne dönüşen devlet aygıtının sağladığı yüksek sermaye birikimi ve merkezi idare avantajıyla teknolojik kapasitesini artırmaya, kendi uluslararası tekellerini ve mali sermaye gücünü oluşturmaya başlaması oldu. Kendine artık sadece üretim üssü değil, üretim gücü olma hedefi koyan Çin kapitalizmi, uzun süre ABD hegemonyasında olan ve onu emperyalist üretim zincirlerinin sahibi yapan bilgi ve yüksek teknoloji üretimi süreçlerindeki payına (yüzde 31) önemli bir rakip haline gelmiş durumda (yüzde 24). Toplam Ar-Ge harcamaları içerisindeki payda da Çin arayı hızla kapatıyor (sırasıyla yüzde 26 ve 21). Bu atılımı Çin'in sadece ABD'ye kaptırdığı artıdeğeri azaltmasını değil, kendi markalarını üreterek küresel pazarda onun doğrudan rakibi haline gelmesini de sağlıyor.

Dahası da var. Çin emperyalizmi bugün 50 sene önce ABD ve AB emperyalizmlerinin yaşadığını yaşıyor: kâr oranları (ABD ve AB'dekinin 2 katı olsa da) hızla düştüğü için o da üretimi dış ülkelere taşımaya, kendi ucuz emek ve faiz cehennemlerini yaratarak emperyalist artıdeğer aktarımı yapmaya çalışıyor. Yani Çin, mali-ekonomik sömürgeler üzerinden de ABD'ye rakip oluyor. 

Tüm bunlar toplamda hala dünyanın süper gücü olan ABD emperyalizminin Uzun Bunalım koşullarında eşitsiz mübadeleyle artıdeğere el koyma kapasitesinin hızla aşınmasına, krize daha çok meyilli hale gelmesine ve siyasi hakimiyetinin göreli olarak zayıflamasına yol açıyor.

ABD'nin Çin'i durdurmaya yönelik ilk önemli hamlesi 2018 yılında başlayan ticaret ve teknoloji savaşları olmuştu. Çin ile arasındaki ticaret açığının (= Çin'e ihracat – Çin'den ithalat) büyümesini ve istihdam kaybını gerekçe gösteren ABD, birçok ithalat malına gümrük vergisi ve kota koymuş, Çin buna aynıyla cevap vermiş, hatta iş, ABD'nin Huawei'nin mali direktörünü (CFO) tutuklamasına, Çin tekellerinin ürettiği telefon ve bilgisayarlarda ABD yazılımlarını kullanmaktan men edilmesine kadar varmıştı. 2019 sonu itibariyle dünyaya kabus gibi çöken koronavirüs salgını iki güç arasındaki sürtüşmeyi ticaret savaşlarının ötesine taşıdı. 

1990'lar itibariyle üretim süreçlerinin uluslararasılaşmasının tek sebebi ucuz işgücüne erişim ve sabit sermaye maliyetlerinden boşanarak kâr oranını artırmak değil, aynı zamanda esnek ve etkin bir tedarik, stoklama ve dolaşım düzeni sağlayacak bir lojistik ve tedarik zinciri yapısı kurmak, böylece sermaye devri ve dolaşım hızını da yükselterek, kârın daha hızlı gerçekleşmesini sağlamaktı. Salgın, deniz taşımacılığını vurarak Çin ile arada kurulan bu tedarik zincirinin parçalanmasına sebep oldu. Öyle ki, geçici toparlanmanın başladığı bugünlerde dahi bahse konu zincirler henüz tam kapasite çalışamıyor. Sınırlı lojistik altında artan ara malı talebi ABD ve AB tekelleri arasında rekabete yol açarak üretici Çin'in işine yarıyor. Bu durum ABD ve AB'yi artık Çin'den başka üretim üsleri arama ve tedarik zincirlerini çeşitlendirme kararı almaya itmiş gözüküyor. Emperyalist burjuvazinin tüm düşünce kuruluşları, tüm danışmanlık şirketleri bunu vaaz ediyor. The Economist'te yayınlanan bir haberin başlığı durumu çok iyi özetliyor: "Bugünün en gözde mesleği artık finans uzmanlığı değil, tedarik zinciri yönetimi!"

Bugün Türkiye kapitalizmi tüm bloklarıyla tam tekmil bir şekilde AB/D ve Çin arasındaki çelişkilerin koşulladığı bu yeni üretim örgütlenmesinde yerlerini almaya çalışıyor. Türk burjuvazisi bir yandan ülkeyi AB pazarlarına yakın ve genç bir nüfusa sahip olmak üzerinden, yani düşük lojistik ve düşük ücret maliyetleri üzerinden pazarlayıp, Çin'in yerini alacak ülkelerden biri olma hayalini kuruyor. Diğer yandan ise Çin tekellerini Türkiye'de ortaklık kurmaya davet ederek, onlara AB/D pazarlarına ihracatı kendi üzerlerinden yapmaları "fırsatı" sunuyor. Gerek TÜSİAD, gerek MÜSİAD, gerekse doğrudan devlet erkanı olsun, bir gün AB/D, bir gün Çin temsilcileriyle arka arkaya toplantılar, çalıştaylar, konsey görüşmeleri yapıyor. Çin'in Türkiye'ye doğrudan ve portföy yatırımı da giderek artıyor.

Türk burjuvazisi bu yeni rolü oynayabilmek için salgın sürecini en vahşi şekilde kullanmaktan çekinmedi. Örneğin, potansiyel ihracat sektörlerindeki işçiler virüs yatağı fabrikalara tıkıldı ve çarklar ölümüne çalışır halde tutularak stoklar büyütüldü. Covid-19 meslek hastalığı sayılmadı. Zorunlu izne çıkarılan işçilerin üç kuruş ücreti bile patronlara ödetilmedi, kamu kasasından karşılandı. Hatta Dardanel'de gördüğümüz üzere bir çalışma kampı kurmaya dahi yeltendiler. Böylece hem üretim salgın sonrası düzene hazır hale getirmeye, hem de adeta tekellere "yeni küçük Çin" olabilecek kadar gözlerinin kara olduğunu kanıtlamaya çalıştılar.

Burjuvazinin bu "heyecanının" bundan sonra da Türkiye işçi sınıfına zerrece bir faydasının olamayacağını kestirmek güç değil. Sendikal yasaklar, anti-sendikal saldırılar, düşük ücret dayatması, fazla mesai uygulamaları artarak sürecektir. Salgında denemesi yapılan kıdem ve ihbar tazminatı gasbı da şüphesiz ki atılacak bir sonraki büyük adımı oluşturacaktır.

Bu noktada burjuva muhalefetin "Eğer betona değil, üretken bir sanayi üretimine ve nitelikli işgücüne dayalı alternatif kalkınma programı ile ilerlenirse bu yeni rolü halkın refahını artırarak oynayabiliriz" şeklinde özetlenebilecek olan iktidar karşıtı tezinin de kitlelerin zihnini bulandırmasına müsaade etmemek gerekiyor. Zira bu blokun ideologları, sınıf örgütü ve siyasi temsilcileri "Üretken Türkiye" hedefi ile teknoloji yaratımı ve üretimini değil, tekstil, otomobil, makine gibi mevcut lokomotif sektörlerde üretim, tedarik, stoklama ve dolaşım alanlarında hız, verimlilik, esneklik ve kalite artışı sağlayarak işçi üretkenliğini arttıracak en yeni teknolojileri ithal edip kullanmayı kastediyor. Dolayısıyla "nitelikli işgücü" de daha fazla işçiyi üretimden dışlayacak ve/ya daha az istihdama yol açacak olan ithal yeni makine ve cihazları kullanabilecek olan işçiyi tarifliyor. Yani üretkenlik ve nitelikli işgücü sermayeye belki bir nebze daha fazla kar kütlesi getirebilir ama sanayiye daha fazla bağımlılık ve işçi sınıfına yüksek işsizlik vaat ettiği kesindir. Özünde, bu programı "alternatif" kılan, ağır bir kemer sıkma süreci getirecek bir IMF anlaşması imzalamaktan ve kamu kaynaklarının biraz da TÜSİAD grubuna aktarılmasından başka bir şey olmayacaktır.

Türk burjuvazisinin tüm bloklarıyla yaşadığı bu heyecanın bir gerçeği, bir "oluru" var mı peki? Emperyalist burjuvazi ve işbirlikçileri bugünlerde salgında ertelenmiş tüketim talebinin canlanmasının yarattığı rüzgarla geçici bir toparlanma süreci yaşıyorlar. Toparlanma yeni bir genişleme evresine dönüşsün diye para basarak ve kamu harcamalarını artırarak piyasaları canlandırmaya çalışıyorlar. Ancak kapitalist üretim üretmek veya tüketmek için değil, kâr için yapılır. Uzun Bunalım boyunca düşen kâr oranlarında ise kapitalizmi yeni bir genişleme evresine sokacak kadar anlamlı bir yükseliş emaresi henüz mevcut değil. Böyle bir yükseliş için öncelikle sermayenin büyük oranda değer kaybetmesi gerekiyor. Ama tam da 2008-9 krizi ertesinde olduğu gibi, salgının yarattığı krizde de böyle bir değersizleşmeyi sağlayacak iflaslara yine izin verilmediği, aksine tekellerin kârları kurtarıldığı için, muhtemel olan şey kâr oranlarında değil, yeni bir küresel kriz riskinde artıştır.

Eğer kâr oranlarındaki azalış tersine çevrilemeyecek ve kapitalizm yeni bir genişleme dönemine girmeyecekse, ne üretimin eskisinden daha az maliyet yaratmayacak olan yeni coğrafi örgütlenmesi ABD ve Çin'in derdine çare olabilir, ne de Türkiye kapitalizmi bu çelişkiden nemalanıp kendi krizini aşabilir. Kısacası, artık büyüdükçe bize de damlatan değil, ancak ve ancak elimizdekini çaldıkça büyüyebilen ve onun dahi sınırına gelmiş bu kapitalist üretim tarzının rektifiye edilecek bir yanı kalmadı. Kâr için değil, toplum için üretim demek olan sosyalizm kavgasını büyütmekten başka gerçekçi bir alternatifimizin olmadığı bugün çok daha berrak olarak görülebilecek duruma geldi.